31 Temmuz'04
Sayı: 2004/30 (22)


  Kızıl Bayrak'tan
  Yeni ve güçlü bir çıkış için görev başına!
  Ne kader ne kara tren, sorumlu kapitalist düzendir!
  Pamukova’daki tren “kaza”sı değil kapitalizmin cinayeti...
  BTS ve TMMOB’un Tren katliamı üzerine ortak açıklaması...
  Özelleştirme öldürür!
  AKP ve Hak-İş’in Türk-İş’le kayıkçı dövüşü
  Gerici rejimler Kürt halkına düşmanlıkta birleşiyor!
  Kongra-Gel’in 1 Haziran çıkışının anlamı ve etkileri
  ÖSS sonuçları açıklandı...
  Eli kanlı bir siyasi meftanın cenaze merasimi
  Belediyelerde yürütülen köleleştirme ve özelleştirme saldırısı tüm işçi sınıfına yöneliktir...
  Çırak çocuklar...
  Sosyalizmin büyük ozanı Pablo Neruda’nın 100. doğum yılı anısına...
  ‘96 Ölüm Orucu şehitleri İstanbul’da anıldı
  Direnişçi Castleblair işçileriyle konuştuk...
  Bir direnişçi Castleblair işçisinden Castleblair fabrika temsilcilerine açık mektup...
  Sun Tekstil’deki ihanet ve EMEP...
  Daimler-Chrysler’de saldırı ve sendikal ihanet!
  Ortadoğu halklarını tehdit eden İsrail’in nükleer silahları derhal imha edilmelidir
  Bültenlerden...
  5. Munzur Kültür ve Doğa Festivali başladı...
  “Yoksulluğa mahkum, yozlaşmaya teslim olmayacağız!”
  AKP treni: Eski raya yeni hız
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Gerici rejimlerin Kürt halkına yönelik ortak saldırı seferi...

Kongra-Gel’in 1 Haziran çıkışının
anlamı ve etkileri

Kongra-Gel 5 yıldır sürdürdüğü tek taraflı ateşkesi 1 Haziran’da noktaladığını, fakat bunun meşru savunma temeli olduğunu açıklamıştı. Yani HPG güçleri ancak kendilerine yönelik bir saldırı olduğunda kendilerini savunacaklardı. Nitekim Kongra-Gel ve HPG yetkilileri, devlet güçleri saldırmadığı koşullarda çatışma yaşanmayacağını sık sık vurgulayarak, kararın pratik anlamını da net bir şekilde ortaya koydular.

Böyle olduğu halde, Kongra-Gel güçleri başlangıçta birkaç baskın ve eylem yapmaktan kendilerini alamadılar. Zira “Ateşkesi bozarız, savaş başlatırız” sözleri 5 yıl boyunca o kadar sık tekrarlanmıştı ki, gelinen yerde artık bir hükmü ve inandırıcılığı kalmamıştı. “Savaş başlatma” tehdidini en son 2003’ün sonlarına somut tarih vererek gündemleştirmişlerdi ve bundan da bir sonuç çıkmamıştı. Bu sefer açıklamaya bir kuvvet kazandırmak, 5 yıl boyunca sergilenen ciddiyetsizliğin inandırıcılıkta yarattığı tahribatı gidermek için, “meşru savunma” mantığıyla tezat oluşturacak birkaç eylem yapmak ihtiyacı duymuş olmalılar.

Bunların NATO Zirvesi’ne yaklaşık bir ay kala gerçekleşmesi bilinçli bir tercihten kaynaklanmaktadır. Türkiye’de emperyalist savaş karşıtı duyarlılık, NATO karşıtı eylemler biçiminde giderek yaygınlık kazanmıştı. Toplumun ileri kesimlerinde göze çarpan bir hareketlilik vardı. Liberal-reformist Kürt önderliği, Kürdistan’da savaşın yeniden başladığını öne çıkararak bu hareketliliği değerlendirmeye çalıştı. Nitekim Türkiye’nin çeşitli renklerden reformist solu ile Kürt orta ve üst sınıfları üzerinden bunu belli ölçülerde başardı da sayılır. Fakat bu, yalnızca daha asli bir hedefe bağlı olarak ele alınabilecek bir başarıdır.

Kongra-Gel ateşkesi noktalamak için Haziran ayını seçerek, esasta Kürt sorununda temel çözüm gücü olarak gördüğü emperyalist devletlere mesaj vermek istemiştir. Özetle; Türkiye’de Kürt sorunu tüm yakıcılığını korumaktadır, Kongra-Gel savaş yürütme gücüne sahiptir, istediği zaman Kürt kitleleri çeşitli biçimlerde harekete geçirebilmektedir, bütün bunlardan ötürü çözümün yegane adresidir gibi bir anlama sahip bu mesaj. Emperyalizmin Irak saldırısı ve işgali, son olarak NATO Zirvesi karşısında pasif kalarak, dahası üstten yapılan açıklamalarda BOP’a arka çıkarak, ABD emperyalizminin saldırganlığını Kürtler için hayırlı gördüğünü saklamayarak, emperyalistlerden beklenti içinde olduğunu da aynı mesaja eklemiştir. Fakat bunların emperyaistler nezdinde, özellikle ABD için bir kez daha hiçbir öneminin olmadığını gerek NATO Zirvesi, gerek sonrasında AB emperyalistlerinin DEP’lilere yönelik tavırları yeterli açıklıkta göstermektedir.

Öte yandan Kongra-Gel’in ateşkesi bitirme kararı ve ardından yaptığı birkaç silahlı eylem Türk devletinin de işine yarıyordu. Bilindiği gibi, sermaye iktidarının NATO Zirvesi hazırlıkları aylar önce başladı. Türk devleti zirveden beklentilerini olabildiğince açık dillendirmekten de geri durmadı. Diğer şeylerin yanısıra, emperyalist efendilerinden, özellikle de ABD’den Kongra-Gel’e ilişkin büyük beklenti içindeydi. Irak’a saldırı sürecinde ve işgal boyunca yaptığı onursuzluklar karşılığında, ABD’den Kongra-Gel’in Güney Kürdistan’daki silahlı güçlerinin tasfiye edileceği sözünü koparmıştı. Kongra-Gel’in ateşkesi bitirme kararı ve başladığı eylemler, böylece adeta TC’nin saldırganlığı tırmandırmasının da startı oldu. Bir yandan 9 Haziran’da gerçekleşen DEP’lilerin tahliyesi ve ‘k&uum;ltürel zenginliklerimiz’ yayınıyla hem iç kamuoyuna hem de emperyalist şeflere “demokratikleşmedeki samimiyet”ini ispatlayacak, diğer yandan askeri gücünü harekete geçirip gerilla katliamlarını artırarak “terörün” ciddi bir tehdit olarak sürdüğünü gösterecekti.

Bütün bunlara rağmen gerek AB’li emperyalistlerin, gerekse Bush’un “terör tehlikesi”ne dair bir-iki açıklaması ve Bush’un Kongra-Gel sorununu kukla Irak hükümetine havale etmesi dışında, NATO Zirvesi’nden somut bir şey çıkmadı. Türk devletinin bir ihtimal de olsa Amerika’nın Kongra-Gel ile ilgili verdiği sözü güncelleştireceği beklentisi, ABD’nin şamaroğlanına dönmüş bir uşağına pek de yakışıyordu. Neticede, bir uşağın çıkarları gerektiriyor diye efendisinin kendi çıkarlarından, bu bağlamda Ortadoğu oyununda hep kullandığı Kürt kozundan vazgeçebileceği gibi, ancak onursuz bir uşağa yakışacak boş bir hayaldi bu.

Kürt halkına karşı TC-Suriye-İran ittifakı

Suriye ve İran üzerinden yaşanan gelişmeler, Türk devletinin bu beklentiyi artık bir kenara bıraktığını gösteriyor. Her iki gerici rejim, Bush’un bir konuşmasındaki tehditleri üzerinden her iki ülkede neredeyse eş zamanlı patlak veren Kürt isyanlarının ardından, egemenlikleri altındaki Kürtlere karşı tutumlarını sertleştirmişlerdi. İran ve Suriye’deki Kürt isyanları, bu iki ülkenin egemenleri için doğal olarak Irak’taki işbirlikçi Kürt önderliklerinin savaş ve işgal sırasındaki tutumlarını çağrıştırdı. Türk devleti kadar şiddetli tepkilere konu etmeseler de, Irak’ta işbirlikçi Kürt önderliklere yaslanılarak oluşturulabilecek bir Kürt devletinden onlar da aynı oranda korkmaktadırlar.

Dolayısıyla İran ve Suriye’deki gerici rejimler Kürt kozunun kendilerine karşı oynanmasını bertaraf etmek, hem de “teröre karşı mücadele” ettiklerini ortaya koymak, böylece ABD sistemine yaranmak için kendi egemenlikleri altındaki Kürtler’e yöneldiler. Fakat bu kadarı ABD’nin Kürt kozunu oynamasını engellemeyeceği için, Amerikan emperyalizminin bölgedeki en önde gelen uşaklarından biri olan Türk devletiyle işbirliği kurmak yoluna gittiler. Onlara göre hem Kürt kozunun Irak’taki gibi oynanmasını engellemenin, hem de Amerikan şerrinden kurtulmanın yolu buradan geçiyor. İran ilk kez 5-6 ay önce Kongra-Gel güçleriyle çatışmaya başladı. PKK’li olarak yakaladığı kişileri Türkiye’ye iade etti. Suriye, Kongra-Gel de içinde olmak üzere tüm Kürt partilerinin faaliyetlerini yasakladı. Türk devleti ise NATO Zirvesi’nden snra bu iki devletle ilişkilerini Kongra-Gel’le mücadele kapsamında daha da ilerletti.

ABD’nin işine gelmese de, Türkiye, İran ve Suriye arasında Kongra-Gel ismi öne çıkarılarak, gerçekte her üç parçadaki Kürtlere karşı ortak bir savaş başlatılmış durumda. Her biri Kürt halkını baskı altında tutan ve Kürt sorununu düne kadar birbirlerine karşı kullanmaya çalışan bu üç gerici rejim, ABD başta olmak üzere tüm emperyalistlerin Kürtler üzerinden oynama imkanını ortadan kaldırmak için Kürt halkına karşı ortak bir cephe kurdular. Bunu, ABD’den umudunu kesmiş olan TC’nin, aslında onların çıkarlarıyla da örtüştüğü için, iki komşusu ile birlikte Kongra-Gel’i tasfiye etmeye çalışması olarak ifade etmek de mümkün.

Elbette cephenin komutası Türk devletindedir. Çünkü Türkiye’deki Kürt sorunu öteden beri İran ve Suriye’dekiyle kıyaslanmayacak derecede öne çıkmıştır. Ayrıca Türk devletinin İran ve Suriye gibi ABD’nin hoşgörüsünü kazanmak, bizzat bunun için emperyalizmin bölgedeki başlıca uşaklarından birini atlama tahtası olarak kullanmak gibi bir sorunu da yoktur. Dahası Kongra-Gel öncelikle Türk devleti için bir sorundur. Sermaye iktidarı bütün bunların açık bilinciyle hareket ediyor.

TC’nin yegane çözümü inkar,
imha ve asimilasyondur

Türk devleti için mesele Kongra-Gel’in silahlı gücünün tasfiyesi olsaydı, şüphesiz bu denli zorluk yaşamazdı. İmralı tasfiyeciliğine, bu çizginin devlete yedeklenmek için sarfettiği tüm çabaya rağmen, Türk egemenleri, özellikle burjuvazinin sınıfsal çıkarlarının bekçisi ve devlet geleneğinin başlıca temsilcisi olan ordu, Kürt sorununun sistem için kabul edilebilir herhangi bir çözümünü bile bir sorun olarak görmektedir. Zira Kürtlere dil-kültür çerçevesinde bile belli hakların tanınması, Kürt ulusunun kendi kaderini özgürce belirleme “tehlikesi”ni hep gündemde tutacak, “bölünmez devlet-tek millet” felsefesiyle inşa edilen TC’nin bölünmesi korkusuyla yüzyüze bırakacaktır. Türk devletinin Kürt sorununda çözüm olarak görd¨ğü tek yol inkar ve asimilasyondur. Bu ise onun en temel handikabıdır. Yani çözümsüzlük hiç de kendinden menkul bir devlet geleneğinden kaynaklanmıyor. Sermaye iktidarı açısından dört parçadaki Kürt sorununun böyle bir mantığı olduğu içindir ki, sermaye çevrelerinden kimileri de, Türkiye’deki parçaya yaslanarak diğer parçalardaki Kürt topraklarına el atmayı bi yol olarak görebiliyorlar.

Şayet Türk devleti Kürt sorununun başına açacağı işler konusunda bu denli net bir bakışa sahip olmasaydı, teslimiyet çukuruna düşürdüğü liberal-reformist Kürt önderliğine yaslanarak, aslında kendi çıkarlarına da uygun olan İmralı platformuna (anayasal vatandaşlık, dil ve kültürel hakların tanınması vb.) çoktan razı olurdu. Oysa İmralı’dan yükselen tüm yakarışlara, yapılan tüm “hizmetler”e rağmen inkar, imha ve asimilasyon politikasından milim sapılmıyor. Türk devleti, Kürt halkındaki tüm özgürlük umutlarını söndürmek, tüm mücadele dinamiklerini yoketmek için her imkanı değerlendirmeye çalışıyor. Örneğin esasta AB’den müzakere tarihi almak niyetiyle yaptığı yasal düzenlemeler, Kürtçe kurs, DEP’lilerin tahliyesi, TV yayını gibi göstermelik adımlar üzerinden hem mücadeleyle zaten fiilen kullanılan kazanımlar kötürümleştiriliyor, hem de herbir adım bizzat Kürt halkına yönelik yeni saldırı silahı olarak devreye sokuluyor.

Kongra-Gel’in fiziki imhası Türk devletinin tek seçenek olarak gördüğü inkar-asimilasyon siyasetiyle yakından ilişkilidir. Ne acıdır ki Kürt halk kitleleri Kongra-Gel’in silahlı güce sahip olmasını bir umut olarak görebilmektedirler. O yüzden Kongra-Gel’in “savaş kararımız yok” biçimindeki tüm resmi açıklamalarına rağmen, sanki Kongra-Gel savaş başlatmış da, TC’yi İmralı platformuna zorlamak için demokratik alandan da “barış” çağrılarını yükseltmek gerekiyor biçiminde hareket ediliyor. Mücadele isteğini daha fazla kıran boş bir çabadan başka bir anlamı taşımıyor bu.

Gerçekte savaşı tırmandırma kararı veren Kongra-Gel değil, Türk devletidir. Kongra-Gel güçlerinin 1 Haziran konusunda yaptıkları açıklama ve ilk eylemleri sadece Türk devletinin kirli savaşındaki cephe gerisini hizaya çekmesine iyi bir malzeme olmuştur. Ateşkesi bitirme kararı ve ilk eylemler, Kongra-Gel’den çok, objektif olarak ordunun işine yaramıştır. Bütün bunlar öyle bir ihtimale kuvvet kazandırsa da, şu an için Kongra-Gel’in çıkışının Genelkurmay merkezli olduğunu söyleyebilecek durumda değiliz. Fakat şurası açık ki, Kürt illerinde Kongra-Gel güçlerine yönelik katliamlar sayesinde Genelkurmay “terör de, teröre karşı savaş da sürüyor” propagandasını yükseltmiş, böylece iktidar içindeki konumunun silikleşmesinin görüntüden ibaret olduğunu daha açık biçimde ortaya koyma olanağ bulmuştur.

Genelkurmay kirli savaş cephesini hizaya soktu

Bu çerçevede Genelkurmay 2. Başkanı’nın 8 Temmuz tarihli “Basını bilgilendirme toplantısı”ndaki açıklamalardan Kürt sorunu ile ilgili olanların belirgin bir şekilde öne çıkarılmasının bir mantığı var. Açıklamalarda; ABD’nin Kongra-Gel ile ilgili verdiği sözler hatırlatılıp sitem ediliyor, Kerkük’ün Türk devletinin iç güvenliğiyle de ilgili bir sorun olduğu belirtiliyor, TSK’nın Güney Kürdistan’daki varlığının “PKK unsurlarına endeksli olduğu” söyleniyordu. Bunlar zaten bilinen klasik söylemler. Burjuva medyanın öne çıkardığı konu ise, Genelkurmay’ın eski DEP milletvekillerinin tahliyeden sonraki faaliyetlerinden rahatsız olması ve devlet bürokrasisini gerekli önlemleri almakta tereddütlü davranmakla suçlamasıydı.

Bunun üzerine Emniyet Genel Müdürlüğü, DEP’lilerin tüm miting, toplantı ve açıklamalarının izlenerek suç oluşturacak delillerin toplandığını, zamanında savcılıklara ve Yargıtay başsavcılığına ulaştırıldığını, suç duyurularında bulunulduğunu açıklama gereği duydu. Yargı da kendi cephesinden süreci başlattı. Demek ki ortada bürokrasinin “tereddüdü” filan yoktu. Ordunun bunlardan habersiz olabileceği düşünülemez. Nitekim uyarının bürokrasiye değil de hükümete olduğu, “Bu konulara ilişkin hukuki mevzuatın, idare tarafından uygulanmasında bazı eksiklikler olduğu düşünülmektedir” sözlerinden açıkça görülüyor.

Fakat biliyoruz ki AKP, Kürt sorunu konusunda kendinden önceki hükümetleri aratmayacak, hatta birçok bakımdan geride bırakacak bir inkar politikasının sahibidir. Bu çizgi, yakın dönemlerde Erdoğan’ın “düşünmezseniz Kürt sorunu yoktur” sözleriyle en çarpıcı biçimde dile getirilmişti. Bu da bir şeyleri açıklamaya yetmiyorsa, Kasım 2002’den bu yana geçen sürede Kürt halkına yönelik saldırılar, estirilen terör, tırmandırılan şovenizm durumu açıklar herhalde.

1 Haziran’dan sonraki gelişmeler ise cabası. AB ile flörtün ihtiyaçları çerçevesinde 9 Haziran’da DEP’lilerin tahliyesi ve “kültürel zenginliklerimiz” adı altında sahnelenen iki komediden birkaç gün sonra AKP cenahından iğrenç bir şekilde yükselen Kürt düşmanlığı da hala hafızalarda. Demek ki idarenin eksiklikleri üzerine Genelkurmay’ın kestiği ahkamın, hükümetle süregelen it dalaşında içi boş bir gerekçe olmaktan başka bir anlamı yok.

Gene de bu sözler boşuna sarfedilmedi. Ortada iki gerici komşunun da desteği ile Kongra-Gel merkeze konularak Kürt halkına karşı savaşın yeniden tırmandırılması gibi bir durum vardı. Kıyıda köşede ihmal edilen bazı düşünceler, Kürtler’e haklarını hatırlatacak ifadeler, bu çerçevede örneğin Eğitim-Sen tüzüğündeki anadilde öğrenim maddesi gibi “aymazlıklar” giderilmeliydi. AB’yle uyum çerçevesinde yapılan düzenlemelerin “Kürt kökenli vatandaşlarda” farklı beklentilere, ya da örneğin “kırıntı da olsalar bu hakları zamanında verdiğimiz devrimci mücadele sayesinde kazandık” düşüncesine yolaçmaması sağlanmalıydı. Bunların yanısıra Genelkurmay öncelikle 1 Haziran ile başlayan süreçte tüm kirli savaş cephesinin ve desteklerinin hizada durması gerektiğine işaret etmiş oluyrdu.

İkinci olarak, liberal-reformist Kürt önderliğine, bu çerçevede eski DEP milletvekillerine, teslimiyet çizgisinden milim sapmalarının ne tür akibetler doğurabileceği hatırlatıldı. Teslimiyet karşılığında, fakat esasta AB ile ilişkiler kapsamında atılan kırıntı bile denilemeyecek adımların, teslimiyeti daha da derinleştirmekten başka bir işlevinin ve bunun dışında bir kullanımının olduğu düşünülmemeliydi.

Mesajın üçüncü boyutunu ise, doğal olarak ordunun Kürt halkına yönelik düşmanlığının sürdüğünün hatırlatılması ve bildik gözdağının yinelenmesi oluşturuyor.

Kürt halkı gözüne çekilen perdeyi
bir an önce yırtmalıdır

Haziran başından beri yaşanan bu gelişmeler, Kürt halkının Türk devletinden, ABD ve AB emperyalizminden beklentilerinin ne denli dayanaksız olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Keza dostu-düşmanı, içteki ihaneti anlayıp bilince çıkarmak bakımından da anlamlıdır. PKK devrimci bir çizgide mücadele ediyorken ona karşı hasmane bir tavır sergileyip ancak İmralı ihanetinden sonra Kürt halkının dostluğuna soyunanlar, şimdi savaşı tırmandıran, kulak-burun-dudak kesen Türk devleti olduğu halde, Kogra-Gel’e ateşkes çağrısı yapıyorlar. İmralı çizgisinin Kürt halkının mücadele azminin kırılması, örneğin emperyalist savaşa değil ama özgürlük savaşına yabancılaştırılması için gündeme getirdiği “savaş karşıtı” kampanyada ön sıralarda duruyorlar. Burjuvazinin demokrat geçinenleri ve derin devlet “aydınları”yla aynı epheden, Kürt halkını, “teröre” destek vermemesi, yoksa büyük acılar çekeceği konusunda uyarıyorlar. Böylece Türk devletinin Kongra-Gel üzerinden yarattığı tahribatı daha da derinleştirmeye çalışıyorlar. Zira AB yolu, Kürt halkının mücadele dinamiklerinin tümden kırılmasından, özgürlük umutlarının tümden sönmesinden geçiyor.

Kürt halkına önderlik iddiasını elden bırakmayan İmralıcılar’ın hali ise içler acısıdır. Şartlı teslimiyeti seçmiş oldukları halde, ki bu şart affedilerek yasal siyaset yapmaktan ibarettir, ne Türk devleti ne de AB-ABD emperyalistleri tarafından muhatap alınıyorlar. Kendilerine, af dilenmeye, kırıntılar koparmaya yeltenmek için bile öncelikle silah bırakmak dayatılıyor. Bu kadarla da bitmiyor. Bağımsız bir devlet olmadığı halde binlerce yıldır varlığını koruyan bir halkın tüm umutlarını yoketmeleri, tüm özgürlük hayallerini kırmaları, uzun vadeli bir hedef de olsa Kürt halkının asimilasyonuna doğru gidecek yolu açmaları dayatılıyor. Bunu açıkça kabul etmeseler de, güncel planda izledikleri çizgiyle Türk devletinin işini hayli kolaylaştırdıkları tartışmasızdır.

Kürt halkının yakasına yapışan bütün bu musibetlerden kurtulması elbette kolay değil. Dolayısıyla Kürt halkına yönelik kirli savaş seferine karşı mücadele etmek, öncelikle her ulustan Türkiye işçi sınıfı, emekçileri ve gençliğinin payına düşen bir sorumluluktur. İlkin bu, halkların kardeşliği ilkesinin bir gereğidir. İkincisi ise, işçi sınıfı ve emekçiler cephesinden Kürt halkına verilecek bu yönlü bir destek, onun kendi iç dinamikleriyle yırtmakta zorlandığı yalanlar perdesinin yırtılmasını kolaylaştıracak, böylece sermaye iktidarına karşı devrim davasının temel önemde bir gücünü oluşturan Kürt işçileri, emekçileri, gençliği ve yoksul köylüsü yeniden kazanılacaktır.