26 Eylül 2008 Sayı: SİKB 2008/39

  Kızıl Bayrak'tan
   Uluslararası finans krizi ve Türkiye
   Krizin faturasını ödememek için
mücadeleyi yükseltelim!
Çeteleşen rejimin tek alternatifi sosyalizmdir!
Metal TİS’leri...

Kartal’da metal işçileri geleceğini tartıştı...

BMİS “ortak mücadele” çağrısıyla neyi hedefliyor!
  Kot taşlama mı, işçi mezarlığı mı?
  Ulucanlar Direnişi 9. yılında!
  GOP İşçi Platformu’nun kampanya değerlendirmesi...
  İşçi ve emekçi hareketinden…
  Ticari Eğitime Karşı Gençlik Koordinasyonu 6. Toplantısı Sonuç Bildirgesi…
  Gönüllü kulluk
Yüksel Akkaya
  Köln’de onbinlerce kişi ırkçı-faşistlere
geçit vermedi!
  Dünyadan…
  PKK 10. Kongresi üzerine kısa notlar
M. Can Yüce
  Emekçi kadın örgütlü mücadele içinde özgürleşecek!
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Krizin faturasını ödememek için mücadeleyi yükseltelim!

Uzun zamandır sinyalleri alınan ABD merkezli finansal kriz nihayet geçtiğimiz haftalarda sarsıcı bir biçimde gerçekleşti. Dünya ölçeğinde finans piyasasında belirleyici role sahip ABD merkezli 5 finans devi arka arkaya battı. Bunlardan ABD’nin en büyük sigorta şirketi durumundaki AİG’i büyük bölümünü kamulaştırmak yoluyla kurtarmak için, Bush yönetimi 85 milyar dolar gibi devasa büyüklükte bir kaynağı gözden çıkartmak durumunda kaldı. Fakat finansal krizin önünü kesmeye dönük harcamalar bununla sınırlı değil. ABD yönetimi ilk elden 700 milyar dolarlık bir önlem paketini Kongre’nin onayına sunmuş durumda. Söz konusu önlem paketinin toplamda 1 trilyon doların üzerine çıkacağı ise basına yansıyan bilgiler arasında.

Buraya kadarı, işin asıl olarak ABD ekonomisi ile ilgili olan boyutu. Bir de, bu finansal krizin dünya ölçeğinde yarattığı sarsıntı ve doğurduğu fatura var. Başta AB ülkeleri olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde bu kriz nedeniyle finans piyasaları şiddetli dalgalanmalar yaşadı. Ekonomik dengeler bir anda altüst oldu. Nihayet geçtiğimiz günlerde merkez bankalarının para pompalaması ya da faizleri düşürmesi nedeniyle sarsıntı geçici bir süreliğine hız kesti. Fakat henüz ne ABD, ne de diğer kapitalist ülke ekonomilerinin rahat bir soluk aldığını söylemek mümkün değil. Radikal gazetesinden Mustafa Aysan’ın şu satırları tabloya ışık tutuyor:

“Ekonomi bunalımı derinleşmekte ve dünya ekonomilerinin tümüne yayılmaktadır. Devletler, finansal pazarların parasal olanaklarını genişleterek, faizleri indirip kredi kolaylıkları sağlayarak ve büyük devletleştirmeleri de içine alan önlemleri uygulamaya koyarak bu büyük bunalımı en az zararla atlatmaya çalışmaktadırlar. Gelişmiş ülke merkez bankalarının, bunalımın zararlarını hafifletmek için kısa sürelerde finansal pazarlara sürdükleri para miktarları, bunalımdan sonra hızlı enflasyonlar yaratacak boyutlardadır. Bununla birlikte, dünyanın gelişmiş ülkelerinde üretim düşmekte, birçok büyük işletme batmaktadır.” (Radikal, 24 Eylül 2008)

Yazarın birinci vurgusu finansal krizin bir ekonomik bunalıma dönüşerek derinleştiği ve yayıldığı yönündedir. Bu, konuyla ilgili bütün ciddi değerlendirmelerin üzerinde anlaştığı temel bir noktadır. Diğer önemli vurgu ise, krizin boyutundan ve alınan önlemlerden ziyade sonuçlara ilişkindir. Yazar, kısa süreli finansal krizin uzun zamana yayılacak bir ekonomik bunalımı tetiklemesiyle gelişmiş ülkelerde üretimin ciddi oranlarda düşeceğini, birçok büyük işletmenin bu süreçte batacağını, kurtarma paketleri kapsamında merkez bankaları tarafından pompalanan ciddi miktarlardaki paraların enflasyonun hızla yükselmesine yol açacağını ifade etmektedir. Bu da daha fazla işsizlik, artan hayat pahalılığı ve büyüyen yoksullaşma demektir.

Özellikle ABD’deki işçi ve emekçiler için krizin faturası çok daha kapsamlıdır. Herşeyden önce kriz ipotekli ev satışını finanse eden kurumların ve ülkenin en büyük sigorta şirketinin iflası şeklinde gelişmiştir. Bunun anlamı, ev sahibi olma hayaliyle bu finans kurumlarına para yatıran veya sigorta şirketlerine prim ödeyen emekçilerin büyük mali kayıplara uğramasıdır. Emekçilerin küçük birikimleri bu krizle birlikte buharlaşmıştır. Bush yönetiminin şirketleri kurtarmaya dönük hazırladığı mali yardım paketinin ev sahibi olmaya çalışanların kayıplarını karşılama gibi bir amacının olmadığı ise kongrede yapılan tartışmalardan rahatlıkla anlaşılmaktadır. Kimi senatörler önlem paketini bu nedenden dolayı eleştirmektedir.

Öte yandan, ABD yönetiminin hazırladığı ve 1 trilyon doları aşacağı söylenen, şimdiki rakamı 700 milyar dolarlarda olan önlem paketinin kendisi de işçi ve emekçiler için bir tehdit oluşturmaktadır. ABD yönetiminin bu parayı ek vergilerle ve başka yollarla işçi ve emekçilerin sırtına yıkmasına kesin gözüyle bakılmaktadır. Yansıyan bilgiler, önlem paketinin her ABD vatandaşının sırtına ek olarak ilk elden 2 bin dolarlık bir yük bindireceği yönündedir. Ekonomideki büyümenin durması, bazı büyük işletmelerin kapanması ve enflasyonda artış yaşanması halinde (ki mevcut durumda bu hemen hemen kesin görünmektedir) kişi başına 2 bin dolarlık faturanın katlanarak artacağı ise açıktır. Bu da ABD’de işsizlik ve yoksullaşmanın son yıllarda görülmemiş boyutlarda artması anlamına gelmektedir.

Türkiye burjuvazisi krizi fırsata çevirme derdinde

ABD merkezli küresel finans krizi kaçınılmaz biçimde Türkiye’deki sermaye piyasalarını da etkilemiştir. Ancak bir parça sıcak para kaçışı yaşansa da yüksek faiz nedeniyle bu belli ölçülerde sınırlı kalmıştır. ABD yönetiminin önlem paketini açıklamasıyla birlikte de İstanbul Borsası yeniden yükselişe geçmiştir. Fakat tıpkı ABD’de olduğu gibi Türkiye’deki rahatlama da geçicidir. Özellikle de krizin etkilerinin ABD ve AB ekonomileri üzerindeki etkilerinin reel sektör üzerinde hissedilmesiyle birlikte işin ucu Türkiye kapitalizmine de daha fazla dokunmaya başlayacaktır. Zira Türkiye ekonomisi hem finansal olarak hem de dış ticaret açısından büyük oranda ABD ve AB’ye bağımlı durumdadır. ABD ve AB piyasalarından kredi bulmakta yaşanacak zorlanma, ithalatın pahalanması ve ihracat imkanlarının daralması, Türkiye kapitalizminin rahat soluk alıp vermesini engelleyecek türden gelişmelerdir.

Fakat sermaye sınıfı krizin kapıya gelmesini beklemeye niyetli görünmemektedir. Onlar yaşanacak ekonomik bunalımın faturasını işçi ve emekçilere yüklemek için şimdiden harekete geçmiş bulunmaktadır. Sermayenin başlıca temsilcilerinden Güler Sabancı bir açıklamasında, krizin mutlaka reel sektörü de vuracağını da belirttikten sonra, “krizi bir fırsata çevirebilir miyiz buna bakmak lazım” diyerek gelişmelere nasıl baktıklarını da ortaya koymaktadır. AB ekonomisindeki olası yüzde 1’lik daralmanın Türkiye’nin ihracatını en az yüzde 3 azaltacağını ifade eden Güler Sabancı, buna karşı yeni ihracat pazarları bulmak durumunda kalınacağını söylemektedir. Mevcutların yerine yeni ihracat pazarları bulmak ise sermaye açısından daha ucuz üretmeyi ve daha ucuz satmayı zorunlu kıldığına göre, işin ucu sonuçta işçi ve emekçilere dokunmaktadır. Bu bakımdan 2001 ekonomik krizinden sonra yaşananlar fazlasıyla öğreticidir. “İhracatı arttırmak”, “ekonomiyi kurtarmak” ya da “ülkeyi düzlüğe çıkartmak” uğruna bütün yükün işçi ve emekçilere ödettirildiği hatırlardadır.

BMİS TİS uzmanı İrfan Kaygısız krizin işçi sınıfına nasıl yansıyacağını şu şekilde özetlemektedir:

“Beklenen kriz tüm yurttaşları çeşitli biçimlerde etkileme potansiyeli taşırken, böylesi bir durumdan en çok işçi sınıfının ve emekçilerin etkileneceği açıktır. Kriz işçi sınıfına çeşitli biçimlerde yansıyacaktır. Sermaye cephesi, yaşanacak olanı gerçeğinden de fazla abartarak sınıfa karşı saldırı hamlesi olarak kullanacaktır. 2001 krizi sonrası yaşananlar belki de daha şiddetli biçimde gündeme gelecektir. İşten çıkarmalar, ücretsiz izin kullandırmalar, esnekliğin çeşitli biçimleri, ücretleri dondurma hatta düşürme gibi bir çok yöntem kullanılmaya çalışılacaktır. Krize karşı yine maliyetleri düşürme ilk yöntem olarak ele alınacak ve maliyet denilince de akla işçilerin hakları gelecektir. Üstelik bunlar sendikalarda örgütlü işçilerin başına gelenlerdir. Bir de örgütsüzleri düşündüğümüzde daha vahim uygulamaların yaşanması mümkündür.”

2001 yılında kriz var diye işçi ve emekçilere sıfır ücret artışlarını hatta ücretlerin düşürülmesini dayatanlar, “ekonomi düze çıkıncaya kadar dişinizi sıkın, sonra siz de rahatlayacaksınız” diyenler, bir süre sonra ekonomiye dair pembe tablolar çizmeye başlamışlardı. İhracatın ne kadar arttığından, kişi başına milli gelirin havalarda uçtuğundan, Türkiye’nin dünyanın bilmem kaçıncı büyük ekonomisi haline geldiğinden söz eden sermaye sözcüleri, sıra işçi ve emekçilerin haklarına, ücretlerin arttırılmasına, işsizliğe çözüm bulunmasına vb. gelince, “az daha sıkın dişinizi, nasıl olsa ekonomi düze çıktı, yakında siz de rahatlayacaksınız” diyorlardı. Yakın zamana kadar bu böyle geldi. AKP hükümeti hala da ekonominin ne kadar güçlü, ne kadar dayanıklı olduğundan söz etmeyi pek seviyor. Başbakan her ağzını açtığında ülke ekonomisinin çok sağlam olduğundan, krizlerin öyle kolay kolay Türkiye’yi etkilemeyeceğinden dem vuruyor ve elbette bunu kendi hükümetlerinin marifeti olarak sunmayı da ihmal etmiyor.

Oysa patronlar daha şimdiden hükümetten farklı bir telden çalmaya başladı bile. Sermaye temsilcileri işçi ve emekçileri krizle korkutmaya girişmiş bulunmaktalar. Örneğin gündemdeki metal TİS’lerinde bu somut olarak görülüyor. Patronların örgütü MESS, esneklik dayatmasını “kriz var” söylemine dayandırmaya çalışmaktadır. Gene ücret artışları da “kriz var, harcamaları kısmamız lazım” bahanesiyle yanıtlanmaktadır. Şu sıralarda yaygınlaşan ücretsiz izin uygulamaları, “ihracat yok, üretimi kısmak zorundayız” türünden sızlanmalar TİS sürecinde hakimiyeti elde tutmak ve işsizlik sopasını daha inandırıcı biçimde sallayabilmek içindir.

Ne bundan öncekileri, ne de bu son krizi işçi ve emekçiler yaratmadı. Krizin sorumlusu bizzat kapitalist sistemin kendisidir. Kapitalist sistem döne döne kriz üretmektedir. Fakat kapitalist patronlar, her seferinde krizin yükünü işçi ve emekçilerin sırtına yıkarak bu krizlerden kazançlı çıkmasını da bilmektedir. Hatta şimdi olduği gibi, işlerin oldukça tıkırında olduğu, kârlarının katlanarak arttığı durumlarda bile “kriz var” sızlanmalarıyla işçileri köleliğe mahkum etmeye çalıştıklarını görmekteyiz.

Sonuç olarak, sermayenin krizin faturasını işçi ve emekçilere ödetme çabalarının başarısı buna karşı ortaya konulacak mücadeleye bağlıdır. Eğer işçi ve emekçiler faturayı ödemeyi reddederlerse, birleşik örgütlü mücadeleyle kendi talepleri uğruna mücadeleyi yükseltirlerse sermayenin işi de pek öyle kolay olmayacaktır. Yapılması gereken “Krizin faturası kapitalistlere!” şiarıyla yıkıma ve sömürüye karşı mücadeleyi yükseltmektir.

Faturalar mücadeleyle çöpe atılabilir!

Sermayenin işçi ve emekçilere yönelik zam saldırıları kesintisiz devam ediyor. Gıda fiyatlarına yapılan zamlardan sonra doğalgaza, elektriğe, suya, ekmeğe ve ulaşıma ardarda yapılan zamlar yoksulluğu daha arttırdı.

AKP hükümetinin seçim politikalarındaki en büyük kozu olan “elektriğe 5 yıldır zam yapmadık” söylemi 2008 yılında, geçmiş yılların acısını çıkarırcasına, yerini “otomatik zamlara” bıraktı. Sadece bu yıl içinde elektriğe üç kez zam yapıldı.

Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK), Türkiye Elektrik Dağıtım A.Ş (TEDAŞ) tüketiciye satacağı elektrik fiyatını 1 Temmuz’dan geçerli olmak üzere ev ve işyerlerinde yüzde 21, sanayide ise yüzde 22 arttırdı. Elektrikte de fiyatlandırmanın otomatiğe bağlanmasıyla birlikte bundan sonra elektrik fiyatları giderek artacak ve fatura doğrudan emekçilere yüklenecekti. Nitekim öyle de oldu. TEDAŞ elektrik tarifelerinde, 1 Ekim tarihinden geçerli olmak üzere yüzde 34 artış yapılmasını kararlaştırdı. Buna göre elektrik fiyatı, konutlarda % 9.07, sanayide ise % 9.27 arttırıldı. Petrol ve doğalgaz fiyatlarının artması gerekçe gösterilerek yapılan bu tarife değişikliği ile elektrik fiyatları 2008’den bu yana yüzde 65 artmış oldu.

2008 yılının başlarında elektriğe yapılan yüzde 10-15 oranındaki zam ücretlilere % 19- % 20’ye yakın bir oranda yansımıştı. 1 Temmuz 2008’de yapılan ikinci zamda ise bu oran yüzde 21 olmuştu. 1 Ekim 2008 tarihinden geçerli olacak üçüncü zam da yüzde 15’e yakın bir oranda gerçekleşecek. Böylece 2008 yılında elektriğe yapılan zam oranı yüzde 65’e ulaşacak. Sermaye sınıfının AKP hükümeti eliyle hayata geçirdiği zamlar, çalışanların sefalet zamlarına mahkum edilmeye devam ettiği düşünüldüğünde, işçi ve emekçiler için yıkım anlamına gelecek.

Doğalgaza ise, 1 Ocak 2008’den itibaren % 7,4, 1 Haziran 2008 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere konutlarda % 7.4, sanayide ise % 8.3 oranında zam yapılmıştı. 1 Temmuz 2008 tarihinden itibaren ise doğalgazda Maliyet Bazlı Fiyatlandırma Mekanizması’na geçilmesi kararlaştırıldı. Kararın hayata geçirilmesi uzun sürmedi. Sermaye hükümeti doğalgaz satış fiyatlarının 1 Ağustos 2008 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere konutlara yüzde 16.88, sanayiye yüzde 18.7 oranında yansıyacak şekilde arttırıldığını bildirildi. Yapılan son zamlarla birlikte 2008 yılı içinde doğalgaza yapılan zam oranı % 29.3 oldu. Son dört yılda ise doğalgazda % 123.5’lik rekor bir zam bombardımanı yaşandı. BOTAŞ, doğalgaz alım maliyetlerini karşılamak için en az yüzde 10’luk bir zammı şimdiden masaya yatırmış durumda.

Zam furyası bununla da sınırlı kalmayacak. Tarifelerdeki bu artış işçi ve emekçilerin yaşamına başka başka faturalarla yansıyacak.

Doğalgazın elektrik üretiminde kullanılması elektrik fiyatlarının artmasını kaçınılmaz kılıyordu. 1 Temmuz’dan itibaren, doğalgazda olduğu gibi elektrik zamları da otomatiğe bağlandı. Elektrik üretiminde ithal ve pahalı doğalgaza bağımlı olunması, gerçekleştirilen özelleştirmeler, elektrikteki kayıp-kaçakların elektrik fiyatlarına yansıtılması, dengeleme ve uzlaştırma sistemi ile elektrikte borsa sistemi oluşturularak özel elektrik firmaları tarafından fiyatların istenildiği şekilde arttırılması, kamunun elindeki elektrik santrallerine gerektiği gibi yatırım yapılmaması ve santrallerin yenilenmemesi, enerji potansiyelinin gerektiği şekilde değerlendirilmemesi gibi sorun ve yanlış politikalar elektriğe yüksek oranda zam yapılmasına neden olmuştur.

Sermaye geçmişte olduğu gibi bugün de içinde bulunduğu krizin faturasını işçi ve emekçilere ödettirmeye çalışıyor. Milyonlarca emekçinin yaşamını çekilmez hale getiren bu faturaları ödememenin yolu, sermaye iktidarına karşı dişe diş bir örgütlü mücadeleden geçiyor.


 

Krizi fırsata çevirmeye çalışıyorlar!

Türkiye’de otomotiv sanayinin can damarı olarak faaliyet gösteren fabrikalardan biri olan ve faşist Türk Metal çetesinin örgütlü olduğu TOFAŞ, 23 Eylül günü yaptığı yazılı bir açıklamayla, Şeker Bayramı öncesi ve sonrası 3’er gün (toplam 6 gün) üretimine ara verdiğini bildirdi. Üretime ara verme gerekçesi, “Avrupa’da yaşanan ekonomik durgunluk” olarak açıklandı.

2008-2010 Metal Grup Toplu İş Sözleşmesi görüşmelerini sürdüren sendikalardan biri olan DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası’nın Toplu İş Sözleşmesi Uzmanı İrfan Kaygısız, Tofaş’ın üretime ara vermesini Metal Grup TİS’leriyle bağlantılı olarak gazetemize yorumladı...

Amaç işçilerin baskı altına alınmasıdır!

Tofaş, 2008 yılının ilk 3 ayına dair yaptığı değerlendirmesinde; şirketin karlılıkta, üretimde ve ihracatta ne kadar iyi olduğunu açıklıyor. Aynı Tofaş, ISO’nun 500 büyük işyeri anketinde 8. sırada. Çok büyük karlarla çalışan Tofaş’ın vergi öncesi kârı 2008’in ilk 3 ayında geçtiğimiz döneme göre yüzde 243,6, net kârı ise geçen yılın ilk 3 ayına göre yüzde 186,9 arttı. Dolayısıyla, Tofaş’ın bugün işçileri bayram öncesi ve sonrası ücretsiz izne çıkarması, şirketin içinde bulunduğu olumsuz mali tablo ile açıklanamaz.

Bunun bir tek açıklaması vardır, o da sürmekte olan metal sözleşmeleri için işçilerin baskı altına alınmasıdır. Tofaş, “durum iyi değil, onun için ücretsiz izin kullanıyoruz” açıklaması ve uygulaması ile, aslında işçilere “sözleşmeden fazla bir şey beklemeyin ve çıkacak tabloya da tepki göstermeyin” demektedir. Bu bir yandan düşük ücret zammı, diğer yandan da, esneklik için zemin oluşturma girişimidir. Ayrıca, ücretsiz iznin kendisi de bir esneklik biçimidir. 

Tofaş, işçilere, “esneklik olsaydı, ücretsiz izin uygulanmazdı” dedirtmek istiyor. Yapılan uygulama açıktır ki, MESS grup sözleşme döneminde işçilere gözdağı vermektir. Çünkü, bu uygulama yalnızca Tofaş’la sınırlı kalmamakta, bu şirkete çalışan yan sanayi de aynı biçimde etkilenmekte Tofaş’la çalışan fabrikalar da aynı şekilde ücretsiz izin uygulamasına başlamaktadır. Böylece geniş bir işçi kesiminin toplusözleşme sürecinde sessiz kalması, tepki göstermemesi istenmektedir.