26 Haziran 2009
Sayı: SİKB 2009/24

  Kızıl Bayrak'tan
  İran’daki siyasal durum üzerine...
  Irak’taki işgalci güçler Türkiye üzerinden geri çekilmeye hazırlanıyor...
Konya Üssü savaş aygıtı NATO uçaklarına açıldı…
Mafyalaşan tekstil sektörü,
sektöre dönüşen mafya çeteleri…
Eli kanlı bir haraminin portresi:
Sabri Sami Yılmaz
  Sabra saldırısı ve sonrası üzerine avukatlarla kouştuk...
  “TİS yoksa grev” örgütlenmelidir!
Sabra saldırısı lanetleniyor...
  Entes direniş güncesi...
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  Sivas katliamının hesabını sormak için
birleşik, kitlesel devrimci mücadeleyi yükseltelim!
  Emine Arslan ile kazanımla sonuçlanan DESA direnişi üzerine konuştuk...
  İTO Genel Sekreteri Dr. Hüseyin Demirdizen’le Sağlıkta Dönüşüm Programı ve “Tam Gün” Yasa Tasarısı üzerine konuştuk...
  Almanya'da yüz binlerce öğrenci eğitim hakkı için alanlardaydı!
  İran’da halk hareketi sınırlarını zorluyor!
  İsrail, Filistin halkına barış adına kölelik dayatıyor!
  İran halkı ve devrimci partileri
‘79 deneyinden öğrenecektir!
  Kapitalist-emperyalist sistemin
kısa bir suç dosyası...
  Yargı gereğini yaptı! Uğur’un katilleri beraat etti…
  Bir burjuva liberalinin
saçmalamaları üzerine...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Bir burjuva liberalinin
saçmalamaları üzerine...

İşçi sınıfının gelişim korkusu her dönem sermaye sınıfının uykularını kaçıran bir olgudur. Çünkü kapitalizm ilk ortaya çıkış süreciyle beraber kendi mezar kazıcısı olan işçi sınıfını yaratmıştır. Bu durumun farkındalığını zihninden atamayan sermaye sınıfı buna karşılık çeşitli zor yollarının yanısıra onu sürekli denetim altında tutmayı başarabilecek kukla iktidarlar ya da sınıfa yakınmış gibi görünen bir takım akımlarla onu uyutmaya çalışır, mücadeleden uzak tutmaya çalışır. Bunu da kendini ya dinci ya ulusalcı milliyetçi ya da sol halkçı söylemler kullanan iktidar ya da akımlar üzerinden yapar. Bunu belirleyen toplumun ya da emekçi katmanların o anki dinamikleri olur.

Türkiye’de 1960’lı yıllarda başlayan ve 1980 askeri faşist cuntasına kadar gelen süreç işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi katmanların mücadele sahnesine atıldığı sermaye sınıfının uykularını kaçıran dönemdir. Bu döneme bakıldığında sermaye işçi ve emekçilerin başkaldırısına karşı her ne kadar baskı ve direnç göstermişse de bunların yanısıra bir takım ayak oyunları da düzenlememiş değildir. O dönemde tekrar parlatılan CHP gerçekliği tam da bunun üzerine oturmaktadır. Yükselen ve sertleşen mücadelenin karşısına o dönem CHP bir dalgakıran işlevi görmesi itibariyle öne sürülmüş ve bunda da başarılı olunmuştur. Sol ve halkçı söylemler karşısında kitlelerin yanısıra o dönem devrimci iddia taşıyan kimi akım ve partiler de bundan nasibini almıştır. Kuşkusuz süreci tek başına bununla izah etmek mümkün değildir. O dönemki mücadelenin karakteri işçi sınıfının gelişim düzeyi ve devrimci akımların iktidar ufku da bunda belirleyici bir rol oynamıştır. Bunun yanısıra milliyetçi ve dinci akımların da palazlandırılarak sınıfı gerici bir cendereye alma girişimleri de bir etkendir.

1980 sonrası dönemde de bunlara rastlamak mümkün tabii ki. 80’den günümüze doğru tarihe bakıldığı zaman bunun örnekleri fazlasıyla mevcuttur. Tek farkla artık CHP şahsında düzen solculuğu sermaye tarafından ihtiyaç olarak görülmemiş ve rafa kaldırılmıştır.

Bu durum her zaman beslendiği sınıf itibarıyla kitlelerde bilinç bulanıklığı yaratmak adına bir takım politikacıları da karşımıza çıkarmıştır. Bunun en son örneği SHP’nin başına oturan Hüseyin Ergün şahsında karşımıza çıkmaktadır. Hüseyin Ergün’ün Taraf gazetesinin 15-16 Haziran günlerinde Neşe Düzel ile yaptığı röportajı tam da söylenmek istenenin üzerine oturmaktadır. Ergün’ün argümanlarına göz atıldığı zaman eskiye oranla daha geniş bir yelpazede düzen siyaseti adına solculuk kisvesinin nasıl tam da kitlelerin bilincini dumura uğratmak adına uygulandığı görülmektedir.

Ergün röportajında öncelikle Avrupa’da yaşanan son gelişmeler üzerine sol adına bir takım zırvalıklar öne çıkarmaktadır. Son dönemde Avrupa Parlementosu’nda sağcı partilerin yaptığı atağı değerlendiren Ergün, burada belirleyici olanın kriz olduğunu ve her kriz döneminde kitlelerin daha da muhafazakar ve milliyetçileştiğini vurgularken sonucu şu ilginç “tahlil”le ortaya koyuyor: “İşçiler işten çıkarılmalarının sorumlusu olarak göçmenleri, yabancı işçileri sorumlu tutuyor.” Ergün’e göre kitlelerin sağa kaymasının ana maddelerinden biri bu. Kriz dönemlerinin kitleleri gericiliğin pençesine ittiği doğrudur. Fakat tam tersi kitlelerin başkaldırdığı ve iktidarları aldığı dönemler de yine bu kriz dönemleridir. Burada asıl ayrıntı bu gericiliğin kimler tarafından organize edildiği ve kitlelere aşılanmaya çalışıldığıdır. Sistem özellikle kriz dönemlerinde işçi sınıfı ve emekçi katmanların hoşnutsuzluğunun sisteme karşı olası bir başkaldırıya ya da devrime olanak vermemesi için kitleleri gericiliğin kıskacına alır. Buradan doğru enerjisini tam tersine devrime karşı kullanması için azami çaba sarfeder. Ergün burada gericiliğin nedenini karartarak sadece sonuçlardan birini öne çıkararak kitleleri aldatma misyonunu icra etmektedir.

Ergün’ün ikinci bir orjinal tespiti ise şöyledir: “ ...üretim araçlarının kamulaştırılması, merkezi planlama, işçi sınıfının iktidarı gibi tanımlar pek anlamlı değildir. Çünkü işçi sınıfı demokratik bir sınıftır ama ilerici değildir.

İşçi sınıfı demokratiktir, çünkü her zaman bir takım haklar talep eder. Fakat işçi sınıfı ilerici değildir. Çünkü işçi sınıfı üretim güçlerini geliştirme peşinde koşmaz. Aksine bu bakımdan muhafazakârdır. Mesela hiçbir sendikanın üretim güçlerini geliştirme diye bir talebi yoktur. Bilgisayarın üretim sürecine girmesini istemez!” Bu zat-i muhterem ki ya hiç sopa yememiş ya da gerçekten sınıfa dair birtakım ezbere söylemlerin dışında bir şey bilmemektedir. İlk olarak bu sermaye temsilcisi şahıs tarafından “üretim araçlarının kamulaştırılması, merkezi planlama ve işçi sınıfının iktidarı” demek kendi varlık koşullarını yaratan zeminin yani kapitalist sömürü düzeninin ortadan kalkması demektir. Zaten beslendiği bataklığa bakıldığı zaman aksini düşünmek saçma olur. İkinci olarak ancak bu kadar budalaca bir söylem bu gibi ağızlardan çıkabilir. “İşçi sınıfı demokratiktir fakat ilerici değildir.” Aymazlığın bu kadarı görülmemiştir. Koca bir Sovyet deneyimi karşımızda durmaktadır. İşçi sınıfının iktidarı koşullarında sosyalist demokrasinin yanısıra üretim ilişkilerinde ve güçlerindeki muazzam gelişmelere nail olmak için 1925-30 yılları arası Sovyetler’in gelişim düzeyine bakmak yetecektir. Kapitalizm koşullarında üretim güçlerinin yani araçlarının gelişimi demek işsizlik koşullarının derinleşmesi ve sınıfın bir o kadar köleleştirilmesi demektir. Aksine üretimin ve dağılımın toplumsallaştığı koşullarda üretim güçlerinin gelişimine karşı çıkmak yerine kitlelerin onu daha da geliştirmek için nasıl çaba harcadığı da yine Sovyet tarihinden bilinir. O dönemde gerçekleştirilen gönüllü sosyalist yarışmalara ve bu sayede yaratılan devasa birikime dönüp bakılabilir. Ergün’ün bahsettiği karşıtlık buradan gelmektedir. Tek farkla Ergün meselenin bu yanını yine karartmaya çalışmaktadır.

Tabii Ergün’ün işçi sınıfına değinmişken Sovyetler’e de laf etmeden geçmesi eşyanın tabiatına aykırı olurdu. Nitekim Ergün’e göre “işçi sınıfının özgürlükçü olamayacağı özellikle sosyalist ülkelerde ortaya çıktı. Zaten Sovyet sistemi milliyetçiliği, devletçiliği pompalayan bir sistem”di.. Konu derinleştikçe saldırının ve çirkefliğin boyutu bir o kadar genişlemektedir. İşte burada yatan tüm gerçek sermaye adına sol kanattan konuşan bu bayın işçi sınıfının iktidarından duyduğu korkunun açığa çıkmasıdır. Ergün’ün nacizane söylemleri kuşkusuz bunlarla sınırlı değildir. Ona göre iktisadın temel kuramı piyasa ekonomisi sosyalizm tarafından yok sayılıyor ve yerine merkezi planlama getirilerek ekonominin doğal ortamda işleyen mekanizması ortadan kaldırılıyor. Kalitenin ve çeşitliliğin hiç hesaba katılmadığı uydurma bir mekanizma ortaya konuluyor. Ergün’e göre adına sosyalizm denilen bu sistemin dünyada iflas etmesinin nedeni bundan ibarettir. Sovyetler’de millliyetçiliğin aksine o döneme kadar ismi dahi anılmayan o dönemin halklar haphisanesi olarak nitelendirilen Çarlık Rusyası’nda yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan etnik yapıların dahi kendini nasıl temsil hakkını kazandığı açık bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Devletçilikten kastı da üretim araçlarının ve ülke yönetiminin Sovyetler aracılığı ile tüm topluma maledilmesidir ki beyimiz aynı korkuyla buraya da saldırmaktadır.

Aslında Ergün burada geçmişte diğer sol düzen partilerinin açıkça dile getiremedikleri bir itirafı kitlelerle paylaşıyor. Çünkü geleneksel olarak her sol parti iktidara gelebilmek için kitlelere özelleştirme karşıtlığı ve sosyal devlet yalanını yumurtlamış IMF ve diğer emperyalist kuruluşlara ateşler püskürür pozlar takınmıştır. Zaten röportajın ilerleyen kısmında bu duruma dair özellikle CHP üzerinden bu dile getirilmektedir. Demek oluyor ki bu bay tarafından artık buna ihtiyaç duyulmamaktadır. Çünkü artık iktidara gelebilmek için sermaye ve onun tabi olduğu kapitalist-emperyalist sistemin jargonlarını kullanmak daha öncelikli bir durumdur. Nitekim Ergün bu duruma dair de laf söylemektedir ve hükümet yolunu düzlemenin zeminlerini yaratarak sermayeye göz kırpmaktadır.

Bir yandan Türkiye’deki emperyalizm karşıtlığına taş atan Ergün, öte yandan küreselleşme yandaşı olduğunu da şu ifadelerle gerekçelendirmektedir. Ona göre “Türkiye’de emperyalist bir güç yok! Yani Türkiye’yi sömüren yabancı bir güç yok!” bu nedenle ülkede antiemperyalist bir bakış olmasının gereği de yok... Memleketteki bütün meselelerin sebebini emperyalizme bağlamak da mantıksız... Ergün bir yandan bunları dile getiriken öte yandan sömürünün nimetlerinden de bahsetmekten geri durmayarak pişkinliğin sınırlarını son derece zorlamaktadır. Yine Ergün’e göre emperyalizm tarafından sömürüldüğü için geri kalan hiçbir ülke yoktur! Aksine sömürülmediği için geri kalan ülkeler vardır! İşin insanı oturduğu yerde çılgına çeviren yanı ise bu bayın bu söylemlerini Marks ile gerekçelendirmeye çalışmasıdır. Marks’tan emperyalizm için “en barbar ulusları medeniyet seline kattı” alıntısını yapan bu müzmin burjuva aklınca işin içine Marks girince karşı söylemlerin önünü tıkayabileceğini düşünmektedir.

Türkiye’nin emperyalizmle ilişkilerindeki her açıdan kölece bağımlılık artık beşikteki bebek tarafından dahi bilinmektedir. Türkiye’nin ABD emperyalizmi adına bölgede oynamaya çalıştığı uğursuz rol ayan beyan ortadadır. İMF ile ilişkilerin boyutu da yine ayan beyan ortadadır. Avrupa Birliği ile ilişkiler yine orta yerde durmaktadır. Bu böyle var olduğu sürece nasıl kapitalizme karşı mücadele yürütülüyorsa emperyalizme karşı da mücadele tüm sertliği ile devam edecektir. Varsın bu ve bunun gibi baylar bunun mantıksızlığına dair veryansın etmeye devam etsinler.

Marks’tan yapılan alıntıya gelince Marks’ın burada bahsettiği şeyin hiç de sömürünün gerekçelendirilmesi olmadığı aksine sermayenin uluslararası tekelleşmesi sonucunda asıl barbarlığın sermaye sınıfı tarafından bu uluslara nasıl uygulandığının açık bir şekilde ifade edilişidir ki bu bay tarafından da çok iyi bilinmektedir.

Buraya kadar Ergün’ün tam bir kapitalist sınıf bilinci ile bugüne kadar yaratılan devrimci teorik değerlere yönelik tahrifatına tanık olduk. Bunun devamı olarak Ergün, ülkede devrimci değerler yaratan 1970’li yılların öncü devrimcilerine yönelik çamur atmalarla devam etmektedir. Bu çokbilmiş baya göre o dönem iktidara gelmek adına sol askerle işbirliği içine girmiştir. Evet, bir dönemin siyasal akımları bu bakış açısıyla hareket etmiştir (MDD ve YÖN). Fakat burada bahsettiğimiz hiç de Ergün’ün ifade ettiği gibi devrimci akımlar değildir. Zaten o dönemdeki programlarına ve değerlendirmelerine bakıldığı zaman devrimci olmadıkları açıkça görülebilmektedir. Herhalde bu çarpıtmalara karşı ‘70’li yıllardaki liberal parlamenterizmden devrimci kopuş ve sosyalist bilinç adına bu darbeci akımların çok fazla yaşam bulamamaları başlı başına cevap niteliğindedir. O döneme bilinçli bir tarzda hiç değinmeyen Ergün, bu defa kişileri hedef alarak daha da küstahlaşmaktadır. Bahsi geçen o dönem FKF’de yer alan Mahir Çayan gibi düzenin tüm baskı ve zorbalıklarına rağmen devrim davasından zerre kadar ödün vermemiş bir kişiliktir. O dönem Yusuf Küpeli ile Mahir Çayan arasında geçen bir diyaloğu öne süren Ergün buradan hareketle Çayan’a dönük kitlelerde bir bilinç bulanıklığı ve aynı zamanda şüphe yaratmaya çalışmaktadır. Güya Küpeli ile Çayan arasında “-Biz baştan sona kullanıldık. MİT bizim içimizde. Ne oluyoruz?-Elbette MİT bizimle ilişki kuracak. Biz güçlü bir siyasi hareketiz’ şeklinde bir diyalog gelişmektedir. Burada yani Çayan tarafından MİT’in hareketin içerisinde yer alması olumlanıyormuş gibi gösterilerek acaba Çayan ile MİT arasında bir bağ var mıydı? diye kitlelerde şüphe uyandırılmak istenmektedir. Hâlbuki her aklıselim insan şayet bu diyalog yalan değilse dahi burada bir siyasal hareketin güçlenmesinden ve doğallığında MİT tarafından yakın takibe alınacağından bahsedildiğini farkedebilir. Ama tabii ki amaç çamur atmak olunca neden söylemler üzerinde oynanılmasın ki...

Tabii dikkat çekilmesi gereken en önemli noktalardan biri de bu bayın hangi gazetede bu röportajı yaptığıdır. Artık derin bağlantıları olduğuna dair kafalarda bir soru işaretinin kalmadığı bir gazetede devrimci değerlere saldırılması ve bunun büyük bir iştahla o gazete tarafından yazı dizisi halinde yayınlanması pek rastlantı gibi durmamaktadır. İktidar arası çatışmalardan nemalanan bir gazete düşünün ki her kalemşörü sermayeyi kutsayan ve bu bağlamda sürekli emperyalizme ve kapitalizme methiyeler dizen bir gazete...

Toplumsal hareketin durgunluğu ve bununla beraber devrimci hareketin de zayıflığını fırsat bilerek her türden aymazlığı gösteren bu odakların karşısına  işçi sınıfının devrimci programını daha ileriden kuşanmak tüm sınıf devrimcilerinin boynunun borcudur. Kitlelerin bu palavralara karşı derhal uyarılması ve bu argumanların işçi sınıfının yanısıra ilerici kesimlerde de yaratacağı tahrifatın önlenebilmesi daha istikrarlı ve sistematik bir devrimci çalışmanın ürünü olabilir ancak.

S. Kurtuluş

 

 

“Baskı, şiddet, kulağımızın dibinde atılan kurşunlar bizi yıldıramaz ve yıldırmayacak!”

Selam...

Haramidere Sabra Tekstil’in önüne gittiğimizde vurulan işçi arkadaşlarımızın yalnız olmadığını ve Sabra patronunun aldığı tutumu yüzüne vurmak için gittiğimizde bu sefer de sermaye devletinin kolluk güçleri ile karşı karşıya geldik. Çıkan olaylarda dört arkadaş gözaltına alındık. Bizi takviye olarak gelen çevik kuvvetin aracına aldılar. Sabra Tekstil’in bahçesini gören bir yere aracı çektiler. Yirmiye yakın eli sopalı adam olduğunu gördük. Muhtemelen patronun adamları (korumaları) idi. Araca gelen kolluk güçleri sözlü tacizde bulunarak, tartaklamaya çalışarak baskı kurmaya çalıştılar.

Emniyete getirildiğimizde sanki işaret bekliyorlardı. Hepsi ters ters bakıyor sanki birinden komut gelmesini bekliyorlardı. Bekletildiğimiz yerde otururken biri bas bas bağırıyordu. Acı çektiği belliydi. İlk gözaltım olmasından dolayı biraz tedirgindim. O bağırtılarla tedirgin olmamak mümkün olmazdı sanırım. Hiç yaşamadığım şeyleri yaşıyordum. Aramaya direndiğimde kadın polis “erkek polislerin gözünün önünde ararım” diyerek tehdit etti.

Baskı ve şiddet uygulayarak bizi sindirmeye çalıştılar. Nereye götürüldüysek ters kelepçe takılarak götürüldük. Kelepçeler sıkı ve rahatsız ediciydi. Su içmemize ve lavaboya gitmemize izin verilmedi. Ellerimizde kelepçeler ile iki-üç saat hakimin gelmesini bekledik. O bekleyiş sırasında kolluk güçlerinin komiseri bir adli kişi ile konuşuyormuş gibi bize bakarak “daima yaralı olan haklıdır” diye bir söylemde bulundu.

Hakim karşısına çıkarıldığımızda “tutuklu yargılanacaksınız” dendiğinde çok şaşırdım. Sonra apar topar cezaevine getirildik. İki gün boyunca gökyüzünü göremedim, su bulamadık. Geçici koğuşta altı kişiydik. Çok değişik insanlar tanıdım. Biraz güç bela oldu ama siyasi tutsakların bulunduğu koğuşa geçme talebiyle siyasi tutsakların bulunduğu koğuşa geçerek rahat bir nefes aldık.

Yaşanan olaylardan gördüğüm üzere, işçileri bilinçlendirmek amacıyla dağıtılan bildiri ve bültenlere patronlar o kadar karşılarki, karşılarında bilinçli işçi görmekten korkuyorlar rahat sömüremeyeceğini, haklarını bu kadar rahat gaspedemeyeceğini biliyorlar. Haklarını arayan ve bu uğurda mücadele eden işçi ve emekçi istemiyorlar. İşçilerin bilinçlenmesi ve sınıf bilincine ulaştırmak için verilen mücadele sonuçsuz kalmayacak. İşçilerin bilinçlenmesinden o kadar korkuyorlar ki 9 Haziran tarihinde iki arkadaşımızı kurşunlayarak yaralıyorlar. Basın açıklaması için gittiğimizde bu sefer sermayenin uşaklığını yapanlar karşımıza dikiliyor. Kimin kimi koruduğu çok açık ve net. Baskılar, şiddetler, kulağımızın dibinde atılan kurşunlar bizi yıldıramaz ve yıldırmayacak!

Kahrolsun ücretli kölelik düzeni!

Melek Can
Bakırköy Kadın Kapalı Hapishanesi B/4
Bakırköy / İstanbul
17 Haziran 2009


“Güler Zere serbest bırakılsın!”

Adana Karataş Hapishanesi’nde 14 yıldır tutuklu bulunan Güler Zere bir süredir yayılmacı bir kanser hastalığı ile savaşıyor. Adana Karataş Kadın Hapishanesi’nde kalmakta olan Zere’nin tedavi Balcalı Araştırma Hastanesi’nin mahkûm koğuşunda sürüyor.

Adana’da basın açıklaması...

TAYAD’lı Aileler Gülistan Zere’nin serbest bırakılması talebiyle 19 Haziran Cuma günü Adana İnönü Parkı’nda basın açıklaması gerçekleştirdi.

Basın açıklamasında Gülistan Zere’nin hastalığı ve bugüne kadar gelişin süreç anlatıldıktan sonra, hastalığın giderek yayıldığı ve hapishane yönetiminin Güler Zere’nin yaşam koşullarını daha da ağırlaştırdığı ifade edildi.

Güler Zere’yi serbest bırakmamanın onu ölüme terk etmek anlamına geldiği söylendi.

Yaklaşık 100 kişinin katıldığı eyleme Adana’daki devrimci demokrat kurumlar da destek verdi. Eylem Güler Zere’nin serbest bırakılmasını isteyen sloganlarla sona erdi.

İstanbul: “Güler Zere’ye özgürlük!”

TAYAD’lı Aileler, Güler Zere için Sultanahmet Adliyesi önünde basın açıklaması gerçekleştirdi ve Güler Zere’nin sağlık durumunun bu aşamaya gelmesinde sorumluluğu olanlar hakkında suç duyurusunda bulunuldu.

“Tecrit öldürüyor Güler Zere serbest bırakılsın / TAYAD’lı Aileler” pankartının açıldığı eylemde Güler Zere’nin resimleri de taşındı. Basın açıklamasında Güler Zere’nin hapishanelerde kaldığı 14 yıl boyunca saldırılara maruz kaldığı belirtilerek, 19 Aralık 2000’de silahla, kurşun ve bombalarla Güler Zere’yi öldüremeyenlerin “sessiz imha” ile öldürmeye çalışıldığı söylendi.

Eylemde TAYAD’lılar Adana C. Başsavcılığı’na gönderilmek üzere İstanbul C. Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundular ve kimlikleri belirtilen şüphelilerin cezlandırılması istendi.

Kızıl Bayrak / Adana / İstanbul