08 EKİM 2005 Sayı: 2005/40 (40)

  Kızıl Bayrak'tan
  AB hayallerinin çöküşü ve AB'ye hizmette buluşanlar
  AB ile müzakere süreci başladı.
  Gençlik geleceğine sahip çıkıyor
  Meclis yeni saldırılar için işbaşı yaptı
  "Sosyal Güvenlik Reformu" uygulanmadan iflas etti
Erdemir'de yağma savaşının galibi OYAK
Özelleştirme gelirleri sermayenin derdine derman olabilir mi?
  Özelleştirme saldırısında yeni hamleler
  Devlet terörü her yerde
  Tarımda yıkım ve emekçi köylülük
  Milliyetçilikler kıskacında sendikacılık ve sınıf mücadelesinde "D"İSK / Y. Akkaya
  Demokrasi mücadelesi ve Kürt sorunu/3 (Orta sayfa)
  Fransa'da onbinlerce emekçi grevde
  Kapitalist düzende parçalanmış insan cesetleri de "para eder"!

  İran yine hedef tahtasında!

  Suriye yine hedefte!
  Kürdistan sorunu, çözüm dinamikleri ve handikapları/2
  Büyükçekmece İşçi Kurultayı hazırlık çalışmalarından
  Emekçi Kadın Buluşması gerçekleşti.
  Emekçi Kadın Buluşması; Taleplerimizi kazanmanın yolu mücadeden geçiyor!
  Bültenlerden / Kamu Emekçileri Bülteni
  Savaşsız bir dünya sosyalizmle gelecek!
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Savaşsız bir dünya sosyalizmle gelecek!

1982 Anayasası'na göre askerlik vatan hizmeti içinde görülmektedir. Anayasa'nın vatan hizmeti başlıklı 72. maddesi şöyledir: “Vatan hizmeti her Türk' ün hakkı ve ödevidir. Bu hizmetin silahlı kuvvetlerde veya kamu kesiminde ne şekilde yerine getirileceği veya getirilmiş sayılacağı kanunla düzenlenir.” Bu kanun, kamusal veya özel hayatımızın her anına hükmedecek, yaşamamızın her parçasını militarize edip hücreleştirecek denli büyük bir güce sahiptir. Bu kanunun aksine bir davranış ise şiddetle cezalandırılır.

Bu mesele Mehmet Tarhan'ın vicdani/total retçiliğini açıklamasının üzerine kamuoyu nezdinde tartışılır bir hale geldi. Askere gitmeyi ahlaki tercih, dini inanç ya da politik nedenlerle reddetmek vicdani ret anlamına gelmektedir. Total ret ise, askerlik hizmeti yerine öngörülebilecek herhangi bir “sivil” alternatifi de reddetmek anlamına geliyor. Militarizm, sadece askerliği değil, toplumsal yaşamın ve ilişkilerin özüne sirayet etmiş olan tüm hiyerarşik ve ayırımcı ilişkiler ağını da içerir.

Türkiye Cumhuriyeti devleti, vicdani reddin bir hak olduğuna ilişkin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 4/3-b maddesini 1954 yılında imzalamıştır. Vicdani reddi savunmanın bir suç olmayacağına ilişkin ilk karar ise Aralık 1997'de verilmiştir. Türkiye'de, vicdani reddi ancak kadınlar ve askerlik yapmış erkekler savunduğunda dava açılmamakta, askerlik yapmamış ya da yapar konumdaki insanlara karşı ceza uygulaması sürdürülmektedir.

Anayasa'nın 155. maddesine göre; “Geçen maddelerde yazılı olan ahval haricinde kanunlara karşı gelmeye halkı teşvik ile memleketin emniyetine tehlike ivas edecek surette makale nesir edenler ve halkı askerlikten soğutmak yolunda neşriyatta veya telkinatta bulunanlar yahut umumi bir içtimada veya nasın toplandığı yerlerde bu suretle nutuk irat edenler iki aydan iki seneye kadar hapis olunur ve bunlardan 4500 liradan 36.000 liraya kadar ağır cezayı nakdi alınır.”

1993 yılına dek “halkı askerlikten soğutmak” bir terör suçu olarak fiilen Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nin (DGM) görev alanında kabul ediliyordu. 1993'ten bu yana ise bu suç Türk Askeri Ceza Kanunu'nun (TACK) 58. maddesi ile ilişkilendirilmekte ve “vatana ihanet” kapsamında ele alınarak görevli mahkeme olarak askeri mahkemeler kabul edilmektedir.

Mehmet Tarhan 27 Ekim 2001 tarihinde vicdani reddini deklare etmiş, bu nedenle devletin ve şoven kamuoyunun baskısı ile karşılaşmıştı. “Şiddetten arınmış, iktidar hesaplarından uzak, sınırsız ve doğayla barışık bir insanlığın özleminde” olduğunu, bu nedenlerle askerlik yapmayacağını, şiddet uygulamayacağını, savaşlara karşı olduğunu açıklamış ve buna dayanarak askeri elbiseyi giymediğinden 10 Nisan 2005 tarihinde tutuklanmış, hakkında “toplu erat karşısında emre itaatsizlikte ısrar” suçlamasıyla ilk dava açılmıştır. Mehmet Tarhan tutuklandığı günden itibaren cezaevi idaresinin ve mahkumların yoğun baskısına ve şiddetine maruz bırakılmıştır.

Sivas Cezaevi'nde mahkumlar eliyle yaşanan saldırıların ardından 30 Eylül'de Mehmet Tarhan'ın saçı ve sakalı zorla kesildi. Mehmet Tarhan saç kesimi işkencesi nedeniyle yaralandı ve sivil doktor kontrolü ve adli tabipten rapor alınarak işkencenin kayıt altına alınması ve sorumlulara karşı hukuki süreç başlatılması talepleriyle süresiz açlık grevine başladı. Mehmet'e yapılan bu işkencelere engel olmak isterken darpa uğrayan Ali Güler isimli tutuklu da açlık grevine başladı. En son 3 Ekim günü Mehmet Tarhan ve Ali Güler'in koğuşları darmadağın edilerek boşaltıldı. Şu anda penceresiz hücrelerde kalıyorlar.

Ali Güler'in olayı Savcılığa yazdığı dilekçe ile bildirme isteği tehditlerle karşılandı. Olayların ardından avukatları Mehmet'in sivil adli tıbba sevki konusunda komutanlığa yazdıkları dilekçeye karşılık olarak, cezaevi müdürü cezaevindeki nöbetçi astsubayı arayarak Mehmet'i askeri hastaneye sevketti...

Mehmet Tarhan'ın özlemini duyduğu barış dolu savaşsız bir dünya ancak bu eşitsizlik ve sömürü düzeninin ortadan kaldırılması yoluyla mümkündür. Emperyalist-kapitalist dünyaya karşı açacağımız savaş güzel günlerin yaratılmasının ilk adımı olacaktır. Bu anlamda vicdani retçi hareketlerle esasta anlaşmamız sözkonusu olamaz. Fakat eylemin militarizme yöneltilmiş olması nedeniyle sistem tarafından eylemcilerin işkenceye maruz bırakılması teşhir edilmelidir.

------------------------------------------------------------------------------------------

Bir reklam afişinin düşündürdükleri…

Hürriyet gazetesi nedir?

Hürriyet gazetesinin başlattığı reklam kampanyası gerçekten ilgi çekici. Alt alta dizilmiş iki kelimeden oluşan yirmiyi aşkın cümle ve insanın aklına takılan yüzlerce soru. Reklam kampanyasının afişlerinden anlaşıldığı kadarıyla kampanyanın ana fikri, Hürriyet gazetesinin her kesimi kucaklayan, toplumdaki her sınıfın sözcülüğünü yapan, çıkarlarını savunan bir gazete olduğu ve barış, adalet, demokrasi ve benzeri değerlere sahip çıktığı. Kırmızı ve beyaz renklerin hakim olduğu reklam afişi, gören herkesin birkaç dakikasına maloluyor. Tek bir afişe bu kadar çok mantık hatası sığdırabilmek ve hürriyet sözcüğünün karşısına nasıl eşitlendiği anlaşılamayan kelimeler sıralamak, reklamı fazlasıyla ilgi çekici kılıyor.

Bir burjuva gazetenin ilkesel değerleri

Öncelikle bir burjuva gazetenin hangi barışı, kimin adaletini ve nasıl bir demokrasiyi savunacağı tartışmaya konu edilmelidir. Zira bir sermaye grubunun yatırımı ve tabii ki sözcüsü olan bir gazete ancak o sermaye grubunun izin verdiği ölçüde barışsever olabilir. İzin verdiği ölçüde ve izin verdiği zamanda. Yani Kürt ulusal hareketi sözkonusu olduğunda orduyu göreve çağırabilir, Irak işgalinde sözcüklerini özenle seçebilir. Filistin'e tarafsız yaklaşıp, salt “şurada şu kadar kişi öldü, şurası boşaltıldı” demekle yetinebilir. Yine aynı gazetenin adalet algısı, katledilen 17 devrimciye terörist sıfatını ekleyerek, kimyasal silahlarla gerçekleştirilen bir katliamı adil bulabilir. Ancak kendi zararına olan iktisadi bir değişikliği adaletsiz olarak algılayabilir. Sonra yine bir burjuva gazete için, kendi çıkarlarını savunacağı her alan demokrasi sınırları içerisinde tarif edilebilirken, Almanya'nın Özgür Gündem gazetesinin yayınını yasaklaması teröre karşı bir zafer ve alkışlanacak bir tutum olarak ilan edilebilir.

Bu durumda açık ki bir burjuva gazete ancak tabi olduğu sermaye grubunun çıkarlarına paralel bir değerler bütününe sahiptir. Bu değerlerin kendisi ilkesel olmayıp olabildiğine esnek, çıkar ve ihtiyaçlar değiştiği ölçüde söylemlerin ve haber içeriklerinin de değişmesine uygun bir zemin yaratabilmelidir. Kısacası bir burjuva gazete açısından asıl ilkesel olan, ait olduğu sermaye kuruluşunun çıkarlarıyla çelişmemektir. Burjuva gazetelerin iktidara ilişkin haberleri takip edildiğinde yanardöner olabilme ilkesi açık bir biçimde görülecektir. Sermaye kuruluşu ile hükümet partisi arasındaki ilişkinin dönemsel yakınlığına göre, gazetenin aynı kalemi, bir yazısında Tayyip'i göklere çıkartabilir, diğerinde daha önce göklere çıkardığı konuyu da kapsayan sert bir eleştiri yazısı yazabilir.

Bunun dışında bir burjuva gazetenin ilkesel olarak gözetmek zorunda olacağı diğer bir nokta ise, her koşulda, yani hükümetle ve çeşitli sermaye gruplarıyla arasındaki ilişkiye takılmaksızın, kapitalist düzeni korumaktır. Bu durumda Türkiye kapitalizmi için mutlak önemde olan bir politika demokrasiye, barışa ve adalete ne denli saldırırsa saldırsın, gazete sayfalarında aklanmak ve meşrulaştırılmak zorundadır.

Özetle, bir burjuva gazetesinin de “ilkeleri” vardır. Ancak bu ilkeler burjuvazinin ihtiyaçlarına endeksli bir esnekliğe sahip olmak ve kapitalist düzeni korumaktan ibarettir. Yani Hürriyet gazetesinin yürüttüğü reklam kampanyasının bir ayağı bütünüyle boştadır; Hürriyet gazetesi barış, adalet, demokrasi savunucusu değildir.

İşçi sınıfı ile patronların çıkarlarını aynı ağız savunamaz!

Reklam kampanyasında dikkati çeken diğer bir nokta, Hürriyet gazetesinin hem işçilerin hem de patronların sözcüsü olduğunu vurgulamaya çalışan cümlelerdir. “Hürriyet işçidir”, “Hürriyet patrondur.” Hürriyet gazetesi ne sihirli bir şeydir ki, tarih boyu uzlaşamayacak çelişkilere sahip iki sınıfı aynı anda temsil edebilmektedir? Patronlarla işçilerin uzlaşabileceği, burjuvazi tarafından sınıf mücadelesini dizginleyebilmek, işçi sınıfında sınıf atlama umudu yaratabilmek açısından yaygınlaştırılmak istenen bir algıdır. Bu açıdan reklam, bilinçli bir şekilde birbiriyle uzlaşmaz sınıfları birarada ele alarak kitlelerin bilincini çarpıtmayı hedeflemektedir.

Hürriyet gazetesinin temsil ettiği değerler tümüyle egemen olan sınıfın değerleridir.

Hürriyet gazetesi özelleştirmelere karşı mı çıkmıştır? SEKA işçilerine destek verip, Coca Cola işçilerine ön sayfada yer mi ayırmıştır? Sahi bu Doğan Medya grubu yüzlerce işçi ve emekçinin sırtından geçinmemekte midir?

Üzerine uzun cümleler kurmaya gerek yok. Zira Hürriyet gazetesi klasik bir burjuva gazetedir. Holding medyası terimini en iyi anlatan gazetedir.