25 Temmuz 2008 Sayı: SİKB 2008/30

  Kızıl Bayrak'tan
  Rejim krizi ve sol
   ABD’den Ankara’daki işbirlikçilerine
etkin taşeronluk rolü!
Düzen içi çatışmanın gölgesinde
solculuk çıkmazı…
TİB-DER’den Meclis araştırma raporu açıklaması...

Belediye işçilerine polis saldırısı... 

Arser işçisiyle dayanışmaya!
  Toplu görüşmeyi toplusözleşmeye çevirmek için devrimci kamu emekçilerini bekleyen görevler…
Saldırıları püskürtmek, hakları kazanmak ve
grevli-toplusözleşmeli sendika hakkı için grev!
  Emekçilerden kesilen kaynaklar militarizme aktarılıyor!
  Ulucanlar’dan Hrant Dink’e...
  Bayrampaşa Cezaevi “törenle” kapatıldı...
  Metal işçileri sermaye işbirlikçisi faşist çeteden hesap sormalıdır!
  Sincan İşçilerin Birliği Kurultayı Sonuç Bildirgesi:
  Temmuz bültenlerinde
sınıf dayanışması...
  Savaş kundakçıları Afganistan’daki fiyaskoyu itiraf ediyor!
  DTP Kongresi vesilesiyle bazı değerlendirmeler
M. Can Yüce
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Bayrampaşa Cezaevi “törenle” kapatıldı...

Tecrit saldırısı derinleştiriliyor!

Bayrampaşa Cezaevi resmi bir tören düzenlenerek kapatıldı. Türkiye gündemi, Ergenekon soruşturması, AKP’nin kapatılması davası gibi güncel konularla dolu olmasına rağmen bu haber birçok insanın ilgisini uyandırdı. Bu ilgi yersiz de değildi. Zira Bayrampaşa Cezaevi özellikle ‘90’ların sonu ile birlikte toplumsal hafızaya kazınmış bir simge olma özelliğini her türlü çabaya rağmen kaybetmemişti.

Burjuva düzenin tahakkümü için kurulan ve kimlik öğütücüsü-imha kurumu misyonu taşıyan tüm cezaevleri devletin bekasını simgeler. Ancak Bayrampaşa Cezaevi, F tipi saldırısının hayata geçirilmeye çalışıldığı dönemde, egemenlerin de defalarca yineledikleri gibi, dişe diş bir mücadenin verildiği, dahası devletin dönemsel olarak otoritesini yitirdiği bir yer olagelmiştir. Simge olma özelliği de buradan ileri gelir.

F tiplerine geçiş sürecinde koğuş sisteminin “tehlikeleri”nin sayılıp dökülmesi eşliğinde yürütülen kampanya kapsamında da işte bu yüzden en çok Bayrampaşa Cezaevi’nin ismi kayıtlara geçmiştir. Devletin kendi kurumlarına giremediği yinelenmiş, bu yolla kanlı katliamların yolu düzlenmeye çalışılmış, bu cezaevi bir “terör okulu” olarak lanse edilerek, devlet açısından kendi “mutlak gücünün” ispatlanmasının zorunlu olduğu bir simgeye dönüştürülmüştür. Gerek 2000 yılında gerçekleştirilen “Hayata Dönüş Operasyonu”nun, gerekse geçtiğimiz günlerde gerçekleşen törenin gerisinde bu yatmaktadır.

12 Eylül faşist askeri darbesinin ardından gelişen süreç ve mücadele dinamikleri kısaca hatırlandığında bu zorunluluk daha iyi anlaşılır. Faşist darbeden sonra devrimci hareketin diri güçleri cezaevlerine kapatılmış, ancak bu aynı güçler toplumsal muhalefetin darbe etkisiyle içerisine düştüğü derin sessizlikte ilk gediği açanlar olmuştur.

‘84 direnişi ile başlayan direnme geleneği günümüze kadar kırılamamıştır. Gerek ‘96’da, gerekse 2000’lerde cezaevleri toplumsal muhalefeti harekete geçirmede önemli bir rol oynamıştır. Türkiye’de devrimci mücadelenin bu ayağı elbette ne ‘80 sonrası direnişlerden ibarettir, ne de Bayrampaşa’dan... Ancak nasıl dönemin özgün koşulları bu dönemde cezaevlerinde ortaya konan direngen çizgiye geçmişi aşan bir anlam ve önem yüklediyse, Bayrampaşa’daki direnişlerdeki gözle görülür güçlülük de bu cezaevinin öne çıkmasına yol açmıştır. Özellikle sermaye düzeni ile cezaevlerindeki irade çatışmasının tecrit saldırısı ile birlikte iyiden iyiye derinleşmesi ile birlikte, başta Bayrampaşa ve Ulucanlar olmak üzere cezaevlerinin birer direniş simgesine dönüşmesi, öncelikle bu alanlardaki iradenin kırılmasını, ardından ise bu iradenin yarattığı toplumsal etkinin zayıflatılmasını egemenler cephesinden zorunlu kılmıştır.

“Hayata Dönüş Operasyonu” ve sonrasında derinleşen tecrit saldırısı ile devrimci irade teslim alınamadı ancak devrimci tutsakların büyük direnişlere ve ödenen bedellere rağmen F tiplerine kapatılması ile toplumun geniş kesimlerine sopa gösterilmiş oldu. Şimdi ise açık ki “cezaevi kapama törenleri” makyajıyla “güçlü devlet” imajına cila çekilmek isteniyor.

Ulucanlar’da konser dinlemek,
Bayrampaşa’da piknik yapmak!

Bayrampaşa Cezaevi’ni kapatma törenini tecrit politikalarının geldiği son aşama ile birlikte değerlendirmek gerekiyor.

Son birkaç yıl içerisinde şehir merkezlerinde bulunan başka cezaevleri de kapatıldığı halde, özellikle Ulucanlar ve Bayrampaşa öne çıkartılıyor. Bu cezaevlerinin toplumsal hafızada devlet egemenliği ile değil ama katliamlar karşısında bütün olanaksızlıklara rağmen ortaya konan direnişle anılmasından dolayı kapatmalar da bir gövde gösterisine dönüştürülmek isteniyor. Ve tam bir utanmazlıkla, devletin en kanlı yüzüne şahit, duvarlarına can bedeli direnişlerle yiğitlik destanı yazılmış bu yapılar, karşımıza piknik alanı, kültür merkezi, müze vs. diye çıkartılmaya çalışılıyor. Cezaevinin adı ile birlikte kendisi de ortadan kaldırılarak, toplumsal hafızadan devlet terörünün bir bölümü silinmek isteniyor.

Dahası var! Adalet Bakanı Bayrampaşa kapanırken ne kadar da güzel özetliyor! “Hayata Dönüş Operasyonu” öncesi defalarca duyduğumuz yavan sözcükler bu kez bir cezaevinin kapanış töreninde karşımıza çıkıveriyor! Yine “tarihi bir an”, “bir dönüm noktası” tanımlanıveriyor. “Yeni cezaevi sistemine geçişimiz” kutlanıyor. Kısacası Bayrampaşa Cezaevi’nin kapatılması egemenler cephesinden koğuş sisteminin bitişinin ilanı oluyor. Koğuş sisteminin yerine geçen, ses geçirmeyen duvarlar ardında sürdürülen sistematik işkence, modern ve gelişmiş bir Türkiye resmi olarak ballandıra ballandıra anlatılıyor.

Bu törenli kapatmalar neyin işareti?

Bayrampaşa’da düzenlenen törende Adalet Bakanı Şahin şunları söylüyor: “Aslında sadece Bayrampaşa Ceza İnfaz Kurumu’nu terk etmiyoruz, onun şahsında çağ dışı kalmış olan bir ceza infaz sistemini de terk ediyoruz. Koğuş sistemine dayalı, hükümlü ve tutukluların 50-60-70 kişilik, üst üste ranzalarda bazen de yer yataklarında yatmak zorunda kaldıkları infaz anlayışını terk ediyoruz.” İkiyüzlülükten beslenen burjuva siyasetin nezih bir örneği! Yani bugün insanların tek tek hücrelerde sistematik işkenceye maruz kalmasına denk gelen tecrit anlayışı insanların yerde yatmamaları içinmiş... Ulucanlar’da ek koğuş isteyenler bu yüzden katledilmiş...

Ağızdaki bakla ise törenin sonuna doğru çıkıyor: “Adil, hızlı, erişilebilir, güven duyulan, insan haklarına saygılı etkin bir yargı ve infaz sistemini ortaya koymayı amaçladık, bunu büyük ölçüde başardık.” Ankara’da “isyanlarla, ölüm oruçlarıyla anılan, belki Bayrampaşa’dan daha olumsuz şartlarda olan” (Şahin’in nitelemeleri) Ulucanlar Cezaevi’nin de kapatıldığını belirten Şahin, İzmir’de Buca’da bulunan cezaevinin de bu yıl içinde Aliağa’da yapmaya başlayacakları cezaevinin tamamlanmasının ardından kapatılacağını bildiriyor.

İşte bu son bilgi, düzenlenen bu törenlerin ne anlama geldiğini de ortaya koyuyor. Zira egemenler bir süredir tecrit saldırısını yeni bir boyuta sıçratmış durumdalar ve bunun adımlarını atıyorlar. Çünkü cezaevlerinde kıyasıya bir irade çatışması devam ediyor. Söylemlerdeki “insan hakları, adalet” vb. gibi mavallar üzerine söz söylemeye zaten gerek yok. Ancak bu kez halihazırda hücre tipi yaşam işkencesine maruz bırakılan tutsaklar şimdi zorunlu sevklerle, gece yarısı sürgünleri ile şehir merkezlerinin dışında, en yeni işkence teknolojisi ile donatılmış cezaevlerine taşınıyorlar. Merkezdeki cezaevlerinin kapatılması bunların yaygınlaştırılması ile paralel yürüyor. 2007 sonlarından itibaren bu yönlü haberler yansımaya başladı. Tutsaklara eşyalarını toparlama fırsatı dahi tanınmıyor. Taşınılan cezaevlerinin ulaşım vb. sorunları bilinçli olarak çözülmüyor. Kısacası tutsakların aileleriyle, avukatlarıyla, dostlarıyla bütün bağlantıları kesilmeye çalışılıyor. Dahası tutsaklara uygulanan bu zorba ceza genişletilerek aile ve yakınlarına da taşınıyor.

Bu törenler ve başka vesilelerle verilen mesajlarla da bir meşruluk zemini yaratılmak isteniyor. Bunun gerisinde bir korku olduğu açık. Yalnızca devrimci tutsakları değil, bütün tutuklu ve hükümlüleri de kapsayacak olan bu uygulamaya karşı mayalanabilecek bir mücadeleye karşı alınan erken bir önlemdir bu kapatma töreni... Ama sonuçsuz kalmaya mahkumdur!

 

14 Nisan’dan 19 Temmuz’a...

Geçtiğimiz yıl 14 Nisan mitingleri ve “e-muhtıra” derken, milyonlarca insan “Cumhuriyet mitingleri” ile doğrudan düzene yedeklendi. Mevcut tepkiler bir bütün halinde gericilik cephesinde AKP, “laik” cephede ise ordu arasında paylaşıldı. Böylece sınıf savaşımının tüm “acı gerçekleri” örtüldü.

Sol sosa batırılmış milliyetçi söylemlerin egemenliği altında ‘60’ların o revaçta olan “milli cephesi” şahsında yaşanan darbe hezeyanı 14 Nisan mitinglerine ve ardından gelişen harekete yön verdi. Ancak dinsel gericiliğin 12 Eylül’le birlikte palazlanmasını sağlayan, Kürdistan’da kirli savaşı aynı zamanda radikal dinci örgütler ile sürdüren ordu, bırakın antiemperyalist bir karakter taşımayı, baş uşak olarak ABD’nin ayarıyla karşılaşınca, 14 Nisan ile başlayan hareket sessizce geri çekildi.

Bazı liberal burjuva aydınların da destek verdiği hareket üstüne giymeye çalıştığı “sol gömleği” ise uzun süre üzerinde taşıyamadı. Zaten her şey fazlasıyla yalan ve saçmalık üzerinde kurulmuştu. Örneğin mitinglerde yıllarca türkü söyleyen Edip Akbayram ve Tolga Çandar Nazım’dan “Güzel günler göreceğiz çocuklar”‘ı ve Sabahattin Ali’den “Aldırma gönül”’ü söyledi. Ancak öyle pek bir cansiperane korunan Cumhuriyet, Nazım’ı “vatan haini” ilan edip 15 yıl zindana atmıştı. Sabahattin Ali de bu Cumhuriyetin zindanlarına düşmüş, Cumhuriyetten kaçarken sınır boyunda katledilmişti. Bu kimliksiz ve köksüz hareket, savunduğu Cumhuriyet gibi öylesine çürük temellere basıyordu ki, kendine ait hiçbir şeyi yoktu. Nazım’ın komünistliği, Sabahattin Ali’nin faşist devlete olan isyanı meydanlarda yankılanırken, mitingin yaratıcıları bambaşka bir telden, cunta makamından türkü söylemeye çalışıyorlardı. Ancak eşyanın tabiatı gereği bu saçmalık söndü gitti.

Geriye ise, bir avuç ordu artığı tescilli katil, yıllarıca solculuk adına şovenizmi besleyip büyütenler, ordunun dizi dibinde huzur bulan mutlu azınlık ve ne yaptığını bilmeyen eski solcu artıkları kaldı. AKP gericiliğine karşı çıkış ise AKP’nin Ergenekon karşı saldırısı ile sonlanmış oldu. Hızla başlayan gerici kuşatma ile Kemalist statükonun karşı koyması arasında sıkışıp kalan 14 Nisan hareketi oldu. Ancak 14 Nisan ile başlayan süreç çoktan kırılmıştı. Antiemperyalistlik ve ilericilik masalı biterken, acı gerçekler kendi doğrularını ve sonuçlarını çoktan üretmişti.

Ergenekon tutuklamaları Cumhuriyet mitinglerinin organizasyon komitesini de kapsayınca, dün milyonların yanıt verdiği çağrı bu kez havada kaldı. “Terörist” olarak cezaevine düşenler, “ulusalcı” cephenin en militanları, aynı zamanda geçmişi en karanlık ve en şaibeli olanlarıydı. Kitle desteğini büyük oranda kaybettiğinin açık göstergesi ise geçtiğimiz günlerde düzenlenen miting oldu. Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Kadıköy Şubesi tarafından düzenlenen “Atatürk ve demokrasi” mitingine yaklaşık 5 bin kişi katıldı. CHP’nin de destek verdiği Kadıköy İskele Meydanı’ndaki mitingte “Hainler Meclis’te yurtseverler hapiste!”, “Millet-ordu elele milli cephede!”, “İnadına hukuk, inadına demokrasi, inadına laiklik, inadına Atatürk!”, “Ne ABD ne AB, tam bağımsız Türkiye!” sloganları atıldı.

Kadıköy İskele Meydanı’ndaki mitinge İstanbul ve çevre illerden gelen ADD üyeleri katıldı. Ayrıca CHP, İşçi Partisi, Halkın Kurtuluşu Partisi, Türkiye Gençlik Birliği gibi parti ve kuruluşlar da mitinge katılarak destek verdi. Mitingin doğal gündemi ise “Ergenekon operasyonu”ydu. ADD Genel Başkan Yardımcısı Sina Akşin, “Ergenekon soruşturması ile Atatürkçülerin baskı altına alınmaya çalışıldığı”nı söyledi.

Çok zayıf ve cansız bir atmosferde geçen miting, Cumhuriyet mitingleri ile yakalanan rüzgarın çoktan geçtiğini göstermiş oldu.


Gazi: “Ergenekon yetmez, kontgerilla yargılansın!”

Gazi Mahallesi’nde DTP, EMEP, ESP, Partizan, SDP ve TÖP tarafından 18 Temmuz’da, “Ergenekon yetmez, kontrgerilla yargılansın!” şiarlı bir basın açıklaması yapıldı.

Eylem eski karakolun önünde başlayıp Cemevi’nin önünde okunan basın açıklamasıyla son buldu. Yapılan açıklamada, Ergenekon’un kontrgerillanın sadece bir parçası olduğu ve bunun TSK bünyesinde hala varlığını sürdürdüğü söylendi. “Egemen sınıflara karşı birleşip, gerici ve darbeci kutuplara karşı üçüncü ses olmalıyız” denildi.

Eyleme ağırlığını reformist solun oluşturduğu yüz kişi katıldı. Eylemde sıklıkla “Gazi katliamının hesabını soracağız!”, “Darbeciler yargılansın!”, “Gazi’nin, Şemdinli’nin, Hrant’ın katili kontrgerilla devletidir!” sloganları atıldı.


Halkevleri: “Biz halktan yana tarafız!”

Halkevleri 20 Temmuz günü İstanbul Halkevleri binasından Galatasaray Lisesi önüne yürüyerek “Ergenekon operasyonu”yla ilgili açıklama yaptı. “Ne takke ne postal, tek yol demokratik halk iktidarı/Halkevleri” pankartının açıldığı eyleme yaklaşık 70 kişi katıldı.

Açıklamada şunları söyledi: “‘At izinin it izine karıştığı’ bugün bize taraf olun diyorlar. Bu çatışmanın her iki tarafı da halkın, emekçilerin karşısındadır. Bugün bizlere sunulduğu gibi, ne AKP demokrasi mücadelesi veriyor ne de darbeciler laiklik mücadelesi veriyor. Kimisi takkeli Amerikancı, kimisi apoletli Amerikancı. Her iki taraf da NATO’cu, sermayeci, her ikiside kontrgerillacı, derin devletçidir... Biz halktan yana tarafız. Biz halkın hakları için, halkın demokratik iktidarı için tarafız. Ve biliyoruz ki bütün bu dediklerimiz halkın demokratik iktidarıyla mümkündür.”

 Kızıl Bayrak / İstanbul


Yargı egemenlerin hizmetinde!

“Ergenekon operasyonu”yla birlikte “yargının bağımsızlığı” tartışmaları sürerken, yargının nasıl tümüyle egemenlerin çıkarları temelinde işlediği Bolu’da yaşanan son olayla bir kez daha gözler önüne serildi.

Yerel Bolu Expres gazetesi, 7 Ekim 2007 tarihinde, Işın Erşen imzasıyla “Türk, işte düşmanın” başlıklı bir yazı yayınlamıştı. Gabar Dağı’nda Bolu 2. Komando Tugayı’na mensup 13 askerin ölmesinin ardından yayımlanan yazıdan kan damlıyor, DTP milletvekillerinin, MYK üyelerinin ve belediye başkanlarının isimleri tek tek sıralanarak şunlar söyleniyordu:

“Yüce Türk Ulusu, işte karşında düşmanın. ‘PKK bölücü terör örgütüdür, onun mensupları da vatan hainidir’ demedikten sonra bunların topu Türk düşmanı olarak bundan sonra ‘sivil yurtsever’ unsurların hedefi olacaktır. Kahpece pusu kuran dağdaki teröristin peşinde koşmaktansa üç-beş mikrobu temizleyip bundan sonra bir bizden, beş sizden, tamam mı, devam mı? demek gerekir.

Bunu yapacak ve diyebilecek yurtsever unsurlar da çıkar elbet. Toplumun arzusu, yoğun olarak bu yöndedir. Bundan böyle şehit edilen her güvenlik görevlisine karşın, bunlardan birinin aynı kaderi paylaşması toplumun çoğunluğunun isteği haline gelmiştir. Artık kangren olmuş uzuv veya uzuvların kesilip atılma zamanı gelip geçmiştir.”

Yazıda suç unsuru yokmuş!

Yazının ardından DTP Grup Başkanvekili Selahattin Demirtaş, avukatı Faruk Duran aracılığıyla 24 Kasım 2007 tarihinde Bolu Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulundu.

“Basın yoluyla hakaret, suç işlemek için alenen tahrik, halkı kanunlara uymayaya tahrik” suçlamalarıyla Erşen’in cezalandırılması istendi.

Bolu Cumhuriyet Savcılığı, altı ay süren soruşturmanın ardından, yazıda suç unsuru bulunmadığını gerekçesiyle takipsizlik kararı verdi. Böylece bizzat düzenin hukukçuları eliyle yeni katliamlara davetiye çıkarılmış oldu.