1 Şubat 2008 Sayı: SİKB 2008/05

  Kızıl Bayrak'tan
  Bahar dönemini kazanmak için birleşik devrimci direniş!
  TİSK’in işsizlik raporu...
Çete operasyonları neyi anlatıyor?
Bu devlet yalnızca işkencecilerin,
katillerin “baba”sıdır!
AKP gerisinde ordunun da olduğu bir oyunla türbanı sahneye sürüyor…
Zenginlerin insancıl kapitalizmini değil,
“başka bir dünya” istiyoruz!..
  Dağıtım tekellerinin son saldırısı konusunda devrimci yayınların temsilcileri ile konuştuk…
  Kriz kapıda, sendikalar nerede?
Yüksel Akkaya
  SSGSS karşıtı faaliyetlerden...
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  Emekçi Kadın Kurultayı sözcüsü Meltem Aydın ile kurultaya ilişkin konuştuk...
  Grev ve direnişlerde işçi kadınlar!
  GİSBİR’in “ortaklaşa rekabet” projesine karşı tersane işçilerinin ortak projesi: Grev!
  Nokia patronlarını geriletmek için grevden başka bir seçenek yok!
  1967’den 2000’e FHKC Genel Sekreteri George Habbaş...
  Teslimiyet reddedildi, emperyalist–siyonist abluka delindi!
  Ortadoğu’da tanrı suskun!
Abu Şehmuz Demir
  1980 Tariş Direnişi: Faşizme karşı ileri! Volkan Yaraşır...
  Yargısız infaz talimatı!
M. Can Yüce
  Bir özelleştirme öyküsü: TEKEL
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Ortadoğu’da tanrı suskun!

Abu Şehmuz Demir

Batılılar,  Kudüs “Yahudiye çölü tanrı orada konuştuğundan beri suskun” anlayışıyla hareket etmektedir. Bu anlayışa sahip Batı merkezleri, “Araplar ilkel bir halktır; Kutsal Kitap şiiri Lübnan toprağına kazınmıştır. Hz. İsa ile Filistin ilişkisi Rousseau (Fransa) ile Cenevre (İsviçre) arasındaki ilişkiye benzer ve bu Arap diyarı mucizeler diyarıdır...”1  vb. diyerek Şark’ın önemine değinip dururlar. Şark’ın alt kıtasında ve Akdeniz havzasında Arap dünyasının kalbine bir çıban gibi yerleştirilen İsrail’in bekası için emperyalist haramilerin başı George Bush, başkanlık döneminin son yılında, diğer ABD başkanlarının yaptığı gibi Ortadoğu’ya geldi.  Bush ve başını çektiği emperyalist Batı merkezleri İsrail’e sınırsız destek vererek, İsrail’in Filistin halkına yönelik insanlık dışı uygulamalarına kulaklarını kapatarak, sözünü ettikleri toprakların “tanrının bu çocuklarına” verilmesi, İsrail’in 60. (2008) yılında bölge devletleri tarafından tanınması ve diplomatik ilişkilerin geliştirilmesi babında bölgede bir dizi görüşmelerde bulundular. 

G. Bush, Körfez ülkelerine İsrail’in bölgedeki konumunu güçlendirme eksenli yaptığı ziyaretinin ilk durağı Tel-Aviv’deki konuşmasında, “Terör durmadan bir Filistin devleti yok. Ben bir Amerikan Başkanı olarak İsrail’in güvenliği için buradayım”2 diyordu. Kendisinden önceki Başkan Bill Clinton da, İsrail’in güvenliği için “elime bir silah alıp cepheye koşarım, savaşıp ölürüm” demişti.

Bush’un Tel-Aviv’deki bu beyanatının ardından İsrail Gazze’yi kuşatarak, Filistin halkına adeta ölümlerden ölüm seç zulmünü dayatarak, büyük bir insanlık dramına daha imza atıyor. En kötüsü de Filistin halkını açlığa, susuzluğa, sefalete mahkum ederek, dünyanın gözleri önünde vahşice öldürüyor. Yani ırkçı İsrail devleti kural kaide tanımadan, sağı-solu bombalayarak, gulyabani humbaba vahşeti gibi, Filistinliler’e diz çökertme Apartheid hareketini sürdürüyor.

Bütün bunlar yaşanırken Filistin davasını bir “terör” meselesine indirgeyen G. Bush, öte yandan da “İran dünya ve bölge barışını tehdit ediyor” ve “İran’ın nükleer faaliyetlerinin bölge güvenliği için tehdit”3 benzeri ifadeleri bölgede her gittiği yerde tekrarladı.

Bunun üzerine Suudi Arabistan Krallığı’na yakınlığıyla bilinen El-Riyad gazetesi, 16 Ocak 2008 tarihli sayısında, “Bush’un telaşlanmasına gerek yok. Varsayılan İran tehlikesi, dünyada nükleer silaha sahip 10 ülke arasında bulunan mevcut İsrail tehlikesini azaltmaz” diye yazıyordu. Aynı gazete, “Eğer Bush Ortadoğu’da barışı gerçekleştirmek istiyorsa, önce bölge halkının barış ve istikrarlı bir hayat yaşama hakkına saygı göstermesi, İran’a düşmanca tavır sergilememesi ve bölgede savaş çıkarmaması gerektiğini” vurguladı. Böylece, Batılılar’ın Ortadoğu’da en “demokrat” dedikleri İsrail devletinin elindeki kitle imha silahlarının bölge insanını nasıl tehdit ettiğini ima eden gazete, bölgedeki müttefik rejimlerinin rahatsızlıklarını dile getirmiş oldu.

Bölgeyi tehdit eden İsrail’in elindeki kitle imha silahları ile ilgili hiçbir şeyi dile getirmeyen Bush, bölgeye yönelik havuç ve sopa siyaseti ile, İsrail’in tanınması ve diplomatik ilişkilerin geliştirilmesi için Araplar’a baskı yapmaya çalışıyor. Bush ve ekibi başta olmak üzere pek çok Batılı devletin hedefinde, “60. kuruluş” yılında, İsrail’in bölgede resmi bir statüye kavuşturulması var. Bugüne kadar İsrail ile diplomatik ilişki kurmamış Arap-Müslüman coğrafyasına bu saldırgan devletin resmen tanınması dayatılıyor.

G. Bush’un ve diğer Batılı yöneticilerin bu baskıları üzerine olmalı ki, Suudi Arabistan Prensi Türki el-Faysal, Reuters’e verdiği demeçte, “İsrail işgal altında tuttuğu Arap topraklarından geri çekilir ve Arap Birliği planını kabul ederse, İsrail’in Arap coğrafyasıyla bütünleşmesinin düşünülebileceğini” söyledi. Prens Türki el-Faysal’ın sözünü ettiği Arap Barış Planı’na göre, İsrail’in 1967’de işgal ettiği Filistin ve Arap topraklarından geri çekilmesi ve başkenti Doğu Kudüs merkezli bağımsız bir Filistin devletinin İsrail tarafından tanınması gerekiyor. İsrail bu yönde bir adım atarsa Arap dünyasıyla İsrail arasında her türlü ilişki normalleştirilecektir, deniliyor.

Ancak, demografik olarak geleceği tehlike altında olsa da, İsrail işgal ettiği “Tanrı tarafından kendilerine vaad edilmiş” bu topraklardan asla kendi rızasıyla geri çekilmekten yana değildir. Tersine, ABD öncülüğünde bölgeye dayatılan stratejiler doğrultusunda, sınırlarını genişletmek için bölgeyi ABD silahlı güçleri ile birlikte denetim altında tutarak, saldırgan tutumunu sürdürecektir.        

Devam edelim. Dünyanın her yerinde Amerikan emperyalizminin zora ve güce dayalı askeri zorbalığının tesis edilmesi için, “haydut devletler” dize getirilmeli ve gerekirse vurulmalı anlayışı ile Ortadoğu vurulmalıdır. Bu çerçevede, Beyaz Saray’daki muhafazakar savaş çetesinin başı Bush ve aparatının salt savaş doktrini üzerine oturtulmuş Monreo teorileri doğrultusunda, Ortadoğu’da devam eden savaşın yanısıra, yeni musibet savaşlarının hazırlıkları yapılmaktadır. Yeni saldırganlığın eksenine İran oturtularak, Mollalar “terörü destekleyenlerin başında geliyor” denilerek, İran’ın bölgede ve uluslararası camiada elde ettiği konum hedeflenmektedir. Yani İran’ın “vurulması” da dahil İran’a yönelik olarak sürdürülen bu silahlı diplomasinin ekseninde, Ortadoğu’yu askeri olarak denetim altına alma hedefi bulunmaktadır.

Bu anlamda George Bush, Ortadoğu’da İsrail’in konumunu güçlendirmek, Arap Yarımadası’ndaki İran eksenli hattın önünü kesmek, mollaların Arap meselesine burnunu sokmaması için Araplar ve Farslar arasında gelişmekte olan ilişkileri törpülemek ve İran’ı yalnızlaştırmak için bölgedeki müttefiklerinden yardım almaya çalışıyor.

Ancak, Araplar’ın İran konusunda, ABD’ye kapalı kapılar ardında ne gibi sözler verdikleri tam olarak bilinmese de, Körfez’deki Araplar’ın İran konusunda ABD’ye şu an fazla bir açılım sağlayacaklarını söylemek zor. Zira, Vahhabi Suudi Arabistan rejimi ile İran mollaları arasındaki çelişkiler tarihin derinliklerine dayanmakla birlikte, İran’ın Arap dünyasında Cihan-ı şumul teorileri ekseninde edindiği itibar Körfez’deki rejimleri köşeye sıkıştırmış durumda. Bu ülkeler Sünni rejimler temelinde iktidarda olsalar da, Körfez’in birçok yerinde petrol yataklarına yakın yerlerde yaşayan Şiiler’in politik ağırlığı ve etkisi gözardı edilemez.

Bu meyanda, Bush’un Körfez ülkelerini ziyaret ettiği sırada ve Körfez’i terkettikten sonra, Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Suud el-Faysal, “İran komşumuzdur, İran’la sürtüşmemize gerek yok” diyordu. Diğer Körfez ülkelerinin yetkilileri tarafından da, İran konusunda dostluk ilişkilerine önem verdiklerine dair benzeri açıklamalar yapıldı. Öyle görünüyor ki, gelinen yerde Körfez ülkeleri, ABD’nin Irak savaşı ve sürdürdüğü işgalden birçok yönden etkilenmiş durumdalar. Bu emir, şeyh ve kralların ABD’nin savaş trenine, özellikle İran seferinde ve hemen binmek istemedikleri görülüyor.

Çünkü ABD’nin Irak işgali ve Ortadoğu’daki kaos ortamının yarattığı olumsuz atmosfer, Körfez ülkeleri başta olmak üzere, Araplar’ın ekonomisine, sosyal dokusuna ve coğrafyanın geleceğine yönelik birçok yönden ağır bir yük yüklemiştir. Şöyle veya böyle Irak savaşından etkilenen Körfez ülkeleri, basına yansıdığı kadarıyla, bölgede şu an özellikle İran eksenli yeni bir savaşın yaşanmasından yana görünmüyorlar. Bu vesileyle, Birleşik Arap Emirlikleri Stratejik Araştırma Merkezi Genel Müdürü Cemal es-Suveyda, “Bush’un bölge ülkelerini İran’a karşı kışkırtmaya dayalı sözlerinin kabul edilemez olduğunu” ve “bölge halklarının hem Amerika’yı hem de İran’ı tanıdığını”, “İran ve bölge ülkeleri arasında iyi bir işbirliğinin olduğunu”4 söylüyordu.

Arap şeyhlerinin gözünü korkutan bir diğer olgu ise, ABD’nin bölgedeki ve Irak’taki marifetleri. Bunun yanısıra, Körfez’in kimi ülkelerinde İran eksenli Bahreyn’de ve özellikle Yemen’in Kuzey’inde Abdulkerim el-Hovsi milisleriyle hükümet güçleri arasında ara sıra devam eden çatışmalar, bölgedeki bu rejimleri İran konusunda ayrıca kaygılandırıyor. Yani İran’a yönelik olası bir askeri harekette, ABD’nin yanında yer alacak olan herhangi bir Körfez rejimin ayakta kalıp kalmayacağı sorusu ortada duruyor. Bu nedenle son yıllarda Körfez ülkeleri İran’la ekonomik ve siyasi ilişkileri geliştirmeyi tercih ediyor. Diğer emperyalist devletlerin, İran meselesinin görüşmeler yoluyla halledilmesini dillendirdikleri gibi, Bahreyn Emiri basın müşaviri Nebi el-Hamr da “İran meselesinin çözüm yolu müzakereler”dir diyor. Öyle görünüyor ki, Körfez ülkelerinden biri, ABD, İsrail ve İran arasında bir arabulucu misyonuna soyunuyor gibi…

Özet olarak, ABD’nin İran’a olası bir saldırısı durumunda, Körfez’den dünyaya sevk edilen petrol ihracatı büyük darbe alacağı gibi, Körfez ülkelerinin petrolden elde ettikleri gelirler büyük oranda baltalanacaktır. Böyle bir saldırı, halihazırda gripe yakalanmış olan ABD ekonomisi başta olmak üzere, dünya ekonomisinde yaşanan krizi de tetikleyecektir. 

ABD ve müttefiklerinin Afganistan, Irak, Filistin, Lübnan ve Kürdistan coğrafyasına yönelik sürdürdükleri vahşi zulüm ve cani yöntemler karşısında, Tanrı Ortadoğu’da adeta inzivaya çekilmiş! Bu bölgedeki kullarına karşı suskunluğunu korumayı sürdürüp, sorumluluğunu unutmuş durumda!..

23 Ocak ‘08   

1 Edward Said, Şarkiyatcılık Batının Şark Anlayışları. Metis Yayınları.

2 Aktaran, ARTE TV

3 Ajanslar

4 Aktaran, Mehrnews Ajansı, 14. 01.08

 

Almanya’nın iki eyaletinde seçimler!

Yaklaşık bir aydan beri yoğun tartışmalara konu olan Hessen ve Aşağı Saksonya (Niedersachsen) eyaleti seçimleri 27 Ocak tarihinde gerçekleşti. İster genel, ister yerel seçimlerde olsun, her seçim döneminde diğer sorunların ve gündemlerin yanısıra göçmenler hep seçim malzemesine konu edilir. Hafta sonu yapılan seçimlerde, özellikle de Hessen Eyaleti’nde iktidarda olan CDU’nun eyalet başkanı Roland Koch tarafından iki konu öne çıkarılarak seçim kampanyası yürütüldü. Bunlardan biri göçmen sorunu idi. Buna bağlı olarak göçmen gençlik ve şiddet teması, yabancı düşmanlığı ve ırkçılık temelinde bir kampanyaya dönüştürüldü. Koch hızını alamıyarak 14 yaşın altında olan çocuklara bile suç işlemeleri halinde ağır cezalar verilmesini, suç işleyen yabancı gençlerin sınırdışı edilmesini seçim malzemesi yaptı. Ancak açıktan ırkçı-faşist partilerin dillendirmeye cesaret edebilecekleri göçmenlere dönük politikasını seçim kampanyası süresince hep işledi. Bu konuda CDU’lu olan Almanya başbakanı Angela Merkel başta olmak üzere partisinin her kademesinin desteğinin yanısıra ırkçı-faşist parti NPD’nin sözcülerinden bile destek aldı.

CDU ve FDP’nin (Liberal Parti) ortaklaşa seçim konusu ettikleri ve tam bir sınıf kini ile saldırdıkları sosyalizm fikriydi.

Ama sonuçta ne Koch’un partisi CDU’nun göçmenlere dönük ırkçı-faşist seçim kampanyası, ne de sol parti şahsında sosyalizm ve onun değerlerine saldırganlık onları hezimetten kurtaramadı. 2003 seçimlerine göre %12 lik bir oy kaybı yaşadı. Hafta sonu yapılan seçimlerdeki oy dağılımları şöyle oldu.

Hessen Eyaleti: CDU %36.8, SPD %36,7, Yeşiller %7.5, FDP %9.4 , Die Linke (Sol parti) %5.1

Nierdersachsen(Aşağı Saksonya): CDU %42.5, SPD %30.3 (300 binin üzerinde oy kaybı), FDP %8.2, Yeşiller %8, Sol parti %7.1

***

Hessen Eyaletinde nasıl bir koalisyon oluşacağı henüz belirsiz ve kısa sürede çözülmesi zor görünüyor.

Aşağı Saksonya’da CDU % 42.5 oy oranı ile birinci parti olmasına rağmen, tam 470 bin civarında oy kaybetmiş durumda.

Bu seçimlerin dikkate değer olan yanı ise, Sol partinin, Almanya’nın eski eyaletlerinden Aşağı Saksonya’da %7,1 ve Hessen Eyaletinde %5,1’lik oy oranı ile ilk kez parlementoya girmiş olmasıdır. İkincisi ise SPD Hessen Eyaleti’nde sosyal adalet temalarını işleyerek oylarını %8 oranında sahtekarca arttırmış olmasına rağmen, işçilerden, işsizlerden ve emeklilerden sadece %1 oranında oy almıştır. Oyların önemli bölümünü memur statüsünde olanlardan, küçük ve orta işletmelerden sağlamıştır. Üçüncüsü ise, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı yapılarak eskisi gibi oy avcılığı yapılamayacağı görülmüştür. Hessen seçimleri bunun en somut örneğidir.

Kızıl Bayrak/Berlin

 

Küresel eylem günü...

“Başka bir dünya mümkün!”

Davos’ta toplanan Dünya Ekonomik Forumu ile aynı zamanda düzenlenen Dünya Sosyal Forumu bu yıl toplanamadı. DSF onun yerine yerellerde yapılacak protestolar örgütlenmesi kararı aldı. Bu karar doğrultusunda, Türkiye Sosyal Forumu’nun çağrısı ile 26 Ocak günü Taksim Gezi Parkı’nda bir eylem gerçekleştirildi.

“Emperyalizme, neoliberalizme, ırkçılığa, gericiliğe karşı başka bir Türkiye, başka bir dünya mümkün!” pankartının açıldığı eylemde, “Katil ABD Ortadoğu’dan defol!”, “Irak halkı yalnız değildir!”, “Katil İsrail Filistin’den defol!”, “Yaşasın halkların kardeşliği!”, “Başka bir dünya mümkün!” ve “Milyonlar aç işgal altında! Yaşasın küresel intifada!” sloganları atıldı.

Eylemde kitle adına MMO İstanbul Şube Başkanı İlter Çelik basın açıklaması yaptı.  Sermayenin küreselleşme saldırılarının dünyada yarattığı sonuçlardan örnekler verdi ve bu yıkıma karşı sessiz kalınmadığını, mücadelenin küreselleşmesinin tüm bu yağma politikalarının çok güçlü,  çok renkli ve çok direngen bir hareket yarattığını vurguladı. Latin Amerika’dan Hindistan’a, Afrika’dan Avrupa’ya kadar kıtalara yayılan ve kıtalardaki sosyal hareketleri birleştiren bir küreselleşme karşıtı mücadele dalgasına işaret ederek 15  Şubat 2003’te 600’den fazla kentte aynı anda örgütlenen savaş karşıtı eylemin, bu hareketin en çarpıcı zirvelerden biri olduğunu ifade etti.

Yaklaşık 200 kişinin katıldığı eyleme BAK, Alınteri, HÖC, Kaldıraç ve SGD dövizleriyle katıldı.

Kızıl Bayrak/İstanbul

 

Duisburg’da Hrant Dink anması

Hrant Dink’I anma etkinliklerden biri, 27 Ocak günü, Avrupa Demokratik Kitle Örgütleri Platformu (DEKÖP-A) tarafından, Almanya’nın Duisburg kentinde gerçekleştirildi. Panele yaklaşık 200 kişi katıldı.

Panele konuşmacı olarak, DEKÖP-A adına Bir-Kar temsilcisi ile Hrant Dink’in avukatı Erdal Doğan katıldı. Ragıp Zarakol kendisine açılmış bir davadan dolayı yurtdışına çıkamadığı için panele konuyla ilgili görüşlerini belirten bir yazı gönderdi. Panel, bir arkadaşın yaptığı kısa bir giriş konuşması ve ardından Hrant Dink şahsında tüm devrim şehitleri anısına yapılan saygı duruşu ve Zarakolu’un gönderdiği metnin okunmasıyla başladı.

Saygı duruşunun ardından ilk söz Hrant Dink’in avukatına verildi. Doğan konuşmasında, Hrant Dink’in asıl katilinin 17 yaşındaki bir genç değil, harcını halkların katliamıyla yoğuran faşist, şovenist, dinci ve inkarcı zihniyet olduğunu; amaçları farklı olsa da aynı güçler tarafından, Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Muammer Aksoy, Musa Anter’in katledildiğini belirtti. Eskilerle yeniler arasında temel bir farkın olduğunu, eskiden katillerin gizlendiğini, şimdi ise 17 yaşında gençlerin fail diye açıklandığını bunların ulusal kahramanlar gibi gösterildiğini belirtti. Saldırıların asıl olarak Kürtleri hedef aldığını, önümüzdeki dönem ise Alevilerin de buna dahil olacağını vurguladı.

Av. Erdal Doğan’dan sonra ise DEKÖP-A temsilcisi arkadaş söz aldı. DEKÖP-A temsilcisi daha çok bu katliamın siyasal mesajına ve bu mesajın biz devrimcilere yüklediği görevlere vurgu yapan bir konuşma yaptı.

DEKÖP-A temsilcisi, Hrant Dink ve başka birçok ismin tesadüfen hedef seçilmediklerini, Hrant Dink, Musa Anter gibi şahsiyetlere sıkılan kurşunun Türkiye’deki halkların kardeşliği özlemine sıkılan bir kurşun olduğunun altını çizdi. Türkiye’de ulusal sorunun kesin ve kalıcı tek çözümünün her ulustan işçi ve emekçilerin birlikte mücadelesi sonucu yapılacak devrimle olduğunu belirtti. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ve bu konudaki deneyimlerden örnekler verdikten sonra, herkesi faşist sermaye devletine karşı birleşik devrimci bir eksende birleşmeye çağırdı.

Soru-cevap bölümü ile devam eden panelde çeşitli kişiler konu hakkındaki görüşlerini dile getirdiler. Bu bölümde Hrant Dink’in kuzeni Filiz Dink ile Dersim katliamını yaşamış ve o dönemde sürgün edilmiş bir Ermeni yaşlı kadın da söz alarak kısa bir konuşma yaptı.

Panelin son bölümünde söz alan bir başka katılımcı ise, başta devrimcilerin Ermeni soykırımını kabul ve mahkum eden ideolojik bir tutum içinde olması gerektiğini vurgulayan bir konuşma yaptı.

Bir-Kar / NRW