25 Şubat 2011
Sayı: SİKB 2011/08

 Kızıl Bayrak'tan
Metal işçilerinin grevi
emeğin davası olmalı!
Biat-ihsan üzerine kurulu sendikacılık ve taşeronluğu bitirme yalanı!
“Ontex’te ihanete ve
sömürüye karşı direniş!
Ontex direnişini görmek istemeyen “emek” dostları üzerine
Ankara İşçi Kurultayı’na giderken
Kurultay hazırlıkları yoğunlaşıyor
Sömürüye ve kölelik dayatmalarına
karşı GREV var!..
Zafer direnen işçilerin olacak!
UPS işçisiyle direniş süreci ve
metal grevi üzerine konuştuk
Arap dünyasında halk ayaklanmaları sürüyor
Amerikancı despotik Bahreyn Krallığı’nın sonu yaklaşıyor.
Mısır’da yeni bir mücadele dönemi
Araştırmacı-yazar Volkan Yaraşır’la gündemdeki halk ayaklanmaları üzerine konuştuk
Dünyadan
Emekçi kadınları
örgütleme eferberliğine!.
Tecavüzü önlemek için yasaları değil düzeni değiştirmeli!
“Emekçi kadınlar
mücadele etmeli!.
Emekçi kadınlar 8 Mart’a yürüyor!
Gençliğin devrimci baharını kazanmak için ileri!
İnce ve Erpak serbest bırakıldı
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Arap dünyasında halk ayaklanmaları devam ediyor…

Sıra Kaddafi diktasında!

Arap dünyasında işsizlik, yoksulluk, yağma, rüşvet, ayrımcılık ve zorbalığa karşı patlak veren halk ayaklanmalarına yeni halklar ekleniyor. Cezayir, Yemen, Ürdün ve Bahreyn’in ardından Libya’da da gençlik ve halk hareketi başladı.

Vahşi devlet terörüyle hareketi ezmeye yeltenen Muammer Kaddafi başkanlığındaki zorba rejim, Tunus ve Mısır’da olduğu gibi halk ayaklanmasıyla karşı karşıya kaldı. Genç kuşakların başını çektiği, emekçilerin ayaklanması karşısında zıvanadan çıkan dikta rejim, otomatik tüfekler, roketler, hatta helikopter ve savaş uçaklarıyla halka saldırdı. Beş günde yüzlerce eylemciyi katleden, binlerce kişiyi yaralayan zorba rejim, bin 500’ü aşkın tutuklunun durumu hakkında ise herhangi bir açıklamada bulunmuyor.

17 Şubat’ta başlayan eylemlerin beşinci gününde ayaklanma boyutuna sıçraması üzerine tüm iletişim hatlarını kesen devlet, zorbalığın dozunu da arttırıyor.

“Halk Cumhuriyeti”nden emperyalizm işbirlikçiliğine…

Ülkeye “Halk cumhuriyeti” adını veren Kaddafi ve destekçileri, 90’lı yıllara kadar Sovyetler Birliği’ne yakın bir çizgi izlediler. ABD’ye karşı bir takım çıkışlar yapan Kaddafi, ırkçı-siyonist İsrail’i de sert ifadelerle hedef almış, kendi imzasıyla yayınladığı “yeşil kitap” ile “İslam-sosyalizm” sentezi oluşturduğunu iddia etmiştir. Kimi zaman “deli” olarak nitelenen Kaddafi, her zaman farklı bir görünüm sergilemeye çaba sarf etmiştir.

1969’da adına “devrim” dedikleri bir darbe ile yönetime geçen Kaddafi ile ekibi, “üçüncü dünya” ülkeleri arasında aktif bir rol oynamaya çalışmış; dönemin konjonktürü sayesinde bu çizgiyi belli bir süreliğine de olsa sürdürmüştür. Bundan dolayı 1986’da 6. Filo'ya bağlı savaş uçaklarıyla Libya’ya saldıran ABD emperyalizmi, Kaddafi’yi doğrudan hedef almıştır. ABD’nin vahşi saldırısında kızı ölürken, Kaddafi yara almadan kurtulmuştu.

“Üçüncü yol”, emekçiler lehine bir takım uygulamalar içerse de, özel mülkiyeti, dolayısıyla insanın insan tarafından sömürüsünü olduğu gibi kabulleniyordu. Bu ise, işçi ve emekçilerin yönetime katılması önünde engel olmakla kalmıyor, temel demokratik hakların kullanılmasına bile imkan vermiyordu.

İğreti sonuçlar yaratmaktan öteye geçmesi mümkün olmayan “üçüncü yol” çizgisi, Sovyetler Birliği’nin dağılması ile miadını doldurdu. Bu aşamadan sonra emperyalist güçlerle işbirliğine ağırlık veren Kaddafi, özellikle eski sömürgeci güç olan İtalya ile çok yönlü ilişkiler geliştirmeye başladı. (Nitekim gerici İtalyan rejimi, şu ana kadar Kaddafi diktasına destek vermektedir.)

Anti-Amerikancı tutum alan ancak anti-emperyalist olmayan Kaddafi’nin “üçüncü yol”u, emperyalistlerle işbirliği yapmakta hiçbir güçlük çekmedi.

ABD ile gerilimleri tam ortadan kalkmasa da, arayı düzeltmek için fırsat kollayan Kaddafi, 11 Eylül saldırılarından sonra ABD-İngiltere emperyalistleriyle de arayı düzeltti. Bush döneminde Beyaz Saray’a hakim olan neo-faşist çete, Kaddafi rejimi ile yakın işbirliğine başlamıştır. 2008’de Libya’yı ziyaret eden dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Bush-Kaddafi yakınlaşmasını dünyaya ilan etmişti.

Son 20 yılda giderek ucubeleşen Libya yönetimi, ekonomik, siyasal ve sosyal alanı kontrol eden bir dikta rejimi halini aldı. Emekçiler lehine olan düzenlemeleri de hızla ortadan kaldıran, petrol zengini ülkenin gelirlerini Kaddafi ailesi ve çevresine peşkeş çeken, eğitim ve sağlık hizmetlerini önemsemeyen rejim, emperyalist şirketlerin “gözdeleri” arasına yerleşti. Zira günlük petrol üretimi 1.6 milyon varil olan Libya, petrol tekelleri için önemli bir rant kaynağı oldu.

Kaddafi rejiminin izlediği çizgi rüşvet, yağmalama, yozlaşma ve zorbalığın doruğa çıkmasını kaçınılmaz hale getirdi. Bu ise, dikta rejiminin de sonunu hazırladı. Önce batı komşusu Tunus, ardından doğu komşusu Mısır’da diktatörleri deviren halk ayaklanmaları, beklenenden de erken bir zamanda Libya’ya da sıçradı.

Kaddafi Bin Ali-Mübarek yolunda…

Başkent Trablusgarp’tan önce ayaklanmanın merkezi haline gelen ülkenin ikinci büyük kenti Bingazi, aynı zamanda faşist İtalyan işgaline karşı bağımsızlık direnişinin de önemli merkezlerinden biri olmuştur. Sadece coğrafi olarak değil sosyal, kültürel, siyasal olarak da Mısır’la etkileşim içinde bulunan Bingazi’nin, diktatörlük karşıtı ayaklanmaya da öncülük etmesinde, söz konusu etkileşimin de önemli bir rol oynadığı vurgulanıyor.

Bingazi’de 200 kişinin öldüğü şiddetli çatışmaların ardından, kolluk kuvvetleri ve ordu parçalandı. Bir kısmı ise ayaklanan halkın safına geçerken, diğerleri ortalıktan çekildi ve kent fiilen ayaklanan halkın denetimine geçti. Denetimin halk komiteleri tarafından sağlanmasından sonra, Bingazi’de çatışmaların son bulduğu bildirildi.

Bu arada El Cezire ve diğer uydu kanallarında canlı yayına katılan Libyalı muhalifler Tobruk, Ez Zevye, Mısrata, Sirt, El Bayda gibi kentlerde de rejimin hakimiyetini yitirdiğini ifade ediyorlar. Yapılan açıklamalara göre şu ana kadar (22 Şubat) ülkenin dörtte üçü rejimin egemenliğinden kurtarılmış bulunuyor.

Rejimin safdışı edildiği kentlerde halk komitelerinin oluşturulduğunu, bu komitelerin kentleri yönettiğini bildiren çok sayıda açıklama yapıldı.

22 Şubat akşamı “17 Şubat gerillaları” imzasıyla açıklama yapan ayaklanmaya önderlik eden güçler, Kaddafi rejiminin sonunun geldiğini ilan ederek bağımsız, özgür, insan haklarına saygılı, eşitliği temel alan bir Libya kurmak için mücadeleye devam edeceklerini vurguladılar.

22 Şubat’ta devlet televizyonu ekranlarından açıklama yapan Muammer Kaddafi ise, ayaklanan halka hakaretler edip tehditler savurdu. Halkı ihanetle suçlayan zorba rejimin şefi, Libya’yı yakmakla, iç savaş çıkarmakla, ülkeyi bölüp kaosa sürüklemekle tehdit etti. Ondan iki gün önce açıklama yapan, --herhangi bir resmi sıfat taşımayan-- oğul Seyfülislam Kaddafi de, benzer tehditler savurmuş, ayaklanma durmazsa iç savaş çıkacağını, yüzbinlerce kişinin öleceğini, ülkenin parçalanacağını, açlık ve kaosun egemen olacağını, Libya’nın taş devrine döneceğini vb. iddia ederek, felaket tellallığı yapmıştır.

Baba-oğul Kaddafiler tarafından savrulan tehditler, zıvanadan çıkmış bir dikta rejimin, defolup gitmeden önce ayaklanan genç kuşaklara ve emekçilere olabildiğince ağır bir bedel ödetme hevesi içinde olduğunu gösteriyor. Kaddafi ikilisi, sonuna kadar savaşmaktan sözetseler de, -vahşi katliamlardan kaçınmayacak zorba bir zihniyeti temsil ettiklerine kuşku yoktur- defolup gideceklerdir. Tüm veriler, gelinen yerde Kaddafi’nin de, -eğer daha kötüsüne değilse- Bin Ali-Mübarek ikilisinin akıbetine uğrayacağına işaret ediyor.

Vahşette sınır tanımayan dikta rejimin altı boşalıyor

Ayaklanan halka kurşun sıkanların önemli bir kesiminin Afrika ülkelerinden devşirilen kiralık katillerden oluşması, dikta rejimin birkaç günde içine düştüğü aczi gözler önüne seriyor. Hava kuvvetlerinin halka karşı kullanılması ise, bu aczin zorba rejimi zıvanadan çıkardığının bir diğer göstergesidir.

Görünen o ki, dikta rejimin kolluk kuvvetleri ile ordu içindeki sadık tetikçileri, yağmacı rejimden nemalananlar ve Afrika ülkelerinden devşirildiği söylenen kiralık katillerden başka dayanağı kalmadı. Kuşkusuz ki, bu kadarı katliam yapmak, provokasyonlar tertiplemek, bazı tesisleri tahrip etmek için yeterlidir. Ancak olaylar o noktaya varsa bile, bu, dikta rejimi kurtarmaya yetmeyecektir. Zira ayaklanmanın vardığı boyut, rejimin bu haliyle ayakta kalmasının mümkün olmadığına işaret ediyor.

Rejimin belli dayanakları bulunsa bile, halkın büyük bir çoğunluğunun “halk rejimin yıkılmasını istiyor!” şiarı etrafında birleşmiş olması, Kaddafi döneminin kapanmak üzere olduğunun göstergesidir.

Ayaklanan genç kuşaklarla emekçilerin vahşi katliamlara rağmen militan eylemlere devam etmesi; kolluk kuvvetleriyle ordunun fiilen parçalanması; bir süre sessiz kalan büyük kabilelerin ayaklanmadan yana olduklarını ilan etmesi, dahası Kaddafi’nin kendi kabilesinin de rejime destek vermeyeceğini ilan etmesi; İçişleri ve Adalet bakanları ile birçok diplomatın, halkın katledilmesini protesto ederek görevlerinden istifa etmeleri… Tüm bunlar Kaddafi diktası için çemberin iyice daraldığının göstergeleridir.

6.5 milyon nüfuslu ülkede nüfusu bir milyona ulaşan büyük kabilelerin de aralarında bulunduğu pek çok kabilenin ayaklanma safına geçmesi, rejimin kabusu olmuştur. Çünkü Kaddafi, bu sosyal yapının dönüşümü için çalışmak bir yana, kabileler arası sorunları kullanarak bir kısmını tarafına çekip işlerini idare ediyordu.

Tehdit/rüşvet politikası izleyen Kaddafi şimdiye kadar ayakta kalmayı başarsa da, kabilelerin, genç kuşaklarla emekçilerin açtığı yoldan yürüyeceğini ilan etmesi, rejimin son umudunu da boşa düşürmüştür. Zira Libya’da kabileler halen silahlıdır. Nitekim ülkenin dörtte üçünü kontrol ettiklerini ifade eden bazı muhalif güçler, bu defa ayaklanmanın silahlı olduğunu, gerektiğinde dikta rejimin güçlerine karşı savaşacaklarını ilan edebiliyorlar.

Bu saatten sonra geri dönüşün söz konusu olmadığını, bu ayaklanmanın zafere ulaşmaması durumunda, rejim intikam amacıyla karşı saldırıya geçeceğinin bilindiğini de söyleyen muhalifler, Kaddafi döneminin sona erdiğini, “17 Şubat gençlik devrimi”nin Libya tarihinde bir dönüm noktası olduğunu vurguluyorlar.

Halka karşı kullanılan silahlar ABD, İngiltere ve İtalya’dan…

ABD ile diğer emperyalist güçlerin ezilen halklara karşı ikiyüzlü politika izledikleri, Libya’daki ayaklanma ile bir kez daha, tüm iğrençliğiyle gözler önene serilmiştir.

Fransız emperyalizmi, halk ayaklanmasını ezebilmesi için Bin Ali diktatörlüğüne bol miktarda bomba göndermişti. Mısır’daki ayaklanmaya karşı kullanılan bombalar ise ABD ve İsrail yapımı idi. Libya halkına karşı kullanılan silahların ise ABD, İngiltere ve İtalya’dan satın alındığı bildirildi. Dahası Libyalı insan hakları savunucuları, halka kurşun sıkan uçakları kullanan pilotların bir kısmının da İtalya ve doğu Avrupa’dan getirildiğini belirtiyorlar.

Faşist Berlisconi’yi Kaddafi’nin suç ortağı ilan eden Libyalılar, İtalya başbakanının yargılanması için Birleşmiş Milletler ve uluslararası mahkemeler nezdinde girişimde bulunacaklarını ilan ettiler.

Emperyalistlerin ikiyüzlülüğü bundan ibaret değil elbet. Demokrasi, özgürlük ve insan hakları pazarlamacısı pozlarına giren emperyalist güçler, Kaddafi rejiminin vahşi katliamları karşısında günlerce üç maymunu oynadılar. Zira Libya’nın petrolü onlar için, katledilen yüzlerce Libyalı gençten daha önemlidir. Onlar için önemli olan gençlerin yaşama hakkı değil, büyük tekellerin çıkarlarını savunmaktır.

Ancak yüzlerce insan katledildikten sonra cılız sesler çıkarmaya başlayan ABD-AB emperyalistleri, Libya rejimine herhangi bir yaptırımın sözünü bile etmiyorlar. Oysa Kaddafi ABD’nin işbirlikçisi değilken, onlarca yıl Libya’ya yaptırım uygulamışlardır.

AB emperyalistlerinin iğrenç zihniyetlerini ortaya koyan bir diğer somut olgu ise, yüzlerce insanın katledilmesini önemsemedikleri halde, Afrika’dan gelebilecek mülteci akımından duydukları endişeden söz etmeleridir. Zira Kaddafi rejimi, Afrika’dan Avrupa ülkelerine ulaşmaya çalışan mültecilerin kapatılması için kamplar inşa ederek, AB emperyalistlerinin paralı bekçiliğini de yapıyordu.

Kaddafi diktasının sonunun gelmiş olması, bundan dolayı da AB şeflerinin uykularını kaçırıyor. Çünkü Avrupalı emperyalistler etkili bir bekçiden yoksun kalacaklarını öğrenmiş bulunuyorlar. Tüm bunlar ortada iken, “göstericilere karşı şiddet uygulanmasını tasvip etmiyoruz” türünden açıklamaların zevahiri kurtarması mümkün değil.

Libya örneği, ezilen halkların emperyalistlerden hiçbir konuda medet umamayacağının, tersine, özgürleşmek için emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı direnmekten başka bir yol olmadığının yeni bir kanıtı olmuştur.

Ayaklanmanın geleceğini emekçiler belirleyecektir

İtalyan işgaline karşı direnişin lideri Ömer Muhtar’ın, idam sehpası önünde söylediği, “teslim olmayacağız, ya zafer kazanacağız ya da öleceğiz!” sözüne atıfta bulunan rejim karşıtları, Kaddafi diktasını yıkma noktasında kararlı olduklarını ifade ediyorlar.

Eğer Kaddafi ve çetesi kirli planlarını gerçekleştirme fırsatı bulmadan alaşağı edilirse, Tunus ile Mısır arasındaki halka tamamlanmış olacak. Nitekim Kaddafi’nin her iki diktatöre tam destek vermesi, sıranın kendisine de geldiğinin farkına varmasından bağımsız değildir.

Orta Akdeniz’de yan yana sıralanmış bu üç ülkenin genç kuşaklarıyla işçi sınıfı ve emekçilerinin direnişi ile diktatörleri alaşağı edebilmeleri, olağanüstü bir gelişmeye işaret ediyor. Birbirinden etkilenen, deneyimlerinden öğrenen, dayanışma bağları güçlenen bu ülke halkları, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da başlayan yeni sürecin daha da hızlanmasına katkıda bulunacaklardır.

Diğer ülkelerde olduğu gibi, Libya’da da bu süreç oldukça yenidir. Üstelik Libya’da işler iki komşusuna göre biraz daha karmaşık görünüyor. Zira bu ülkenin sosyal yapısında kabilelerin halen etkili olduğu gözleniyor. Yanısıra henüz sol/sosyalist güçlerin varlığı hissedilmiş değil. Alakası olmasa da, Kaddafi’nin “yeşil sosyalist” olduğunu iddia etmesi, emekçilerin bir diğer handikabıdır.

Bu olgular, Arap ulusal bilincinin oluşmadığı anlamına gelmiyor elbet; fakat nesnel bir gerçeklik olan sınıf ayrımlarının kısmen de olsa geri plana itilmesine imkan verdiğini söylemek mümkündür. Ancak diktatörlerin halk ayaklanması ile kovulmaları, emekçilerde bilinç sıçramalarının oluşması ve önyargıların kırılması açısından en uygun koşulları da yaratmaktadır.

Kabilelerin sosyal yapıdaki etkinliğine rağmen, diktatörü ve çetesini kovan ayaklanmanın sürükleyici gücü olan genç kuşaklarla emekçilerin bilinç sıçramaları yaşayacağı göz önüne alındığında, yeni süreç bu engelin aşılması için uygun zemini de hazırlayacaktır.

Dikta rejime karşı, “Halk rejimin yıkılmasını istiyor!” şiarı altında sağlanan birleşmenin kabile aidiyetini zayıflatıp, ulusal aidiyeti daha da güçlendireceğini öngörmek zor değildir. Sınıf ayrımlarının belirginleştiği yerde, zaten zayıflama sürecinde olan kabile aidiyetinin etkisi de zayıflamaya başlayacaktır.

Diğer bir önemli sorun ise, rejim karşıtı siyasi güçlerin çizgileri ve kapitalist/emperyalist sistem karşısındaki duruşlarıdır…

Siyasi muhalifler uzun süreden beri Ortadoğu, İngiltere ve ABD’de konumlanmış, Kaddafi rejiminin baskısından dolayı uzun yıllardan beri siyasi mülteciliğe mahkum edilmişlerdi. Ayaklanma, şimdiden bu güçlere öne çıkma fırsatı sağlamış bulunuyor. Dahası kabilelerin sosyal yaşamdaki etkisi, bu güçlerin Libya ile bağlantı kurmasını da kolaylaştırıyor.

Bu güçlere ekranlarını cömertçe açan El Cezire, doğrudan halka seslenme olanağı sağlıyor. Bu sayede kısa süre öncesine kadar pek tanınmayan, Tunus ve Mısır ayaklanmaları sırasında ortalıkta pek görünmeyen bu şahsiyetler, birkaç gün içinde Arap dünyası tarafından tanınır hale gelmiş oldular.

Siyasal eğilimleri farklı olsa da, düzen içi olan bu güçlerin ufku kapitalist/emperyalist sistemin ötesini görmekten uzaktır. Daha çok “yurtsever” bir görünüm çizmeye özen gösteren bu güçler; tek bir yabancı asker istemediklerin, bağımsız, demokratik bir Libya kurmak istediklerini ifade ediyorlar.

Ayaklanan genç kuşaklarla emekçilerin Kaddafi muhalifleriyle ilişkileri hakkında somut bilgilere ulaşmak, en azından şimdiye kadar pek mümkün olmadı. Sözkonusu güçlerin, bu aşamada ayaklanmaya coşkuyla destek sundukları ise kesin. Zira ayaklanma, şimdiden onlara Libya’nın siyasal yaşamına etkin bir şekilde katılma olanağı sunmuş bulunuyor.

Göründüğü kadarıyla bu parti veya örgütlerin, ölümü göze alarak ayaklanan genç kuşaklarla emekçilerin özlem ve taleplerini karşılaması olası değil.

Zira nüfusun yüzde 52’sini oluşturan (25 yaş altı) gençler, sosyal adalet, demokratik hak ve özgürlükler ile servetin eşit paylaşımını istiyorlar. İşsizlik, baskı, aşağılama ve zorbalığa boyun eğmeyeceğini gösteren genç kuşaklarla emekçilerin talep ve özlemlerini burjuva partilerin karşılaması olası değildir.

Şimdiden Ayaklanmanın kazanımlarını kıskançlıkla koruyup geliştirmek elbette büyük bir önem taşıyor. Ancak yine de köklü çözüm için, geriye bir tek yol kalıyor; bu da ayaklanma sürecinden geçmekte olan genç kuşaklarla işçi sınıfı ve emekçilerin siyasal öncülerini yaratmaları ve kendi iktidar alternatiflerini oluşturacak bir süreci de başlatabilmelerdir.