7 Ağustos 2009
Sayı: SİKB 2009/30

  Kızıl Bayrak'tan
  Irkçı-gerici rejim Kürt halkının emekçi kesimlerinin beklentilerini karşılayamaz...
  Kamu İhale Kurumu bir gece yarısı operasyonu ile Maliye Bakanlığı’na bağlandı…
  Kontrgerilla şefi
Kemal Yamak’ı sahiplenenlerin
Ergenekon karşıtlığı sahtedir!
HSYK tartışmaları ve
Yeni Şafak’ın iki yüzlülüğü!
Grev silahının dünü ve bugünü üzerine
Entes direnişi sürüyor...
  Kent A.Ş. direnişine polis saldırısı .
  İşçi ve emekçi hareketinden…
  Emine Arslan ile DESA direnişi, mücadele ve örgütlenme sorunları üzerine konuştuk...
  “Hasta tutsaklar serbest bırakılsın!”.
  Devrimci sınıf çalışmalarından...
  İzmir’de direnişçi işçilerle
dayanışma kampanyaları!
  Har(a)ç saldırısı karşıtı mücadele ve Genç-Sen...
  Gençlik eylemlerinden...
  “Gizli Milyonerler Klübü” çizgi filmi ile Buffet’lar kapitalist sömürüyü kutsama çabasında...
  Obama yönetiminin üst düzey görevlileri Ortadoğu’da…
  Honduras’ta faşist darbeye
karşı halk direnişi yayılıyor!
  Dünyada işçi-emekçi eylemlerinden...
  TKP’nin en yaşlı üyesi
yazar Sarkis Çerkezyan yaşamını yitirdi
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Nükleer tehdidi ancak devrimci mücadele yok edebilir!

Nükleer silahlar, yarım yüzyılı aşkın bir zamandan beri dünya halklarını tehdit ediyor. ABD tarafından 6 ve 9 Ağustos 1945’te Japonya’nın Hiroşima ve Nagasaki kentlerine atılan atom bombaları birkaç saniye içinde yüz binlerce insanın ölümüne neden olmuştu. Radyasyonun bıraktığı kalıcı hasarın etkileri ise günümüzde bile sürmektedir. Bugün dünya üzerinde, yeryüzünü onlarca kez yok edebilecek güçte ve miktarda nükleer silah bulunmaktadır.

Nükleer güce sahip olduğu resmen bilinen ülkeler ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin. Nükleer güce sahip olduğu “ilan edilen” ülkeler Kuzey Kore, Hindistan ve Pakistan. Elinde nükleer güç olduğu tahmin edilen ülkeler ise İsrail ve İran.

Özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesinden itibaren nükleer silahların azaltılması ve imha edilmesi zaman zaman gündeme geliyor. Fakat bu konuda atılmış olan göstermelik adımların dışında ciddi bir gelişme yok. Nükleer silahların bir bölümünün geri çekilmiş olması dünyayı nükleer tehditten kurtarmıyor. Örneğin, nükleer güce sahip olan beş ülkenin, yakın zamanda aldığı nükleer silahların tümünün imha edilmesine yönelik karar hiçbir şey ifade etmiyor. Çünkü bu konuda bir takvim belirlemekten kaçınıldı.

Amerikan Bilim Adamları Federasyonu ve İtalyan Silahsızlanma Bilim Adamları Birliği başta olmak üzere çeşitli kaynaklarca, 2009 yılı itibariyle Türkiye’de İncirlik Üssü’nde 90 nükleer bombanın bulunduğu iddia edilirken, bunların 50’sinin ABD ve 40’ının evsahibi Türkiye’nin kontrolünde olduğu ileri sürülüyor.Varılan nükleer silahları imha anlaşmasının hiçbir zaman uygulamaya geçmeyeceği ise daha şimdiden belli. Çünkü NATO, Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’ne karşı Türkiye, Belçika, Hollanda, Almanya ve İtalya’ya yerleştirildiği iddia edilen nükleer silahları sahiplenmedi. NATO Sözcüsü James Appathurai, düzenlediği basın toplantısında, Belçika Senatosu’nun Avrupa’daki nükleer silahları tartıştığının hatırlatılması üzerine “NATO’nun hiçbir nükleer silahı yok. Nükleer silahlar üye ülkelere ait. NATO komutasında hiçbir nükleer silah yok” dedi. Dolayısıyla sahiplenilmeyen nükleer silahların imhası da söz konusu olamaz. Böylece bu silahlar bir tehdit unsuru olarak kullanılmaya devam edecek. Diğer yandan, stratejik açıdan gerekli olmaktan çıksa bile, bu silahların imha edilmesi çok ciddi bir mali yük anlamına geliyor

Basında yer alan haberlere ve bilim adamlarının Avrupa’daki Amerikan nükleer silahlarıyla ilgili hazırladıkları raporlara göre, ABD’nin daha önce Balıkesir ve Akıncı üslerinde tutulan ve 1996 yılında geri çekilen nükleer silahları dışında, Türkiye’de 90 nükleer silahı bulunuyor. Ayrıca Belçika’nın Kleine Brogel, Hollanda’nın Volkel ve Almanya’nın Büchel hava üslerinde 20’şer ve İtalya’nın Aviano hava üssünde 50 nükleer silah bulundurduğu iddia ediliyor. Yunanistan’ın Araksos üssündeki nükleer silahların ise 2001 yılında ABD tarafından tamamen geri çekildiği belirtiliyor. Bu durumda ABD’nin Avrupa’daki toplam 200 nükleer bombasının yarısına yakınına Türkiye evsahipliği yapıyor. Nükleer silahlarla ilgili uluslararası raporlarda, ABD’nin 2005-2008 yılları arasında Almanya’dan 130, İngiltere’den 110 ve İtalya’dan 40 nükleer silahı geri çekerken Türkiye, Belçika ve Hollanda’daki nükleer cephanenin sabit kaldığı ileri sürülüyor.

Peki ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, ve Çin gibi katliamcı emperyalist ülkelerden nükleer silahları imha etmeleri ve dünyanın nükleer tehditten kurtarılması beklenebilir mi? Elbette beklenemez! Bu adı geçen beş ülkenin ve elinde nükleer güç olduğunu resmi olarak açıklamayan İsrail’in bu konudaki hassasiyeti elbette kendi çıkarları gereğidir. Kendilerinden başka herhangi bir ülkenin bu güce sahip olmasına gösterdikleri tahammülsüzlük, dünyayı nükleer tehditten korumak için değil, kendi sermaye sınıflarının çıkarlarını zedeleyeceği içindir. Bunun en açık örnekleri İran ve Kuzey Kore’dir. Bu ülkelerin sahip olduğu düşünülen nükleer güç, bugünlerde yeni emperyalist saldırı ve vahşet dalgasının zeminini düzlemek için neden olarak gösterilmeye çalışılıyor. Uluslararası sermayenin kendi iç dengeleri, bir süreliğine nükleer silahları azaltmayı göstermelik olsa bile gündemine alabilir. Fakat bu tehdidin tümden, hem de sermayenin en büyük temsilcileri tarafından ortadan kaldırılmasını ummak tam bir hayalcilik olur.

Peki, nükleer silahların gücü ve caydırıcılığı nereden geliyor? Kullanıldığında açığa çıkardığı enerjinin büyüklüğü, tahribat gücü vb. bunlar bilindik ve işin görünen tarafıdır. Asıl yıkıcı etki, bir ülkenin emekçilerine ve bu emekçilerin kullandığı üretim araçlarına verdiği tahribatta gizlidir. Etkisinin büyüklüğü, etkilediği geniş coğrafi alanlar üzerinden düşünüldüğünde, bu silahlar düzenli ordulara karşı değil, savaşı “finanse eden” geniş emekçi yığınlara karşı kullanılmaktadır. Tek vuruşta yüz binlerce emekçi, binlerce fabrika, verimli toprak, köprüler, demiryolları vb. yok olmaktadır. Bunun en belirgin örneği 2. Paylaşım Savaşı’nda özellikle sivillerin ve üretim bölgelerinin sürekli bombardıman altında tutulmasıdır. Buna rağmen emperyalist devletler savaş aygıtlarını her seferinde yeniden güçlendirebilmeyi başarmışlar ve savaşı yıllarca sürdürebilmişlerdir. Bunun gerisinde, emekçi sınıfların, savaş çıkarları doğrultusunda azgınca sömürülmesi vardır. Bunun bir diğer örneği de Nazi toplama kamplarındaki insanların öldüresiye çalıştırılmalarıdır. Bu durumu çok iyi bilen ABD, nükleer gücü eline geçirdiği anda bunu Japon emekçi sınıflarının üzerinde denemekte hiç şüphe etmemiştir. Kısacası, dün olduğu gibi bugün de nükleer namluların ucunda emekçi sınıflar durmaktadır.

Bir diğer konu, bugünkü emperyalist çağda tüm nükleer silahlar yok edilse, dünya eskisinden daha mı güvenli olacak? Tabii ki hayır! Emperyalist tekeller ellerindeki teknoloji sayesinde en az nükleer güç kadar öldürücü ve ondan daha sessiz ve sinsi kimyasal ve biyolojik silahlar üretmekteler. Sorun uluslararası sermayenin kendi içinde yaşadığı gerilimin ortaya çıkardığı biçimler ya da sonuçlar değil, bu sermayenin kendisidir.

Nükleer, biyolojik ya da kimyasal, her türden kitle imha silahını ancak işçi sınıfı önderliğindeki emekçi halkların devrimci iradesi yok edebilir. Kapitalizm tarihin çöplüğüne gönderilmedikçe emekçi halklar üzerindeki tehdit her geçen gün biraz daha artacaktır.

Asıl ve öncelikle imha edilmesi gereken sermaye düzenidir!

 

 

Validebağ’da
“Yağma ve ranta hayır” etkinliği

İstanbul’da Beykoz Devlet Hastanesi’nin kapatılıp Paşabahçe Devlet Hastanesi’yle birleştirilmesinin ardından, Validebağ Devlet Hastanesi’nin de kapatılıp Üsküdar Devlet Hastanesi’yle birleştirilmesi kararı 30 Temmuz 2009 tarihinde gerçekleştirilen “Yağma ve ranta hayır! Kurumlarımıza sahip çıkıyoruz” etkinliğiyle protesto edildi.

Validebağ Devlet Hastanesi bahçesinde gerçekleştirilen etkinliğe hastane çalışanlarının yanı sıra, yöre halkı, Yurtsever Cephe, BES 3 No’lu Şube, Yapı Yol Sen İstanbul Şubesi, Kimya Mühendisleri Odası, Metalurji Mühendisleri Odası, UİD-DER ve Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu da destek verdi.

İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri Dr. Hüseyin Demirdizen hastane önünde yaptığı konuşmada; Hükümet’in hastane birleştirmeleri yoluyla İstanbul’da şehir merkezindeki kıymetli kamu arazilerinin satışına yönelik adımlar attığını, bu adımların halkın sağlık kurumlarının özelleştirilmesinin ön adımları olduğunu dile getirdi. Demirdizen, “Hükümet İstanbul’da Validebağ Korusu’ndaki Validebağ Devlet Hastanesi ile boğaz manzaralı 60 dönüm arazisi bulunan Beykoz Devlet Hastanesi’ni diğer iki hastane ile birleştirerek boşaltmak ve bu değerli kamu mallarını satmak istemektedir. ‘Birleştir-Kapat-Sat’ biçiminde özetlenebilecek bu politikanın da kamu yararına olmadığı açıktır” dedi.