20 Haziran 2008 Sayı: SİKB 2008/25

  Kızıl Bayrak'tan
  TÜSİAD yeni bir “sivil inisiyatif” oluşturma peşinde…
   Düzen siyasetinde kriz sürerken yeni arayışlar…
Rejim krizi sürüyor...
15-16 Haziran’ın 38. yıldönümünde tersane işçileri anıldı...
İşçi ve emekçi hareketinden...
Başarılı bir KESK Genel Kurulu için geçmişle ve uzlaşmacı mücadele anlayışıyla hesaplaşalım…
  SSGSS sürecinin dersleri ve deneyimleri...
Sosyal yıkım saldırılarına karşı birleşik ve militan mücadeleyi yükseltelim!
  Türban tartışmaları sürüyor...
  15-16 Haziran eylem ve etkinliklerinden…
  Küçükçekmece metal işçileri TİS sürecine hazırlanıyor...
  Che 80. doğum gününde burjuvaziye
hala korku salıyor!
  Futbol endüstrisinin muhalif sesi:
Çarşı, kendine karşı!
  İktidar çekişmesinde yeni bir aşama!
M. Can Yüce
  Almanya’da öğrenciler ayakta!
  Bir-Kar’ın kampanya
çalışmalarından…
  1848 Haziran Paris barikatları ve Paris’in umutsuz devrimi...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Rejim krizi sürüyor...

Krizi düzenin çöküşüne dönüştürmek için mücadeleyi büyütelim! 

AKP’yi kapatma davası, Ergenekon operasyonu, Anayasa’da türbana kapı açan değişiklikler ve ardından Anayasa Mahkemesi’nin bu düzenlemeyi iptal etmesi... Özcesi başlangıcı 22 Temmuz seçimlerinin çok öncesine dayanan düzen içi çatışma derinleşerek devam ediyor. Bu çatışmanın burjuva siyasetinin sularında sıradan bir kapışma olmadığı, bir rejim krizi sürecinden geçildiği ise artık taraflarca bile gizlenmeye çalışılmıyor. Bir cephesinde laiklik maskesi altına gizlenmiş ulusalcıların, diğer cephesinde ılımlılık maskesine bürünmüş islamcı gericilerin bulunduğu bu çatışmanın kısa vadede, en azından kavganın sürdüğü bu arenada çözülmesi ise mümkün görünmüyor.

Düzen içi çatışmada son gelişmeler...

Son kertede restleşme Anayasa’daki yeni türban düzenlemesi üzerinden yaşanmış oldu. Anayasa Mahkemesi’nin ilgili düzenlemeyi iptalinin ardından ulusalcı cenah zafer kazanmış bir havaya bürünürken, islamcı kesim ise bu havaya zehir zemberek açıklamalarla yanıt verdiler. AKP derinleşen çatışma içerisinde saldırgan tutumunu terketmemekte kararlı olduğunu ilan etti. Elbette bunun gerisinde AKP’nin arkasındaki geniş destek yatmaktadır. Bu destek, bugün en azından düne oranla daha “sessiz” veriliyor olsa da, AKP’nin sırtını emperyalist odaklara yasladığı biliniyor. 

AKP’nin seçim “zaferinin” en büyük destekçisi emperyalist güçler, AKP’yi kapatma davasını sert bir dille eleştirmekle birlikte, yine de krizi AKP lehine çözebilecek, en azından AKP’nin elini güçlendirecek yeni bir takım adımlar atmaktan geri duruyorlar. Bunun arkasında ise açık ki emperyalist odakların, başta da ABD’nin bölgesel çıkarları yatmaktadır. Bugün için söz konusu kriz ABD’nin bölgesel çıkarları açısından biçilmiş kaftan durumundadır. ABD’nin bu tutumunu yerli işbirlikçilerinin ve uşaklarının ve başta da TÜSİAD’ın konumlanışı belirlemektedir.

TÜSİAD, AKP’nin politikaları ile bir sorunu olmamasına, düzenin “istikrarı” açısından AKP’yi bir avantaj olarak görmesine rağmen, AKP’nin yaslandığı ve mevzilerini güçlendirdiği sermaye gruplarının güçlenmesinden rahatsızlık duymaktadır. Ancak işbirliği halinde olduğu emperyalist güçlerin bugünkü konumlanışı TÜSİAD’ın tutumunu da belirlemektedir. Bu yüzden TÜSİAD’ın bugünkü sessizliğinin bir nevi zorunluluktan olduğu söylenebilir.

Gelinen yerde emperyalist odakların ve yerli işbirlikçilerinin sessizliğinin örtülü bir destek anlamına geldiği, AKP’nin rahat ve özgüvenli tutumlarından, islamcı gericiliğin sözcülüğünü yapan medyanın söylemlerinden rahatça anlaşılmaktadır. Zira kapatma davasının açılmasından türban düzenlemesinin iptaline kadar tüm gelişmelerde, çatışmanın saldırgan tarafı değişmemiş, her ne kadar kapatma davası sonrası AKP, lafızda “demokrasi” vb. kavramları daha sık kullanır hale gelse de iddianameye karşı verdiği savunmadan siyasal ve iktisadi arenada attığı pratik adımlara kadar saldırgan tutumunu terketmemiştir. İlk defa hükümet gücünü elinde tutan bir siyasal odak, kendisine dönük saldırıları, hukuk devletini tartışmaya açarak, yargının toplum gözündeki bütün güvenilirliğini ayaklar altına alarak püskürtme yolunu seçmiştir. Ki bu islamcı gerici cephenin dokunulmazlıklara dokunduğu ilk olay da değildir.

Ulusalcı cephe ise kapatma davası, türban yasasının iptali vb. adımlarla saldırıya saldırı ile karşılık veriyor gibi görünse de bu kesim büyük oranda mevzi kaybetmiştir. Bugün yaptığı hamlelerle daha çok mevzi savunması yapmak derdindedir. Zira islamcı odaklar hükümetten cumhurbaşkanlığına, YÖK’ten sermaye desteğine kadar ulusalcı cenahın bugüne kadar hakim olduğu birçok alanda kadrolaşmıştır. Gerçi ulusalcı cenahın dayandığı sermaye gücünün ağırlıklı bir kesimi de bugün AKP’nin izlediği politikalardan olumsuz etkilenmemekte, hatta saldırı yasalarından doğrudan nemalanmaktadır. Ancak sermaye güçleri arasında bugüne kadar var olan dengeler değişmiş, islami gericiliğin yönetsel etki alanının genişliği, sermaye içerisinde de kendisine bağlı özel bir kesimin güçlenmesine yol açmıştır. Bu durum geleneksel tekelci sermaye gruplarının etki alanını daraltmaktadır. Krizi bu ölçüde derinleştiren temel halkalardan biri de budur.

En nihayetinde bu krizin bir süre daha devam edeceği ve özgün bir gelişme yaşanmadığı ölçüde de başta ABD olmak üzere emperyalist odakların bölgesel çıkarları çerçevesinde çözümleneceği ortadadır. Krizden böylesi bir çıkış, hangi tarafın lehine olursa olsun, faturanın bir kez daha ülke emekçilerine ve bölge halkına kesileceği açıktır.

İşçi ve emekçiler düzen içi kamplaşmada ve çatışmada her iki kesime de yedeklenmemeli, rejim krizini bir olanağa dönüştürerek sermaye düzeninin çöküşünü hazırlamalıdırlar.

Mültecilere polis saldırısı!


Savaş, işgal, açlık, yoksulluk, politik vb. çeşitli nedenlerle ülkelerini terkederek başka bir ülke topraklarında yaşama savaşı veren mültecilerin yaşadıkları sorunlar oldukça ağır boyutlarda. Türkiye’de ise bu sorun daha derin yaşanmaktadır. Zira ne denli uygulandığından bağımsız olarak mültecilerin ve sığınmacıların hakları yasal olarak dahi tanımlanmamış durumdadır.

Kaçak yollarla ve sağlıksız koşullarda ülkeye girmeye çalışırken meydana gelen toplu ölümlerle, Festus Okey gibi kolluk güçleri tarafından infaz edilişleriyle, açlık ve hastalıklarla gündeme gelen mültecilerin sorunları, Kırklareli Gaziosmanpaşa’da meydana gelen ölümle bir kez daha gündemleşti..

Kırklareli Gaziosmanpaşa Mülteci Kampı’nda Filistin, Irak, İran, Somali gibi ülkelerden gelen mülteciler yaşadıkları hayvansı koşullara ve zorla sınır dışı edilmek istenmelerine karşı isyan etti. Kolluk güçleri, isyanlarını direnişe çeviren mültecilere operasyon düzenleyerek yanıt vermekte gecikmedi. Operasyonda bir mülteci öldürülürken çok sayıda kişi de yaralandı.

Mültecilerin hakları 1951 Cenevre Sözleşmesi tarafından tanımlanmış durumda. Ancak Türkiye 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne taraf bir ülke olmasına rağmen sözleşmeye yönelik bir coğrafi kısıtlama koymuş durumda. Bunun anlamı Türkiye uluslararası hukuktan kaynaklanan bir yükümlülüğü yerine getireceğini belirtiyor. Ülkesine sığınan insanları geri göndermeyeceğini söylüyor. Uluslararası koruma kuralına uymuş görünüyor fakat bu uluslararası korumayı yaparken kişinin geldiği ülkeye de bakıyor. Avrupa’dan gelen mültecileri kabul ediyor. Avrupa dışından gelenleri ise sadece geçici olarak, Birleşmiş Milletler üçüncü bir ülkeye yerleştirinceye kadar koruyor. Ancak bunu dahi fiilen uygulamayarak mültecilere istediği gibi davranıyor. Gaziosmanpaşa’da zorla sınırdışı edilmek istenen mültecilerin yaşadıkları ise bunun en son örneği durumundadır.

1951 Mülteci Sözleşmesi ve diğer uluslararası insan hakları sözleşmelerine göre sığınmacıların ve mültecilerin belli bir takım hakları bulunuyor. Ciddi insan hakları ihlali riski altında bulunacakları bir ülkeye zorla geri gönderilmekten korunma, ayrımcılığa karşı korunma, din ve inanç özgürlüğü, kimlik ve seyahat dökümanları verilmesi, iş, barınma, eğitim, sağlık imkanlarının sağlanması, sınırdan yasa dışı yollardan yapılan girişler için verilen cezalardan korunma, seyahat özgürlüğü bu haklar arasında yer almaktadır..

Mülteciler insanlık dışı en ağır koşullarda, tıpkı bir hayvan gibi daracık mekanlara kapatılarak yaşamaya zorlanmaktadırlar. En insani ihtiyaçları ve talepleri dahi karşılanmamaktadır. Yanısıra kolluk güçlerinin uyguladığı keyfi baskı ve şiddete maruz kalmaktadırlar.

Türkiye gibi kendi halkına dahi açlık, yoksulluk, işsizlik dayatan, baskı ve zor uygulayan ülkelerde, mültecilerin insani taleplerinin karşılanması sorumluluğunu hükümetlerden beklemek büyük bir yanılgı olacaktır. Zira tüm bu uygulamaların gerisinde burjuvazinin sınıf iktidarı vardır. Mülteci sorununa yaklaşımı da bundan ayrı düşünmek olanaklı değildir. Türkiye, sadece mültecilere yaklaşımı ile değil ama bir bütün olarak işçi ve emekçilere yaklaşımı ile de bunu çoktan kanıtlamıştır.

Sorunların kaynağına yani kapitalist sisteme karşı ortak mücadele tüm insanlığın bir görevi olarak önümüzde durmaktadır.