20 Haziran 2008 Sayı: SİKB 2008/25

  Kızıl Bayrak'tan
  TÜSİAD yeni bir “sivil inisiyatif” oluşturma peşinde…
   Düzen siyasetinde kriz sürerken yeni arayışlar…
Rejim krizi sürüyor...
15-16 Haziran’ın 38. yıldönümünde tersane işçileri anıldı...
İşçi ve emekçi hareketinden...
Başarılı bir KESK Genel Kurulu için geçmişle ve uzlaşmacı mücadele anlayışıyla hesaplaşalım…
  SSGSS sürecinin dersleri ve deneyimleri...
Sosyal yıkım saldırılarına karşı birleşik ve militan mücadeleyi yükseltelim!
  Türban tartışmaları sürüyor...
  15-16 Haziran eylem ve etkinliklerinden…
  Küçükçekmece metal işçileri TİS sürecine hazırlanıyor...
  Che 80. doğum gününde burjuvaziye
hala korku salıyor!
  Futbol endüstrisinin muhalif sesi:
Çarşı, kendine karşı!
  İktidar çekişmesinde yeni bir aşama!
M. Can Yüce
  Almanya’da öğrenciler ayakta!
  Bir-Kar’ın kampanya
çalışmalarından…
  1848 Haziran Paris barikatları ve Paris’in umutsuz devrimi...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Proletaryanın ilk meydan savaşı! 

1848 Haziran Paris barikatları ve Paris’in umutsuz devrimi... 

İşçi sınıfının tarihi sayısız zafer ve yenilgilerle doludur. Ortaya çıkışında yani daha ana rahminde dövüşmeye başlayan işçi sınıfı ona ebelik eden kapitalist sistem içinde önce burjuvaziyle birlikte geçmişin temsilcilerine karşı dövüşmüş onu ayak bağlarından kurtararak kapitalist sistemi ayaklar üzerine oturtmuş ve sonrasında gerek toplumsal koşulların olgunlaşmayışı gerekse de ona öncülük edecek güçlerin olmayışı nedeniyle kendi canı ve kanıyla elde ettiği zaferleri yoldaşlarının cesetleri çürümeden burjuvaziye vermiştir.

Avrupa’da kapitalist gelişmeyle birlikte 17. ve 18. yüzyıllarda güçlenmeye başlayan burjuva sınıfı, işe 1789’da Fransa’da olduğu gibi, aristokrasiyi devirerek iktidarları ele geçirmeye başlamıştır. Ekonomik gücü elinde bulunduran burjuvazi ancak işçi sınıfı ve küçük burjuvaziyi yanına çekebildiğinde bunu yapabilmiş, bunu için de onların taleplerini sahiplenir görünürken kendi talep ve çıkarlarını da sanki tüm insanlığın çıkarlarıymış gibi göstermeye çalışmıştır. Nitekim gerçekleşen burjuva devrimlere işçi sınıfı aktif olarak katılmış, barikat başlarında dövüşmüş, devrimin yengisinin hemen ardından iktidarı alanların ilk işi işçi sınıfının taleplerini mücadele bayrağından silmek ve işçi sınıfıyla hesaplaşmaya gitmek olmuştur. Bu burjuvazinin özellikle 1793–1795 arasında uyguladığı terörle feodallerle “avamca” hesaplaştığı Fransız devriminden beri böyledir. Nitekim devrimin hemen ardından yani kralın kafası giyotinin başındaki sepete düştüğünde giyotinin yolunu tutan bu kez işçi sınıfının yani baldırı çıplakların temsilcileri oldu.

Tabii ki işçi sınıfı bu saldırılar karşısında el pençe divan durmamış, burjuvazinin işçi sınıfını kavgaya davet ettiği her durumda da barikat barikat çarpışmış, kurduğu barikatları al kanıyla boyayarak vermiştir.

Bu ayaklanmaların ilk örneklerinden biri 1831’de Lyon’da patlak vermiştir. Lyon dokumacılığın çok geliştiği bir kenttir. Halkın büyük bir bölümü dokuma atölyelerinde düşük ücretlerle ve ağır koşullarda çalıştırılmaktadır. Son olarak ücretlerin üretilen mallarla ödenmeye başlaması ve burjuvazinin işçi sınıfının taleplerini bir kez daha reddetmesiyle işçiler atölyelerini terkettiler ve şehir merkezine doğru yürüyüşe geçtiler. “Çalışarak yaşamak veya dövüşerek ölmek” yazılı bir pankart taşıdılar. Şehirde bulunan ve çatışmalar sırasında bir bölümü işçilerin safına geçen ulusal muhafızlar, silahlanan işçileri durdurmakta yetersiz kalınca şehir işçilerin denetimine geçti. Her bir mezar taşı için bile savaşan işçiler günler boyu süren direnişin ardından yenilgiye uğradılar.

Lyon Ayaklanması yeni bir dönemin habercisiydi. Artık savaşın ve geleceğin yazgısının hangi güçler arasında yaşanacak olduğunun habercisiydi. Lyon’u yeni Lyonlar izledi. Yükselen bu işçi hareketi nihayet Fransa’da 1848 Şubat’ında devrime vardı.

Fransa’da her ne kadar Fransız devrimi yeni bir dünyanın kapılarını giyotin yardımıyla açmışsa da burjuvazinin korkaklığı ve işçi sınıfının giderek siyasal yaşama ağırlığını koymaya başlaması üzerine devrim geri çekilmiş, iktidar değişik süreçlerin sonunda da olsa aristokrasiye geri verilmişti.

Bu monarşik yapıya karşı bu yapının dışında kalmış olan aristokrasi, burjuvazinin bir kısmı ve işçi sınıfını harekete geçirmiş ve işçi sınıfının ödediği bedeller sonucu gerçekleşen devrimin sonucunda ortaya çıkan şey 1830’da kurulan Temmuz Monarşisi olmuştur.

1830’da yürütülen mücadeleyle düşürülen aristokrasinin kendisi değil onun yalnızca bir kesimi olmuştur. Temmuz monarşisi Marx’ın deyimiyle “Fransız ulusal zenginliğinin sömürülmesi için kurulmuş anonim ortaklıktan başkası değildi”. Bu kesim daha çok bankacılar, mali aristokrasinin bir kısmı ve borsa krallarından oluşuyordu. Sanayi burjuvazisi ve küçük burjuvazinin temsilcileri bu işin dışında tutulmuş olmanın hüznü ve öfkesini taşıyorlardı. Nitekim Fransız hazinesinin giderek daha büyük açıklar vermesine dayanan bu zenginleşme Avrupa’da tarımda yaşanan sorunlar ve İngiltere’de başlayan ekonomik krizle birlikte son buldu.

Eylemlerini sürdürürken ulusal muhafızların ateşiyle karşılaşan işçiler gün boyunca çatıştılar. Gece silah dükkânlarını ve karakolları yağmalayarak silahlanan halk, ertesi gün postane, emniyet müdürlükleri ve istasyonlar gibi önemli yerleri ele geçirdi ve çeşitli yerlerde barikatlar kurarak şehri kontrol altına aldı. Bütün şehir kızıl bayraklarla donatılmıştı. Kral önce işçileri yatıştırmak için hükümeti değiştirdi, bu da işe yaramayınca çareyi İngiltere’ye kaçmakta buldu. Bunun sonucunda Temmuz monarşisinin yerini geçici hükümet aldı.

Devrimin gerçek savaşçıları olan Paris işçilerinin henüz kendi siyasal birlikleri bulunmuyordu. 25 Şubat geldiğinde henüz Cumhuriyetin ilan edilmemesi üzerine işçiler bu geçici hükümeti açıktan tehdit etmekten çekinmediler. İşçileri temsilen gelen Raspail eğer derhal cumhuriyet ilan edilmezse 200 bin işçiyle geri geleceğini söyledi. Ellerinde silahlarla bekleyen işçi sınıfı karşısında burjuvazi geri adım atarak burjuva cumhuriyeti ilan etmek zorunda kaldı.

Yeni kurulan hükümette burjuvaların belirgin ağırlığı vardı. İşçilerin talepleri hala görmezden geliniyor, yasalar çıksa bile uygulanamıyordu. Ancak bir süre sonrasında yavaş yavaş toparlanmaya başlayan burjuvazi, durumu kontrol altına alarak yönetimde hâkim güç durumuna geldi. Meclisin aldığı kararla yapılan ve eşit oy sistemine dayanmayan seçimde de burjuvazi onun kuyruğundan kopamayan küçük-burjuva sosyalistleri karşısında ezici bir üstünlük sağladı. Bu üstünlükle siyasi ve ekonomik olarak toparlanan burjuvazi, çok geçmeden dişlerini göstermeye başladı.

Zira yeni kurulan cumhuriyet aynı zamanda çeşitli sınıflar arasında bir uzlaşma biçimini aşıyordu ve işçi sınıfı kendi çıkarlarını cumhuriyetin bayraklarına yazdırmaya çalışıyordu. Bu yanıyla da artık ikinci ve asıl belirleyici savaş kaçınılmaz olarak karşımızda duruyordu.

Savaş yaklaşıyordu. İşçi sınıfı her ne kadar süreç içinde kazanımlarını kaybetmiş olsa da kendisini Şubat devriminin yegâne galibi saydığı ölçüde her galip gibi büyük iddialar taşıyor ve haklar talep ediyordu. Bu yüzden burjuvazinin işçi sınıfını sokakta yenmesi ve eski sefil konumuna itmesi gerekiyordu.

İlk başta işçilerin silahları bırakmasını sağlayan burjuvazi hemen ardından işçi sınıfının uğruna dövüştüğü ve bedel ödediği her talebin içini boşaltmaya başladı. İlk olarak ekonomideki çöküşü işçilerin ve küçük burjuvazinin omuzlarına yükledi. Hemen ardından yine köylülerin çöküşü anlamına gelecek yeni bir vergi yükümlülüğü küçük köylülüğün omuzlarına yükleniverdi.

Sonrasında Şubat Devrimi’nin Paris dışına gönderdiği ordunun yerine işçi sınıfının cellâdı olması için işçi sınıfının bir kesimi seçildi. Yaklaşık 24 bin kişiden oluşan ve işçi sınıfının en alt tabakalarından oluşan lümpen proleter kesim işçi sınıfının celladı olmaya hazırlanıyordu. Üstelik bu cellâtlar, bizzat işçiler tarafından, barikatlarda işçi sınıfının temsilcileri olacakları hayalleriyle alkışlanarak uğurlandılar.

Bu yanıyla burjuvazi savaş ilanını, gündelik ücret yerine parça başı ücreti koyarak, Paris doğumlu olmayan işçileri ise çalışma adı altında sürgüne göndererek başlatmış oldu. Buna son olarak da 21 Haziran’da tüm bekar işçilerin vatandaşlıktan çıkarılmaları ya da askere alınmaları kararının eklenmesiyle işçi sınıfı için yapılabilecek tek bir şey kalmış oldu.

İşçi sınıfı tarihe olan borcunu 22 Haziran günü başlatmış olduğu ayaklanmayla ödemeye başladı. Bu aynı zaman modern toplumu oluşturan iki büyük sınıf arasındaki ilk açık savaş olarak da tarihe geçmiş oldu.

Artık işçi sınıfıyla burjuvazi tekrar karşı karşıyaydı. Yer yer işçilerin protestolarıyla süren gerginlik, 22 Haziran akşamı çatışma halini aldı. 23’ü sabahından itibaren barikatlar yükselmeye başlamış ve Paris barikatlarla ikiye ayrılmıştı. Ancak yine Marks’ın tanımlamasına göre bu “umutsuzluğun ayaklanması”ydı. Paris proletaryası zaferi kazanamayacağını hissettiği halde dört gün boyunca onuru için kahramanca çarpıştı. Burjuvazi, Kuzey Afrika’dan getirdiği lejyon birlikleri ile barikatlara saldırdı. 1830’da artık barikatlara farklı bir biçimde, toplar ve obüslerle saldırılıyordu. Vahşice bastırılan bu ayaklanma sonucunda onbinlerce işçi katledildi, bir o kadarı da tutuklanarak sürgüne gönderildi. Ayaklanmanın yenilgiye uğradığının kesinleşmesine rağmen işçiler 26 Haziran günü çatışmaya devam ettiler. Yaklaşık 40 bin işçi topçu birlikleriyle desteklenmiş 180 bin askere karşı dört gün boyunca kahramanca çarpıştı.

Üstelik bunu önderlerinden yalıtılmışken yapmayı başardı. Blankistler’in 15 Mayıs’taki ayaklanma girişiminin yenilgiye uğraması sonucunda Marks’ın Fransızlar’a önderlik edebilecek tek kişi olarak nitelendirdiği Blanki ve Şubat günlerinde geçici hükümeti, cumhuriyeti ilan etmezse bunu işçi sınıfının kendi gücüyle yapacağı konusunda tehdit eden Raspail, çoktan tutuklanmış ve canlı canlı zindanlara gömülmüşken yaptı.

İşçi sınıfı bir kez daha yenildi. Ve yenenler bir kez daha sildiler kılıçlarını yenilenlerin ak libaslarında. İşçi sınıfı denedi ve yenildi. Ama bu bir dahaki görkemli zaferlerin ve unutulmaz yenilgilerin yolunda sadece bir durak olabildi. Nitekim bir süre sonra 1871’de Paris işçileri göğün fethine çıkmış ve dünyanın ilk işçi iktidarını kurmayı başarmışlardı. Komünarları izleyen Rus işçi sınıfı ise komünün bir gününe bir yıl katarak bu kez 1917’de ilk işçi devletini kurmayı başardılar.

Ve biz Türkiye işçi sınıfı haziran barikatlarının 160. yılında, 15-16 Haziran’ın 38. yıldönümündeyiz. Nasıl ki Paris proletaryası 1848’in izinden göğün fethine çıktıysa, nasıl Rus işçi sınıfı Parisli sınıf kardeşlerinin ardından ilk işçi devletini kurduysa şimdi sıra bizde bizler 15–16 Haziran’da polis ve asker barikatlarını alaşağı ederek tankları aşan ve yeni bir dünyanın kurtuluşunun yolunu gösteren sınıfımızın izinden gitmeli ve onu aşacak yeni destanlar yaratmalıyız. Bu hem kendimize hem de bizden önce yolumuzu kan ve can pahasına ödedikleri bedellere aydınlatan dünyanın dört bir yanındaki sınıf kardeşlerimize borcumuzdur.