31 Ocak'04
Sayı: 2004 (18)


  Kızıl Bayrak'tan
  ABD gezisinin ardındaki gerçekler
  NATO zirvesi Haziran'da İstanbul'da toplanıyor!..
  "Gizli" İncirlik kararının gösterdikleri
  Sermayenin kriz korkusu
  Suçlu "beyaz felaket" değil kapitalizmdir!
  Kâr düzeninin kar sefaleti
  Gençlik alanlarda...
  TMMOB Genel Kurulları yapılıyor...
  Kamu Reformu ve Kürt hareketinde liberal beklentiler
  Yerel seçimler ve sosyal-reformist solun aldatıcı manevraları
  Saldırılar, yerel seçimler ve devrimci görevler
  Toprağın Belediyeleştirilmesi ve Belediye Sosyalizmi
  Bir sosyal-reformistin düzen içi arayışları
  Osmanlı'nın çeteci-katliamcı geleneği kokuşmuş burjuva cumhuriyetle sürüyor
  İşgal karşıtı direniş güçleniyor!
  Siyonistler kan ve yolsuzluk içinde yüzüyor...
  Emperyalist Davos Zirvesi'nin emekçiler ve ezilen halklar için anlamı
  Çürüyen kapitalizmin ruhu Davos
  Dünya Sosyal Formu'nun ardından...
  Bültenlerden...
  Kalıcı olan sadece çıkarlar
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Bu devlet daha ne yapsın?
İnsanı ve insan yaşamını hiç umursamadığını bundan iyi daha nasıl anlatsın?

Kâr düzeninin kar sefaleti

İstanbul’daki kar “afeti”, pek çok kişiye unutmayı tercih ettiği deprem afetini hatırlattı. Ancak hafızaları tazeleyen karın kendisi değil, devletin ve düzenin yüzüne tuttuğu ayna oldu. Körfez depremi de aynı işlevi görmüştü; büyük-küçük yaşayacağımız her felakette, aynı aynada aynı çirkin-kanlı-karanlık yüzü izlemeye devam edeceğiz. Ne zamana kadar sorusununsa tek yanıtı var: İnsan yaşamına beş paralık değer vermeyen bu sistem ve bu devleti yıkıp, yerine insanı temel alan sosyalist bir düzen ve devlet kurana dek.

Adet üzere en son söylenmesi gerekeni böylece en başta söyledikten sonra, “kar felaketi” üzerine yaşanan/yaşatılan sefalete ve rezalete geçebiliriz. Elektrik, su, doğalgaz kesintileri bir yana (bunlar İstanbullu için nerdeyse olağan vakalardan sayılıyor), bu kez düzenin çarpıklığının en açık/en acı göstergesi, bir ilkokul öğrencisinin okuldan evine ulaşamaması ve donarak ölmesiydi. Önce ana-babayı suçlama eğilimi ağır bastı. Fakat babanın, acılı haykırışları arasında ortaya döktüğü gerçekler, zihinleri yine doğruca bildik adrese, düzene ve devlete götürdü.

“Meteorolojinin ve bizim tüm uyarılarımıza rağmen” sözleriyle başlayan suçlamalarla, yaşananların sorumluluğunu yaşayanlara yüklemeye kalkan İstanbul valisi, “meteorolojinin tüm uyarılarına rağmen” okulları tatil etmek için hayatın felç olmasını beklemişti örneğin. Ancak iş valiyle de bitmiyordu. Bakanından il ve ilçe müdürlerine, oradan da okul yönetimlerine kadar tüm Milli Eğitim yönetim kadrosunun da bu cinayette eli var. Hiçbiri, okulların belirli saatinden önce tatil edilmesinin yaratacağı kargaşayı hesaba katmamış, hiç kimse çocukların eve dönüşüne kafa yormamıştı.

Bu konuda ana-babalarda bir suç varsa eğer, o da, içinde yaşadıkları bu düzenin ve devletin niteliği konusunda bilgi ve bilinç edinmemeleridir denebilir. Şimdi bu karda kıyamette kimsenin aklına servisleri erken çağırmak gelmez, çocuklarımızı düşünen olmaz, perişan olurlar, en iyisi göndermeyelim, karneyi sonra kendimiz alırız, diyebilirlerdi. Pek çok veli, açık bir bilincin ürünü olmamakla birlikte böyle yaptı. Ama ne yazık ki, öteki pek çok kısmı da yapmadı, yapamadı.

Diyelim çocuklar ve karneleri için bu herkes tarafından böyle uygulandı. Peki, yol konusunda ne yapılabilir, elektrik, su, doğalgaz konusunda ne yapılabilir?.. Şimdi devlet yine tedbir almaz en iyisi kendi elektriğimizi kendimiz üretelim, kendi yolumuzu kendimiz temizleyelim mi denilecek? Kuşkusuz böyle bir şey söz konusu olamaz. Olamayacağına göre de çözüm bireyler olarak tedbir almaktan geçmiyor. Söz konusu olan, ücra bir köyde nisbeten kapalı bir ekonomiyle kendi kendine yetinmeyi doğduğundan itibaren öğrenmiş küçük bir topluluk değil. 10 milyonu aşan nüfusuyla dünyanın üç-beş metropolünden biri, İstanbul. Böyle bir dev organizmada hiçbir birey kendi başının çaresine bakamaz. Pek çok durumda bakabileceği sanısına kapılan paralı kesim bile, bu karda bunun farkına vardı. Elektrikler sadece gecekondulard kesilmedi. Doğalgaz dersen oralarda zaten yok. Belediye otobüslerinde işinden dönen işçi ve emekçilerle, özel/lüks otolarında yolculuk yapanlar aynı yollarda mahsur kaldı.

Bunlar yaşanan gerçeklerin şöyle bir dıştan bakışla görünen yanı. Sermaye medyası bu tabloya “şöyle bir” bakıp, bundan yine “aynı gemide olduğumuz” çıkarsamasını yapma fırsatını kullandı. Aynı gemide olduğumuzu kabul etsek bile “lüküs kamara” ve güverte yolcusu ayrımını görmek ve göstermek gerekiyor. Daha da önemlisi, hatırlatmanın konusu geminin batma ihtimali olduğuna göre; filikaların kullanımında hep “lüküs kamara” yolcularına öncelik tanındığı gerçeğini kabul etmek gerekiyor. Elektrik ve doğalgazın kesilmesiyle soğuğu şöyle hafiften hissedenlerle, onu her kış iliklerine kadar yaşayanlar arasındaki uçurumdan söz ediyoruz. Doğalgazı hiç tanımayan, odun-kömür bulamayan, bulduğunda da uyduruk sobalar/uyduruk bacalar yüzünden zehirlenerek ölenlerden. Acaba ger&cceil;ekten aynı İstanbul’da mı yaşıyoruz?..

Bu tür “afetler” için bireysel bir çözüm-bireysel bir kurtuluş imkanı bulunmadığını söylerken, afetlerden bile farklı etkilenen iki sınıfı “aynı gemide” değerlendirmiyoruz kuşkusuz. Tersine, ne kadar etkilendikleriyle hiç ilgilenmeden, bir depremin bir karın afet haline dönüşmesinde sorumlu olan sınıfın fertleridir İstanbul zenginleri. Devletin her türlü toplum hizmetinden soyundurulmasını ve sadece kendilerine hizmet etmesini, elindeki herşeyin haraç-mezat satılmasını (özelleştirme adı altında kendilerine peşkeş çekilmesini) isteyen onlardır. Pek çok devlet kuruluşuyla birlikte Karayolları’nın da tasfiyesi için hükümetleri sıkıştıranlar onlardır.

İşte sonuç ortada. Tasfiye süreci henüz tam sonuçlanmadığı halde Karayolları yollardaki karı temizleyemedi. Yayan yarım saatlik mesafedeki yolu arabayla 5 saatte katedemeyince Karayolları’nın özelleştirilmesinin ne anlama geldiği görüldü işte.

Gerçi Karayolları’nın, Boğaz Köprüsü’nün kopan halatı konusundaki açıklamasına bakılınca, tasfiye edilmese ne yazar, denilebilir. Fakat olay tek başına kurumun yönetiminde bitmiyor. Bu kurumda, böyle olaylar için eğitimli ve hazır işçi ekipleri bulunuyor. Ve bu ekipler görev bölgelerindeki sorunların çözümü için, yönetimin niteliğine bakmadan kolları sıvıyor, işlerinin başına koşuyorlar. En azından yakın zamana kadar böyleydi. Tasfiye süreciyle birlikte artık Karayolları kurtarma ekiplerinden söz edemeyeceğimizi gördük.
Bu kez Başbakan’ın “işi başından aşkın” olduğu için “kar afeti” üzerine saçmalama işini daha alt görevlilere devretti. Oysa ’99 depreminde tüm safsataları bizzat dönemin Başbakan’ı Ecevit’ten dinlemiştik. Bu kez İstanbul Valisi, İstanbul Emniyet Müdürü, Karayolları Müdürü gibi şarlatanlar yineledi Ecevit’in deprem karşısında sarfettiği yalanları. Vatandaş tüm uyarılara rağmen tedbirini almamıştı. Devlet elinden geleni yapıyordu. Her türlü önlemi almıştı. Tehlikeli bir durum söz konusu değildi. Ayrıca, herşeyi de devletten beklememek gerekiyordu…

Kendini “yetkili” ilan eden bir takım zevat televizyon ekranlarında bu ve benzeri söylevleri verirken, yine aynı televizyonların ekranlarında işinden evine 10 saatte ulaşamayanların, çocuğu okul dönüşü donarak ölenlerin perişanlığı boy gösteriyordu. Devlet adına konuşan, konuşmalarıyla güya devleti savunmaya çalışanlar, devleti daha dibe batırmaktan başka bir şey yapamadılar. Yaşanan bunca acı olmasa devletlilerin hallerine katıla katıla gülmek içten değildi. Ancak acılar izin vermedi, onun yerine öfke büyütmekle yetindi insanlar.

Karın yeniden hatırlattığı ve büyüttüğü bir şey de, “iki saat yağan karda bu hale gelirse, İstanbul, depremde ne yapacak?” sorusuydu. İşte, bireysel ve palyatif hiçbir tedbirin işi yaramayacağı, hiçbir hazırlığın çözüm olmayacağı asıl büyük problem bu. Her türlü uyarıya rağmen, devletin elle tutulur hiçbir hazırlığı olmadığı gibi, niyetinin de bulunmadığı ortada. ‘99 depreminden bu yana hiçbir bütçede deprem önlemlerine ilişkin beş kuruşluk kalem ayrılmadığı gibi, deprem yardımları, deprem vergileri gibi konuya özel girdilerin bile farklı alanlarda tüketildiği (ve tüketilmeye devam edileceği) en arsız-yüzsüz biçimde ilan edildi.

Bu devlet daha ne yapsın? İnsanı, insan yaşamını hiç umursamadığını bundan iyi daha nasıl anlatsın?