19 Eylül 2008 Sayı: SİKB 2008/38

  Kızıl Bayrak'tan
   Soluğu kesilen kapitalizm
   İşbirlikçi sermaye devletinin iyimser vaazları sahtedir!
Mehmetçik medyayı toplayan ordu sefere mi hazırlanıyor?
Kürt halkına ve diline özgürlük!

Kadıköy Belediyesi’nde grev!

İşçi ve emekçi hareketinden…
  Direnişteki UNO işçileriyle konuştuk...
  12 Eylül protestolarından…
  12 Eylül askeri faşist darbesi ülke çapında protesto edildi...
  Ticari Eğitime Karşı Gençlik Koordinasyonu’nun
6. Toplantısı’nda buluşalım!
  Bir deney üzerine gözlemler…
  Pakistan: Emperyalist savaşın yeni cephesi!
  Bolivya ile Venezüella’da ABD destekli darbe hazırlıkları…
  Dünyadan…
  Yeni dönem mücadele gündemleri ve komünist gençliğin görevleri...
  Anti-faşist mücadelenin sorunları ve faşizme karşı mücadele
  Sol liberalizm: İllüzyon tüccarları ve kolera günleri / 3
Volkan Yaraşır
  Küçük-burjuva dükkancı zihniyet festivallerde de iş başında!
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Sol liberalizm: İllüzyon tüccarları ve kolera günleri / 3

Volkan Yaraşır

Sol liberaller, yeni haronlar

Sol liberaller özellikle son dönemde AKP’nin rolü, küreselleşme, liberalizmin “yaratıcı” gücü üzerine vurgular yaparak Ergenekon operasyonuna yaklaşımları buradan, darbe ve demokrasi karşıtlığı yaratıp sosyalist sola saldırmaları çarpıcıdır. Kendi içinde kristalize özellik göstermeyen sol liberallerin tezleri şöyle özetlenebilir: Sosyalist solu arkaik, statükocu, devletçi, Kemalist vs. vurgularla suçlayarak tarihsel bir saflaşmanın yaşandığını, safların statüko ya da değişim, merkez ya da çevre, darbe ya da demokrasi gibi biçimlendiğini ileri sürüyorlar. Yapılması gereken; bürokratik, statükocu, siyasal baskı ve gericilik üreten devlete karşı, sivil toplumu ve onun liderliğini yapan burjuvaziyi desteklemek ve askeri vesayet rejimine karşı, Kürtlerin, sosyalistlerin, İslamcıların demokrasi cephesinde birleşmelerini sağlamaktır. Özellikle marksist literatürden alıntılar (Prusya modeline ilişkin göndermeler) ve değerlendirmelerle tezlerini güçlendirmeye çalışıyorlar.

Sol liberaller bir anlamda resmi ideolojiye karşı gayrı resmi ideoloji üretiyor, başka bir düzlemde hakim ideolojinin yerleşmesini ve güçlenmesini sağlıyorlar. Teorik olarak özellikle tarih teziyle kurmaca ve indirgemeci, felsefi anlamda agnostik, politik anlamda sınıf mücadelesini reddeden, kapitalizmin ebediliğine tekabül eden, sınıflararası barışı savunan, sivil toplumla devlet arasındaki ontolojik ilişkiyi es geçerek, sivil toplumu bir çıkış noktası olarak ele alıyorlar (6). 12 Eylül darbesinin yarattığı yıkıcı tahribatlar ve bunun üzerine kurulan Özal dönemi sivil toplumculuğun bu ülkede “olağanüstü” gelişmesinin zeminlerini açtı. Bu dönemde sistem, gündelik hayatı yeniden kurguladı, değerler sistematiğinde altüst oluş yaşandı ve toplumun anlam dünyasında farklılaşmalar gündeme geldi. Bir anlamda Türkiye kapitalizmi tarihsel ve toplumsal gelişim karakterine bağlı olarak, geleneksel anlam dünyalarıyla (milliyetçilik ve İslamcılıkla) son derece örtüşen, hatta kendini konsolide eden bir boyut kazandı.

Yenilgi travmasının içselleştirildiği, devrim düşüncesinin ve sınıflar mücadelesinin reddedildiği ve solun artık bir orta sınıf refleksiyle karakterize olduğu bu koşullarda, sol liberalizm bir varoluş ve kendini ifade ediş olarak yaygınlaştı.

Sol liberalizmin bugün beslendiği kesim de bu çevrelerdir ve bu eğilim sol içinde düşündüğümüzden daha yaygındır. 1980 öncesi Türkiye solunun ana hareketleri diye tanımlayacağımız yapıları, 1980’lerin ortası ve 1990’larda (buna Kürt hareketi de dahildir) farklı savruluşlarla sol liberal dönüşümler yaşamıştır. Bu sürecin açık göstergesi “sınıftan kaçıştır” ve işçi sınıfının komünizmin kurucu öznesi olduğu anlayışının terk edilişidir.

Bugün Taraf gazetesi aracılığıyla bir siyasi özne, parti gibi hareket eden sol liberal kesimler sınıflar arası barışın hegemonyasını kurmaya çalışıyorlar. Sol liberallerin bu gayretkeş seslenişleri, sivil toplumcu eğilimlerin yaygınlığından dolayıdır ve bu durum, sol liberallerin sosyalist solu hedef almasının birinci özelliği olarak sayabiliriz.

İkinci nokta olarak ise sol liberaller şunu söylüyor: “Biz kusuyoruz, siz de bize iştirak edin. Kusun.”

Üçüncü nokta ise bir siyasi hareket olarak AKP’nin iktidara yürüyüşünün yarattığı “ihtişam” ve son derece çıplak maddi çıkarlar liberalizmin sol kanadının “akil” adamlarını ılımlı İslam’a angaje etti.

Fakat gelişmeler sol liberallerin bütün politik tasavvurlarını boşa çıkarttı. Özellikle ikinci AKP döneminde izlenen politikalar ve demokratikleşme projelerinin hüsrana uğraması, çevrenin merkezi etkisizleştireceğine duyulan güveni ve statükoların parçalanacağına inancı sarstı.

Kapitalizmin şaşmaz kuralları, her şeyi eskittiği ve işlevsizleştirdiği gibi sol liberallerin siyasal alanda söz söyleme olanaklarına da ortadan kaldırabilir. Hatta AKP iktidarının bir müddet sonra sol liberallerin vadesini tamamladığını düşünüp onları devre dışı bırakması olasıdır. Bunun da en somut göstergesi Taraf gazetesinin tasfiyesi olacaktır, ileriki dönemde bu tasfiye gerçekleşirse şaşırmamak gerekir. Bugün sol liberallerin hegemon siyasal güce yedeklenmesi (7) hatta işi daha da ileri götürerek sosyalist solun da bu hegemon güce tabi kılma uğraşları boşuna değildir. Bu bir anlamda kendini pazarlama ve yeni olanaklar kazanma çabasıdır. Ve zehrin gücünü egemenlere ispatlamaktır.

TC tarihinin jeo-politik evreleri,  BOP ve ılımlı İslam

Bugün TC tarihinin yeni bir altüst oluş dönemi yaşanıyor. Bu gelişme hem iç dinamiklerin bir ihtiyacı ve yönelimi, hem de dış dinamiklerin zorlamaları ve şekillendirmelerinin ürünü olarak ortaya çıkmış durumda.

TC tarihini kısaca üç döneme ayrıştırabiliriz. Bunlardan birincisi TC’nin kuruluş yıllarıdır. TC’nin kuruluşu dönemin jeo-politiğine göre belirlendi. Birinci paylaşım savaşının ve özellikle Ekim Devrimi’nin muazzam sonuçları ve savaş sonrasının jeo-politiği TC’nin niteliğini ve özelliklerini etkiledi ve belirledi. Dönemin jeo-politiği, petro-politik üzerinden kurgulandı. TC emperyalizmle Bolşevizm arasında tampon bir ülke olarak konumlandırıldı. Ülke içindeki gelişmeler ve egemen bloğun şekillenmesi tarihsel/ toplumsal özgünlüklerin yanında, yukarıda belirttiğimiz şartlara göre biçim aldı. TC’nin 1923-1940 dönemi bir dizi iç evreyi içinde taşısa da, dominant olarak bir tampon ülke olmanın özelliklerini gösterdi.

TC’nin ikinci jeo-politik dönemi 1945-1990’lı yılları kapsadı. Uluslararası düzeyde Soğuk Savaş konsepti süreci belirledi. Bu dönemin jeo-politiği Sovyetler Birliği’nin ekonomik ve nüfuz alanını daraltma, kırma ve etkisizleştirme üzerinden belirlendi. TC bulunduğu jeo-stratejik konumunun etkisiyle, Soğuk Savaş politikalarının en keskin sonuçlarını yaşadı. TC bu dönemde Soğuk Savaşın tampon ülkesi olarak hareket etti. Soğuk Savaş devlet ve toplum ilişkisini yeniden yapılandırdı. TC anti-komünizmin kalesi gibi davrandı. Ortadoğu’da emperyalizmin jandarması olarak konumlandı. Bu süreç emperyalist-kapitalist sistemle TC’nin entegrasyonunu derinleştirdiği bir süreç olarak işledi. Egemen blok içinde daralmalar yaşandı. Özellikle 1960’ların ortasından sonra finans kapital ağırlığını koydu, asker-sivil kompleks ise bir sermaye gurubuna dönüşmeye başladı, pre-kapitalist unsurların tasfiyesi ise 1960’lardan sonra hızlandı, 12 Mart önemli bir hamle, 12 Eylül ise bir final işlevi gördü. Askeri darbeler kapitalist sistemin bekası ve kökleşmesi anlamında karşı devrimci bir rol üstlendi.

TC’nin üçüncü dönemi her ne kadar 1990’larda başlasa da özellikle Kürt sorununun varlığı ve geldiği boyut, uygulanan radikal neo-liberal politikalar sonucu aksak, sancılı, gelgitli sürdü. Ve halihazırda bu dönemin özellikleri oturmuş değil. Yaşanmaya devam ediyor. 1990’da Soğuk Savaş’ın fiilen bitmesi ve küreselleşme sürecinin başlaması ve emperyalist ataklar TC’yi kabuk değiştirmeye zorladı. Bu süreci dünyanın yeniden paylaşımı olarak da okuyabiliriz (8). Fakat özellikle Kürt sorununun varlığı ve hızlı militarizasyon süreci TC’nin Soğuk Savaş reflekslerini korumasına yol açtı. Yeni konseptle uyum bozukluğu yaşandı. Hatta bazen bu uyum bozukluğu kapitalist rasyonelleri zorlayacak boyuta vardı.

Özellikle 11 Eylül sonrası emperyal konseptteki değişim ve ABD’nin unilaterizm anlayışı doğrultusundaki hamleler yapması yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Yeni jeo-politiğe bağlı olarak Afganistan ve Irak işgalleri ve BOP, TC’nin yeniden yapılanma ihtiyacını hızlandırdı.

Bir tarafta TC-AB ilişkisi ve entegrasyon süreci, diğer tarafta TC’nin BOP’a angajmanı ve yaşanan 2001 krizi ve sonrası gelişmeler ve küresel sermayenin ihtiyaçları TC’nin hızla yeniden yapılanmasını gerekli kıldı.

TC’nin üçüncü dönemi diye tanımlayabileceğimiz bu dönem yeni jeo-politiğe göre konumlanışı beraberinde getirdi. Bu konumlanış BOP angajmanı ve AB entegrasyonu üzerinden belirlendi.

Bugün neo-Osmanlıcılık ya da pax-Ottoman olarak adlandırılan bu süreç, iki ayakta kendini dışa vuruyor. Fay hatlarında kırılmaları beraberinde getiren bu süreç, egemen blok içinde ciddi çatışmalara ve iktidar savaşlarına yol açıyor.

“Savaş görünümüne rağmen” bütün tarafların BOP’a angajman ve AB’ye entegrasyon konusunda bir problemleri yok. Bu konuda en katı görünüme sahip ordunun bile en fazla çekinceleri entegrasyonun şekli, hızı ve patronaj ilişkilerine etkisi olup olmayacağı üzerinden şekil alıyor. TSK’nın başından beri AB’ye “sıcak” baktığı unutulmamalıdır. Bu aslında Türk modernleşmesinin batılılaşma ufkuyla paralel bir durumdur. Hatta son Ergenekon operasyonu TSK içinde stabilizasyon ve problemli unsurların tasfiyesi olarak görülebilir. Ulusalcı grup ve oluşumlar bütün varyasyonlarına, katı ve statükocu görünümlerine rağmen, en fazla ordunun patronajını korumak yönünde sivil mobilize güç olarak değerlendirilebilir.

Finans-kapital bütün fraksiyonlarıyla uluslararası sermayenin yol haritasında hem fikirdir. Sorun sistemin rasyonellerine uyum sorunudur.

Bir emperyal hayal: Neo-Osmanlıcılık

Bugün neo-Osmanlıcılık iki ayakta inşa ediliyor.

Bu inşanın birinci ayağı tam anlamıyla sınıf karşıtı politikalardır. Bu politikalar sınıfı boyunduruk altına alan, tarihsel kazanımlarını yok eden, ayrıca onu nesneler yığınına dönüştüren Çin çalışma rejimini inşa etmek yönünde biçimlenmektedir. Çin çalışma rejiminin temel hedefi AB’yle entegrasyon sürecini derinleştirmektir.

Son İrlanda referandumuyla AB, 5 çekirdek ülke, birinci halka ve ikinci halkadan (ya da periferiden) oluşan emperyal bir bloğa dönüşüyor. Özellikle ikinci halka Doğu Avrupa’nın bazı ülkelerini ve Türkiye’yi kapsayacak bir içeriğe bürünüyor. AB’nin çekirdek ülkeler ve halkalar şeklinde hiyerarşik biçim alışı, bir yandan AB’nin Rusya-Kafkasya hattına ulaşma, diğer yandan Ortadoğu coğrafyasında söz sahibi olma iddiasının ürünüdür. Bu noktada AB’yle TC ilişkisi önem taşıyor. AB’nin bu formata ulaşmasıyla TC’nin AB’ye tam üyeliği olasıdır. TC yaptığı bir dizi karşı devrimci organizasyonla sınıfın tüm direnç noktalarını kırmayı ve sınıfı itaatkarlaştırmayı amaçlıyor. AKP iktidarının siyasal programı ve hayırsever kapitalizm uygulamaları sınıfı atomize etmeyi, esir almayı, onu cemaatleştirmeyi hedefliyor. Böylece Türkiye AB için tam bir ucuz işgücü cennetine dönüştürülüyor. Ehlileştirilmiş bir sınıfla küresel sermayenin karını maksimuma çıkardığı bir ortam yaratılıyor. Bu noktada GAP’a yönelik 12 milyar dolarlık yatırım dikkat çekiyor. Bölgenin, Türkiye’nin Çin’ine dönüştürülmesi hedefleniyor. Bu adım AB ve ABD’nin Ortadoğu projeleriyle bağlantılı olarak ele alınmalıdır. TC’nin Kürt federe devletiyle ilişkisi, yeni bir dönemin habercisi olacağa benziyor. Kürt halkının bir yandan Kürt-İslam sentezi, diğer yandan küresel sermayenin yerel ajanlarına dönüştürülmüş Barzani ve Talabani çemberinde boğulması amaçlanıyor. Bu noktada GAP modern köleleştirme projesi olarak öne çıkıyor.

Neo-Osmanlıcılığın ikinci ayağı ise ılımlı İslam’la, BOP’a tam angajmanı içeriyor. 2001 krizi ve birinci AKP iktidarında bu yönde önemli adımlar atıldı. Ortadoğu’nun yeniden dizaynının ideolojik boyutunu ılımlı İslam oluşturdu. Ilımlı İslam bu dizaynda, açık zoru pekiştirecek ideolojik zor olarak devreye sokuldu. İnsan hakları, kadının toplumsal rolünün artırılması ve demokrasinin inşası gibi argümanlar gündemde tutuldu. Ilımlı İslam farklı enstrümanlarla güçlendirildi.

AKP bir model parti olarak öne çıkarıldı, iktidara gelmesiyle tam bir karşı devrimci hükümet gibi hareket etti. Küresel sermayenin ihtiyaç ve isteklerini aktif şekilde yerine getirdi. Tek başına iktidar olmasının kibri ve güveniyle sınıfa yönelik muazzam saldırılar gerçekleştirdi. Radikal özelleştirme programlarını pervasızca hayata geçirdi. Ilımlı İslam, neo-liberal politikaların “ağrı kesicisi” işlevi gördü. Zehrin acılığı, kolektif halüsilasyonla ve ülke sathına yayılmış “hayırseverlik” organizasyonlarıyla (Fak-Fuk-Fon, Deniz Feneri, Kimse Yok Mu gibi dernekler aracılığıyla yapılan yakacak, giyecek, yiyecek ve nakdi yardımlarla) azaltılmaya çalışıldı. Özellikle yerel yönetimler bu organizasyonlarda son derece önemli rol oynadı. Böylece minnet ve biat eden bir toplumun yaratılması hedeflendi.

İkinci AKP dönemi bu altyapının üzerinde şekillendi. Hayırsever/cemaatçi kapitalizmin kökleşmesi yönünde önemli adılar atıldı. Devletin sosyal yönünün özelleştirilmesi ve metalaştırılması, kamusal yaşamın yeniden düzenlenmesi, hayırseverlik uygulamalarının maddi zeminlerini yarattı. Kamusal haktan mahrum bırakılan toplum, muhtaçlar yığınına çevrildi. Bu adımlar bir yanıyla da cemaatleşme şeklinde biçim aldı. Toplum-devlet-birey ilişkileri klerikal zeminde yeniden örgütlendi.

ABD ve AB’nin Ortadoğu’nun dizaynında TC’yi bir mızrak ucu olarak kullanma isteği, bu politikalarla bütünleştirildi. Ilımlı İslam’la BOP angaje olan TC bir savaş makinesine dönüştürülerek, bölgede aktif müdahalelerde bulunması amaçlanıyor. TC böylece Ortadoğu’da yaratılan kaosun bir parçası haline getirilmeye çalışılıyor. TC bölgede emperyalizmin vurucu gücü gibi hareket etmeye hazırlanıyor. Dışarıda agresyon politikaları, ülke içinde şiddetli gericilik ve hızlı militarizasyon hamleleri bir arada yürütülüyor.

TC Ortadoğu’nun yeni dizaynı içinde devasa kontrol, ikmal ve denetim üssü haline getiriliyor. Çokuluslu sermayenin yönelimlerine bağlı olarak TC bölgenin stabilizasyonunda aktif rol alıyor ya da başka bir ifadeyle “yaratıcı kaos” adı verilen konsepte tabi oluyor. Bölgesel vurucu güç/polis kuvveti olmaya hazırlanıyor. Bu TC’nin Ortadoğu’nun balkanlaştırılmasında önemli misyonlar yüklenmesi anlamına geliyor.

Özellikle yakın dönemde AKP’nin Kürt sorununa “çözüm paketi” olarak önüne koyduğu Kürt burjuvazisiyle temasların kurulması, Kürt federe devleti ve Barzani’yle girilen ilişkiler, Kürt-İslam ve Türk-İslam sentezinin bir arada uygulanması, GAP’tan Kürt federe devletine uzanan küresel sermayeye stabil ortam yaratma hazırlıkları, Irak devleti ve Talabani ile ilişkiler, İsrail’in önünü açıcı diplomatik, ekonomik, askeri faaliyetler, ABD denetimli İran’la girilen temaslar ve Akdeniz için Birlik gibi bir dizi diplomatik girişimler, Ilımlı İslam-BOP angajmanının ifadesi olarak öne çıkıyor. Ama özellikle AB ve ABD’nin TC’den beklediği askeri bir güç olarak bölgede işlev görmesidir. Ve bölgenin balkanlaştırılmasında cellat rolü oynamasıdır.

Burada unutulmadan belirtilmesi gereken, finans-kapitalin fraksiyonlarından biri olarak kabul edebileceğimiz İslamcı sermayenin kendi ontolojisine bağlı olarak refleksleri ve yönelimleridir.

Finans-kapitalin diğer fraksiyonu olan TÜSİAD’ın “batıyla” entegrasyon düzeyi yüksek, ilişkileri köklü ve kredi anlaşmaları gelişkindir. Bundan dolayı İslamcı sermaye (burjuvazi) “doğuya/ petro-dolara” yönelmektedir. Geçmişten gelen ilişkiler bu atakları beslemektedir. İslamcı sermayenin burjuva tarihsel geçmişinin olmaması, burjuva bilincinin oturmaması (yaşam tarzı, kültürü, birikimi) başından beri agresif ve yamyam niteliği ılımlı İslam/ BOP angajmanıyla çakışmaktadır. Ortadoğu’ya yönelik “emperyal iştah” İslamcı sermayenin eğilimlerine ve varoluşuna uygundur. Bu durum TC’nin agresyon politikalarını tetikleyici nitelik taşımaktadır. Orduyla AKP arasında son dönemdeki ilişkiyi bu yönde okumak yanlış olmaz. Ordunun AKP ve İslamcı sermayeyle bu projelerde çok problem yaşamayacağı ortadadır. Finans-kapitalin tüm fraksiyonları yeni döneme hazırlanmaktadır. Fraksiyonlar arasındaki çelişkilere rağmen projeler ve çıkarlar ortaktır. Ayrıca projeler AB ve ABD’nin projeleridir. Ordunun Türk burjuvazisinin bir bileşeni olduğu düşünülürse süreç bütün sancılı, çatışkılı görünümüne rağmen derinleşecektir.

TC küresel sömürünün vurucu gücü ve devasa bir askeri üssü haline getiriliyor. Ayrıca ulus devletten pazar devlete dönüştürülüyor ve bir savaş makinesi olarak bölgede mobilize ediliyor.

Bütün bu gelişmelerin işçi sınıfı için tek bir anlamı var: Yoksulluk, geleceksizlik ve kölelik.

İşçi sınıfı boyun eğdirilerek ve cemaatleştirilerek Türkiye kapitalizminin rektifikasyonunun aracına dönüştürülmek isteniyor. Farklı rıza üreten mekanizmalarla sınıfın nesneleştirilmesi ve sistematik yabancılaştırma yönünde adımlar atılıyor. TC bir anlamda hayırsever kapitalizm uygulamalarıyla geçmişteki devlet baba imajından tanrı devlete dönüşüyor. Böylece konsantre karşı devrimci politikalar kolayca hayata geçirilmek isteniyor.

Bugün egemen klikler arası iktidar savaşlarına, neo-liberalizmin çok boyutlu karşı devrimci politikalarına ve sınıfın cemaatleştirilmesine karşı, sınıfın bağımsız, birleşik ve siyasal gücünü yaratmak son derece acil bir görevdir.

Her şeyden önce sınıfın bağımsız gücünü açığa çıkarma, koruma ve geliştirmenin aynı zamanda sınıfın yıkıcı gücünü açığa çıkartma anlamı taşıdığı unutulmamalıdır. Bugün inadına, usanmadan sınıf mücadelesinin altı çizilmelidir. Sınıfsal antagonizmanın ayrıştırıcılığı vurgulanmalıdır. Evet bugün antagonizmanın emek kutbu örgütsüzdür, güçsüzdür ve politik gündemi belirleyememektedir. Tam da bu nokta önemlidir. Yapacağımız tüm faaliyetler sınıfın bağımsız, birleşik, siyasal gücünü yaratmayı hedeflemelidir. Yolumuz işçi sınıfının yoludur, rehberimiz sınıflar mücadelesidir.

Dipnotlar:

 (6)    Sol liberallerin teorik öncülleri, tarih tezleri ve toplum analizleri ayrı bir makalenin konusu olduğundan burada ancak genel bir vurgu yapıldı. Aktüel anlamda neo-Osmanlıcılığı destekleyen açılımları üzerinde duruldu.

(7) Burada bir vurgu yapma ve alt çizmede yarar var. Sol liberal “entelektüellerin” finans-kapitalin birinci fraksiyonu olarak kabul edebileceğimiz TÜSİAD çevresiyle ya da içinde eksikliği taşıyan bir tanımlama olsa da “Laik ve Batıcı” burjuvaziyle ilişki kuramaması, organik zemin yakalayamaması ilginçtir. Bu tesadüfi bir durum değildir. 12 Eylül darbesi ve sonrası koşullar ve Özal iktidarı bu akımın ortaya çıkma, nüfuz ve etki kurma zeminlerini yarattı. Bu koşullar ayrıca İslami finans kuruluşlarıyla hızla metamorfoz içine girmiş ve yeniden şekillenmiş İslami sermayenin geliştiği zeminler oldu. Bu sermaye grubu (MÜSİAD ve TUSKON gibi) başından itibaren küresel sermayeyle bağlar kurdu. Özellikle Körfez sermayesi beslendiği zemin oldu. 2000’lere doğru bu sermaye grubu finans-kapitalin bir fraksiyonu olacak konuma geldi. İslamcı sermaye aynı zamanda büyük medya gücü olarak biçimlendi. Özellikle AKP iktidarı dönemi bu sermaye grubunun gücünü olağanüstü artırdı. Diğer alanda “itibar görmeyen” sol liberaller birden ve hızlı bir şekilde (bu sürecin Özal’la başladığı göz ardı edilmemelidir) hem de İslamcı sermayenin karakterine uygun bir tarzda agresif ve hınçlı bir psikolojiyle belirli televizyon kanallarında ve gazetelerde boy göstermeye başladı. Ruhlarını satma karşılığında “onore” edildiler, “adam” yerine konuldular. İslamcı sermayeye meşruiyet sağlama, “post-modern yaşama” adapte etme misyonu yüklenip, siyasal İslam’ın organik aydını gibi hareket etmeye başladılar. Tıpkı 1920’de İtalya’da faşizmin, 1933’te Almanya’da nazizmin iktidara geldiğinde bir kısım entelektüelin “geleneksel aydın” rolünü terk edip, faşizmin aktif propagandistleri, “organik aydınları” olması gibi... Faşizmi güç ve estetiğin harmonisi olarak tanımlayıp propagandasını yapmaya başladılar. Şan, şöhret, itibar karşılığında faşizmin suçlarına son derece bilinçli ve tercihli suç ortağı oldular.

(8) Bu dönem aynı zamanda emperyalist bloklaşma ve her ne kadar üzerine spekülasyon yapılsa da emperyalist öznelerin ağırlığını ve varlığını bütünüyle hissettirdiği dönemdir. Yugoslavya’nın parçalanması, birinci Körfez Savaşı, arkasından Afganistan’ın ve Irak’ın işgali gibi.