25 Ocak 2008 Sayı: SİKB 2008/04

  Kızıl Bayrak'tan
   İşçi sınıfı ve emekçiler fatura ödeyen değil, ödeten olmalı!
  Sermaye devlet, Kürt emekçilerini düzene bağlamak için AKP’nin arkasında seferber oldu…
Kontrgerilla’nın Kızıl Elmacı kanadına “Ergenekon” operasyonu...
Yüzde 47’lik islami faşizm
Yüksel Akkaya
SSGSS karşıtı yürüyüş coşkuyla tamamlandı!
Türk-İş ve Kamu-Sen hükümetle anlaştı... 
  Türban tartışmaları ya da el kadar bezle yapılan yelken yarışı
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  Genç-Sen Genel Kurulu ve sonrasına dair bir çerçeve...
  Atılım ve SGD gölge dövüşü yaparak gerçeklerin üzerini örtemez!
  Gençlik hareketinden...
  Tersanelerde iş kazaları...
  Küba seçimleri ve demokrasi...
  Venezüella’da süreç, sınıf çatışmalarını sertleştirecek yönde ilerliyor!
  İsrail barışa değil savaşa hazırlanıyor!
  ABD ile batılı müttefiklerinin küstahlığına karşı Rusya’dan yeni hamleler…
  Milliyetçilik üzerine birkaç söz
M. Can Yüce
  Ankara’da “Manifesto’nun 160. yılında marksizmin güncelliği” sempozyumu...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Türban tartışmaları ya da el kadar bezle yapılan yelken yarışı

Ayşe Aydın

Önce yeni seçilen YÖK Başkanı’nın ayağının tozuyla yaptığı açıklama, ardından Erdoğan’ın yaptığı çıkışla birlikte, türban bir kez daha Ankara gündeminin ön sıralarına yerleşti.

Yine kitlelerin dikkati, düzen solunun ‘laiklik elden gidiyor’ vaveylasıyla dağıtılmaya çalışılıyor. Düzen içi kutuplaşma tekrar öne çıkarılarak, düzenin karşısında saf tutması gerekenler bu kutuplardan birine doğru çekilmeye çalışılıyor.

AKP cephesinden konu, türban konusunda uzunca süredir oyaladığı oy tabanını, yerel seçimler yaklaşmışken, tekrar kendi etrafında toplama amacıyla da kullanılıyor. Ama onların türban konusunda dört dörtlük sahtekar olduğunu söylemek de doğru olmayacaktır. Elbette, bu konuyu artık halletmek de istiyorlar. Bu açıdan türbanın ısıtılıp ısıtılıp ortaya sürülmesinde, nabız yoklama gibi bir yön de bulunuyor.

Uzunca süren koalisyon dönemlerinin ardından tek başına hükümet kurabilmiş bir partinin, ikinci seçimlerden oylarını artırarak çıkması, Türkiye’nin politika tarihinde fazla görülmüş bir olay değil. Buna Amerikan emperyalizminin desteğini ve büyük oranda bu destek sayesinde Çankaya’ya yerleşmeyi de eklediğimizde, AKP’nin devlet içindeki gücünü önemli düzeyde artırdığını saptamak zor olmayacaktır.

Bu son türban çıkışının ardından, bürokrasi içindeki kadrolaşma düzeyi hakkında da belirgin ipuçları ortaya çıkmakta gecikmedi. Yeni YÖK başkanı yüzünden zaten fazlasıyla gerilmiş olan iplerin üstünde cambazlığa soyunan kimi rektörler ve kimi Yargıtay savcıları hemen gardını aldı. CHP’nin durumu ve konumu zaten ortada. Meclis üzerinden bakıldığında CHP dışında bir muhalefet kalmamış gibi görünüyor. Diğer partiler susma tercihiyle saflarını açıklarken, MHP, AKP’den hızlı davranarak hazırladığı bir yasa teklifiyle atıldı ortaya. Karşı tarafın asıl lideri ordu ise şimdilik kavgayı izlemekle yetiniyor.

AKP için türbanın bir önemi de, savaşta kazanılmış önemli bir cephe anlamı taşımasıdır. Sözde Laik cephe de bu siyasal anlam yüzünden büyütüyor meseleyi. Yoksa laikliği dert ettiğinden değil. ABD’nin “yeşil kuşak projesi”nin Türkiye’deki en hevesli uygulayıcısı düzen solunun laiklik anlayışı, AKP ile türban kavgası yapmanın ötesine pek geçmiyor. Laikliğin altını oyma tarihinin köşe taşları, orduya dayalı faşist cunta hükümetlerinin dinci parti hükümetlerinden daha fazla imam hatip lisesi ve kuran kursu açmasıyla döşenmiş bulunuyor.

Türban davası, bugün öne çıkan yönüyle, düzen içi bir yarışmanın, dalaşmanın ifadesi olmakla birlikte, solda bir başka tartışmanın da konusu oldu. Burjuva medyanın bir resim karesi üzerinden önce magazinleştirmeye çalıştığı, ama ardından okkalı kimi köşe yazarlarının, işin ciddiyeti üzerine uyarısıyla unuttuğu, unutturmaya çalıştığı ‘türbanlı komünist’ davası, şimdilik sol içinde kalan ve çok da önemi bulunmayan bir tartışma yarattı. Ancak, AKP’nin yükselişiyle bir nevi modaya dönüşen türban vakası işçi ve emekçiler arasında da yaygınlaştığı sürece, devrimci örgütleri de düzeni de daha çok meşgul edecek gibi görünüyor.

Bugün AKP’nin türbanı ve türbanlıları üzerine bu kadar gürültü koparanlar, bu aynı kitleler yüzünü devrime dönmeye başladığında gerçek korkularıyla yüzleşecek. Aralarındaki kayıkçı dövüşünü bırakıp, laiki dincisi elele vererek karşı devrim saflarındaki yerlerini alacaklar. Halihazırda aynı safı oluşturdukları halde, türban türünden sahte kavgalarla bunu gizlemeyi başarabiliyorlar. Fakat düzen ve devrim arasındaki savaş kızıştığında bunu başarmaları mümkün olmayacaktır. Çünkü artık o zaman bugünkü aynı araçları aynı şekilde kullanma imkanları kalmayacaktır.


8 asker devlet ve düzen ordusu için sorun olmaya devam ediyor!

Dağlıca’da PKK’ye esir düşüp, iade edildikten sonra bu kez sermaye devleti tarafından esir alınan 8 er, sermaye devletine sorun olmaya devam ediyor.

PKK kampındaki ‘misafir’liklerinin ardından TSK’da sorgulanma süreçleri erlere yeterli hayat dersini vermiş olmalı. Böyle olmalı ki, bunlardan PKK aleyhine açıklamalar alamıyor, yayamıyorlar. Gene de, haklarında hazırlanan 1000 sayfaya yakın iddianamede, asıl olarak 2 Kürt genci, daha özelde de Mardinli er Ramazan Yüce suçlanıyor.

Savcılığın hazırladığı bin sayfaya yakın iddianame, buna benzer her durumda olduğu gibi hukuk ihlalleri üzerine inşa edilmiş kumdan bir kaleyi andırıyor. En başta, sanıkların sorguda avukat bulundurma hakkının ihlali üzerinden, alınan ifadelerin hukuken delil teşkil etmediği, Yüce’nin avukatı tarafından açıklanmış bulunuyor.

Zaten konu, her gün başka bir kaynaktan yeni bir açıklamaya vesile oluyor. Er Yüce, hakkındaki iddiaları yalanlayan açıklamalar yapıyor. Genelkurmaysa basını tehdit eden açıklama yapıyor. Bu arada Kürt hareketi de askere gitme çağrılı açıklamalar yapıyor ve benzeri...

Genelkurmay’ın 19 Ocak’ta yayınladığı basın açıklaması, bir yandan 8 askerin Türkiye’de başına gelenleri eleştiri konusu yapanları tehdit ederken, diğer yandan ordudaki zaafiyetleri örtecek övünmeler içeriyor. ‘Dağlıca’da aynı zamanda, hain bir saldırının 12 vatan evladının kan ve canları pahasına püskürtülerek, bir fedakarlık örneği sergilendiği gözardı edilmektedir‘ yakınması bunu anlatıyor. Ancak bu fedakarlık örneğinin nasıl oldu da 8 askerini bırakıp kaçtığını açıklamıyor.

Hakeza, açıklamada yeralan, ‘’Köklü bir özeleştiri ve geri besleme geleneğine sahip Türk Silahlı Kuvvetleri‘, ‘Türk Silahlı Kuvvetlerinin bu tavrı, onun özgüveninin ve hukuka duyduğu saygının en açık göstergesidir‘ türünden sözler de yine olaya ilişkin zaafiyeti açıklamadığı gibi, üstünü örtme gayretinden başka bir şey ifade etmiyor.

NATO’nun ikinci büyük kuvveti, bölgenin en büyük ordusu gibi övünmelerin ve PKK’ye yönelik “3-5 çapulcu” karalamalarının üstüne, o “üçbuçuk çapulcuya” nasıl oldu da 8 erini esir bıraktığını ne anlama ne de açıklama ihtiyacı duyuluyor. Bu olayla çatır çatır çatlayan karizmasını düzeltmenin yolunu, yine o karizmayı kendi elleriyle parçalayacak yöntemlerde arıyor. Erlerin geri verilmesini büyük bir üzüntüyle karşıladıklarını, ‘keşke ölseler/öldürülselerdi’ demeye gelecek açıklamalarla ortaya seriyorlar. Bunu, erlerin orduda sorguları izliyor. Şimdi de mahkemelerde süründürülmeleri, tüm hukuk kurallarını (ki bunlar kendilerinin yazdıkları kurallardır) ayaklar altına alarak erlere yönelttikleri suçlamalar gündemde.

Bütün bu gelişmelerden sonra, Kürt hareketinin ‘askere gitmeme” çağrısı Kürt gençleri nezdinde anlamını bulacaktır. Çağrıda yer verilen, ‘Şu anda ordudaki tüm Kürt askerler yoğun ve görülmemiş bir baskı altında PKK ile ilişki içinde olmakla suçlanıyorlar. Bu son olayla birlikte görüldü ki hiçbir Kürt askerinin can güvenliği Türk ordusunda bulunmuyor‘ ifadeleri, somut bir gerçeği anlatmanın yanısıra, TSK’nın yaşadığı büyük handikap hakkında da ipuçları veriyor.

Kürt yok Türk var, o halde şu yaşa gelmiş tüm erkek yurttaşlar vatani görevlerini ifa etmek üzere orduya katılacaktır. Ancak o ‘vatani görev’ uzunca zamandır Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaşın piyonluğunu yapmak olduğuna göre, Kürt gençler ne yapacak, daha önemlisi, silah altına aldığı bu Kürt gençlerini TSK ne yapacaktır? Eline silah verse bir türlü, vermese başka türlü sorun. Erlerin eline verdiği silahların ne zaman rütbelilere çevrileceğinden asla emin olamayacaklar.

Dünya devrim tarihi, özellikle de Büyük Ekim Devrimi, silah altına alınmış işçi ve köylü gençlerin, büyük gün geldiğinde o silahları devrim için, düzenin ordusuna karşı kullanmayı bildiğinin kanıtlarıyla doludur. Dolayısıyla, TSK’nın çıkmazı sadece Kürt gençler cephesinden değil, aynıyla hatta daha fazla, her iki ulustan işçi ve emekçi gençler cephesinden geçerlidir.