1 Şubat 2013
Sayı: KB 2013/05

 Kızıl Bayrak'tan
Sınıfın devrimci baharına yürüyoruz!
“İmralı görüşmeleri” sürecinin aylık bilançosu
Sendika üye istatistikleri açıklandı, gasp tablosu netleşti
Katliamcı devlet geleneğine devam!
Irkçı-şoven saldırganlığa karşı
mücadeleye!
Avukatlar tehlikede!
Çalışma Bakanı kıdem tazminatı için tarih verdi
28 Ocak eyleminin gösterdikleri ve
devrimci sorumluluk
Karayolu işçileriyle
özelleştirme üzerine
Daiyang-SK Metal grevi üzerine
İşçilerin birliği, halkların kardeşliği için... Sınıfa Karşı Sınıf Kurultayı!
İşçi kurultayları hazırlık
çalışmalarından

Kadın sorunu üzerine konferanslardan.../2Tarihten günümüze kadın ezilmişliği ve kapitalizm - H. Fırat

Devrimci Kadın Kurultayı sözcüsü ile kurultay ve kadın sorunu üzerine konuştuk

Feminizme savrulanlar, devrim iddialarını yitirenlerdir... - S. Soysal

Kadın sorunu, KESK ve feminizm
Devrimci kadınlar
kurultaya hazırlanıyor
Suriye’de yıkıcı savaştan çıkış arayışları
Esenyurt’ta coşkulu
karne eylemi
“Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanun Tasarısı” mecliste
Zincirlere dolanmış dev üzerine... - T. Kor
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Suriye’de yıkıcı savaştan
çıkış arayışları…

 

İkinci yılını tamamlamak üzere olan Suriye’deki olaylar, ülkenin yarısını harabeye çevirmiş durumda. Yakılıp yıkılan kentler, mülteci durumuna düşürülen milyonlar, öldürülen on binler, gerileyen ekonomi, yaygınlaşan işsizlik, yoksulluk, açlık, kışkırtılan etnik, dinsel, mezhepsel ayrılıklar, çöküşün eşiğine gelen eğitim ve sağlık sistemi…

Suriye halklarının bedelini ödediği ve ödemekte olduğu bu vahim tablonun oluşmasında Baas rejimi, dinci-gerici muhalefet, emperyalist güçler, başta Türkiye-Katar-Suudi Arabistan üçlüsü olmak üzere gerici bölge devletlerinin payı var. Her birinin kendine göre çıkar ve hesapları olan bu güçlerin hiçbiri, Suriye halklarının sorun ve talepleriyle ciddi anlamda ilgili değil.

Suriye’de yaşayan halkların ve emekçilerin sorunlarıyla ilgilenen sol/sosyalist güçler ise, yazık ki, olayların bu noktaya varmasını önleyebilecek güçten yoksundu. Hem uzun yıllar yoğun baskı altında kalmaları hem hareketin ilk döneminde yeniden tutuklanmaları, kitlelerle buluşmalarını zorlaştırmıştır. Bu durum, zaten hazırlıklı olan dinci-gerici güçlere kitle hareketini istismar etme kolaylığı sağladı.

Emperyalistlerle gerici bölge devletlerinin sürece doğrudan müdahale etmeleri, kökten dinci çetelerin birçok ülkeden Suriye’ye taşınması ise, kısa sürede işlerin çığırından çıkmasına neden oldu. Baas yönetiminin, ilk günden şiddeti esas alan bir politika izlemesi, olayların bu noktaya varmasında önemli bir rol oynamıştır. Gecikmeli olarak bazı adımlar atması ise, pek etkili olamadı. Zira bölgenin “üçlü gerici cephe”si (Türkiye-Katar-Suudi Arabistan) ve emperyalistlerin desteğine yaslanan gerici muhalefet ve kökten dinci çeteler, Baas yönetiminin sayılı günleri kaldığı hezeyanına kapılmış, bu da yıkıcı savaş ateşinin birçok kente sıçramasını kaçınılmaz kılmıştır.

Baas rejimini yıkma planları tutmadı

Suriye’deki olayları fırsat bilen emperyalistlerle bölgedeki işbirlikçileri, Suriye’yi “ikinci Libya” haline getirme planını uygulamaya başladılar. Bu süreçte AKP iktidarının özel bir rol oynadığını vurgulamak gerekiyor. Patavatsız açıklamalarıyla öne çıkan Tayyip Erdoğan, öyle bir hezeyana kapıldı ki, olayların ilk aylarında bile Baas yönetimine birkaç hafta ömür biçebilmişti.

Bölgede üçlü gerici cephenin sağladığı milyon dolarlar, silahlar, eğitim ve lojistik destek, Türkiye sınırının “açık kapı” haline getirilmesi, arkada ise emperyalist güçlerin yangına körükle gitmesi, pek çok ülkeden transfer edilen gözü dönmüş katillerden oluşan kökten dincilerin Suriye’ye yığılması…

İşte bu tabloya bakan AKP şefi ve onun gibiler, “hedefimize ulaşmak üzereyiz, Şam’da dinci, Amerikancı, neo liberal bir yönetimi işbaşına getirmenin eşiğindeyiz” vehmine kapıldılar. İki de bir Beşar Esad’a ömür biçme fütursuzluğunda bulunmaları bundandır.

Bu gerici güçlerle onların güdümünde hareket eden Müslüman Kardeşler, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), yurtdışındaki muhalifler ve kökten dinci çeteler Suriye’yi bir savaş alanına çevirmeyi başardılar. Güya Baas diktatörlüğünü yıkmak istiyorlardı, oysa yıkım ve katliamlarda ondan geri kalmadılar. İki yıla yakın süre geçti, bu kadar destek, bu kadar silah, bu kadar petro-dolarlara rağmen, Suriye’de tek bir kenti bile denetleyecek güce ulaşamadılar. Denetledikleri bölgelerde ise, halka ortaçağ zihniyetini dayatan dinci-gericiler, siyasal ve ahlaki açıdan Baas’ın çok gerisinde olduklarını, icraatlarıyla kanıtladılar. Din ve mezhep ayrımcılığını kışkırtmaları ise işin çabası…

Görünen o ki, bu aşamada Baas yönetimini yıkabileceğine inanan pek muhalif kalmadı. Rusya ve Çin’in net duruşundan dolayı emperyalist güçlerin doğrudan saldırı düzenleme şansı da olmayınca, gelinen yerde ÖSO ve kökten dinci çetelerle Beşar Esad yönetimini yıkmanın mümkün olmadığını, neredeyse tüm taraflar kabul etmek zorunda kaldı. Nitekim daha önce, defalarca Esad rejimi ile görüşmeyi kesinlikle reddettiklerini açıklayan Suriye Ulusal Koalisyonu (SUK) Başkanı Muaz el Hatib bile, gözaltındaki muhaliflerin serbest bırakılması ve sürgündeki Suriyelilerin pasaportlarının yenilenmesi durumunda Esad rejiminden yetkililerle doğrudan temas kurmaya hazır olduklarını duyurdu.

Gerici cephede sarsıntılar

Savaşın uzamasına rağmen beklenen sonuca ulaşılamaması, kökten dincilerin denetim altına aldıkları bölgelerde şeriat ilan edip pek çok vahşi katliama imza atmaları, Baas yönetiminin azımsanmayacak bir kitle desteğine sahip olduğunun anlaşılması, muhalif olanların bir kesiminin ise, gerici muhalefetten uzaklaşması, ordunun bütünlüğünü önemli ölçüde koruyabilmesi ve içerideki ilerici muhalefetin savaş sarmalına karşı açık bir tutum alması, Rusya’nın rolü vb.…

Bu etkenlerden dolayı olayların bu mecrada seyretmesi gerici cephede sarsıntılar yarattı. Suudi kralı, kökten dincileri tahtı için tehlike olarak görmeye başlayınca, Suriye’deki çatışmaların siyasal görüşmelerle çözülmesi gerektiğini savunmaya başladı. Mezhep kışkırtıcılığı yapan iki uydu kanalını kapattı. Muhtemeldir ki, petro-dolar musluğunu da kısmıştır. Böylece ‘üçlü gerici cephe’ önemli bir bileşenini yitirmiş oldu.

Emperyalist cephenin başı olan ABD ise, Afganistan bataklığından kurtulamamışken, ekonomik krizin ağır yükü altında ezilirken ve içteki sosyal sorunlar giderek ağırlaşırken, Suriye’de bir savaşa girişemeyeceğini, bizzat Barack Obama’nın açıklamalarıyla ilan etti. İngiliz emperyalizmi dolaylı yollarla savaşı kışkırtsa da, doğrudan müdahale etmeye hevesli görünmüyor. AB bileşenleri ise, gerici muhalefeti desteklemekle yetiniyor. İşin içine girmesi için yoğun baskılara maruz kalan Ürdün Kralı Abdullah da, baskılara karşı koyarak kenarda durmayı başardı…

Bu tabloda işin yükü Fransız emperyalizmi ile Türkiye-Katar ikilisine kalmış görünüyor. Ancak bunların güdümündeki ÖSO, kökten dinci çeteler ve yurtdışındaki Suriye Ulusal Koalisyonu’nun ülke içindeki halk desteği sınırlıdır. Bu koalisyonun iç bütünlükten yoksun olduğu, başkan konumundaki Muaz el Hatib’in Esad yönetimiyle görüşmeye hazır olduğunu ilan etmesi, koalisyonun ise bunu reddetmesiyle su yüzüne çıkmıştır. Birçok sorunla malul bu güçlere dayanarak Baas rejimini yıkma girişiminin başarıya ulaşma olasılığı sıfıra yakın görünüyor.

İlerici muhalefet siyasi diyalogdan yana

Silahlı çeteler bir yana bırakılırsa, Suriye muhalefeti başlıca üç gruba ayrılıyor.

İlki, ülke içinde bulunan ve daha çok sol/sosyalist veya ulusalcı/yurtsever parti, grup ve kişilerden oluşan muhalefet. Bu güçler bir bütün oluşturmasalar da, savaşa karşı çıkma konusunda mutabıklar. Bu güçler hem Baas yönetiminin hem ÖSO ve diğer güçlerin silahlı çatışmalara son vermesini talep ediyor. Tüm tarafların katılımıyla, geçiş süreci için bir “ulusal kurtuluş hükümeti”nin kurulması gerektiğini savunuyor.

İkincisi, ülke dışında bulunan ve hem savaşı hem dış müdahaleyi reddeden Suriye Ulusal Eşgüdüm Organı (SUEO) adı altında birleşen parti, örgüt ve gruplar. Cenevre’de konferans düzenleyen bileşenleri, yayınladıkları sonuç bildirgesinde Baas yönetimiyle bir masa etrafında görüşmeye hazır olduklarını beyan ettiler. Belli şartları olmakla birlikte, SUEO bileşenleri savaş, yıkım ve katliamların durdurulması için Beşar Esad yönetimini muhatap kabul etmeye hazır olduklarını ilan ettiler.

Üçüncüsü ise Suriye Ulusal Koalisyonu (SUK). Bu oluşum hem silahlı çeteleri destekliyor hem emperyalist müdahaleyi açıkça savunuyor. Verili durumda savaşı sürdürmekten yana tutum alan tarafı oluşturuyor. Bu gerici oluşumun hem iç bütünlükten yoksun hem halk arasındaki desteğinin zayıf olduğu belirtiliyor. Bu oluşumun kitle desteği olan bileşeninin Müslüman Kardeşlerle sınırlı olduğu kabul ediliyor.

Halkın büyük çoğunluğu savaş istemiyor

Muhalefetin savaşı reddeden birinci ve ikinci kesiminin temsil ettiği eğilimin güç kazanma ihtimali yüksek görünüyor. Zira savaş, yıkım, yoksulluk ve ölümden bıkmış milyonlarca Suriyelinin beklentilerine denk düşen bir çözüm planı önermiyor. Baas karşıtı veya destekçisi, toplumun önemli bir kesimi, bedelini ödedikleri bu yıkıcı savaştan kurtulmak istiyor.

Savaşa son verecek bir çözüm isteyenler çoğunluğu oluşturuyor; bu konuda farklı taraflar mutabık. Ancak yansıyanlar, toplumun bu kesiminin aktif bir politik tutum içinde olmadığına işaret ediyor. Sol/sosyalist güçlerin toplumun bu çoğunluğunun en azında ileri kesimiyle birleşmeyi başarabilmesi durumunda, savaşı sona erdirecek bir geçiş sürecinin başlatılması noktasında etkili bir rol oynayabilirler.

Belirtelim ki, içerideki muhalefetin önemli bir kesimi de, Baas yönetimini dikta bir yönetim olarak tanımlıyor. Ancak kökten dincilere ve emperyalist müdahaleye de şiddetle karşı çıkıyor. Savaş dairesinden çıkışı sağlayacak bir geçiş sürecinin, demokratik hak ve özgürlükler alanının genişletilmesi, sivil, laik, demokratik bir yönetimin kurulmasını kapsaması gerektiğini dile getiren sol/sosyalist muhalefet, savaşın yarattığı yıkımla vahim boyutlara ulaşan sosyal sorunlara çözüm üretilmesi gerektiğini de savunuyor.

Baas yönetimi taviz vermeye hazır görünüyor

Ayakta kalma gücünü korusa da hem içeride hem dışarıda sıkışan Baas yönetimi de, çözüm için muhalefetin farklı kesimleriyle masaya oturmaya hazır olduğunu döne döne beyan ediyor. Bu konuda yasal düzenlemeler yapıldığı, pek çok muhalif şahsiyetle ilgili tutuklama kararlarının kaldırılacağı, pasaportlar verileceği ve ülkeye dönenlere yasal koruma sağlanacağına dair resmi açıklamalar da yapılıyor.

Baas yönetiminin pek çok açıdan bir dikta yönetimi olduğu bir gerçek. Bu tür yönetimlerin taviz vermemek için ayak dirediği deneyimlerle de sabittir. Bununla birlikte Baas rejiminin ciddi bir sarsıntı yaşadığı, dahası muhalefetle bir ortak buluşma noktası bulmadan, silahlı çetelerle baş etmesinin olası olmadığı, Esad ve çevresi tarafından da anlaşılmış görünüyor. Ekonomik ambargoya, dış güçlerin müdahalesine ve silahlı çetelerin kuralsız savaş yöntemlerine rağmen, tek bir kenti bile muhaliflere kaptırmamış olsa da, Baas yönetiminin kolay atlatamayacağı bir sarsıntı geçirdiği ve taviz vermek zorunda olduğunu idrak ettiği görünüyor. Nitekim uzun yıllar zindanlarda tutulan sol/sosyalist liderlerin bir kısmı artık devlet televizyonundaki tartışma programlarına bile katılabiliyor.

Bu kadarını, emekçilerin talepleriyle başlayan kitle hareketinin kazanımları saymak gerek. Bu hareket, hedefinden saptırılmış, daha vahimi bölgedeki gerici güçlerle emperyalistlerin Suriye’ye müdahale etmesine vesile olmuş olsa da, belli kazanımlar yaratmıştır. Nitekim muhalefetin önemli bir kesiminin dış müdahale ve kökten dinci silahlı çetelere cepheden karşı olması, hareketin farklı mecralarda ilerlediğinin de delilidir.

En genel hatlarıyla tablo böyle olsa da, yıkıcı savaşın kısa sürede sona erdirilmesi kolay görünmüyor. Zira hem silahlı çeteler hem bunların arkasındaki gerici güç odakları, savaşı sürdürmekte ısrar edeceklerdir. Ancak emperyalist müdahale ve silahlı çetelere karşı olan muhalefetin önerdiği geçiş süreci “ulusal kurtuluş hükümeti”nin kurulabilmesi durumunda, yıkıcı savaşta ısrar eden güçlerin zayıflatılması mümkün olabilir.

Verili koşullarda, Suriyeli emekçiler için bundan daha ileri bir çözüm ufukta gözükmemektedir. Henüz iktidarı ele geçirecek gücü olmayan, ne bilinç ne örgütlülük ne donanım yönünden buna hazır olan emekçilerin, bu savaştan biran önce kurtulmaları hayırlı olacaktır. Aksi halde etnik, dinsel, mezhepsel parçalanmayı kışkırtan ortaçağ zihniyetinin egemen olması anlamına gelir ki, bu, Suriye ve bölge halkları için felaketlerin uzun yıllara yayılmasından başka bir sonuç yaratamaz.

 

 

 

 

Kanal kentleri sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağını boşa düşürüyor

Müslüman Kardeşler’e (İhvan) mensup olan Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, kanal kentlerinde (Port Said, İsmailiye, Süveyş) bir aylık süreyle sıkıyönetim ilan ederek, kitle hareketini zor yoluyla bastırmayı denedi. Ancak onlarca kişinin katledilmesi, bir o kadarının tutuklanması ve savrulan tehditler, beklenen sonucu yaratamadı. Hem başkent Kahire’deki Tahrir Meydanı’nda hem kanal kentlerinde eylemler devam ediyor. Bu da terör sopasının, İhvan yönetiminin beklediği etkiyi yaratmadığını bir kez daha göstermiş oldu.

Kanal kentlerinde sokağa çıkma saatinin başlamasından sonra sokaklarda futbol maçları yapıldı, insanlar caddelerde dolaşmaya çıktı, esnaflar işyerlerini açtı vb. Tüm bunlar sokağa çıkma yasağının bir hükmü olmadığını, kanal kentlerinin sakinlerinin yasağı tanımama konusunda kararlı olduklarını kanıtladı. Bu da, kağıt üzerindeki yasalardan çok, mücadelenin pratik alandaki seyrinin önemli olduğunu gösteriyor.

İktidara yerleşme çabasını sürdüren İhvan ve diğer dinci-gerici güçler, kitlelerin sokak eylemlerine devam etmesine tahammül etmek istemiyorlar. Doğaları gereği, emekçilerin demokratik hak ve özgürlüklerden yararlanmasına tepki duyan dinsel gerici koalisyon, ABD’nin sağladığı gaz bombalarının ölçüsüz bir şekilde kullanılmasının yeterli olmadığını, eylem yapma hakkını kullanan muhaliflere kurşun sıkılması gerektiğini savunuyor. Nitekim eylemlerin altıncı gününde de kolluk kuvvetleri, Tahrir meydanında iki genci katletti.

Olayların devam etmesi üzerine Mursi ile muhalif güçlerin görüşme masasına oturması gerektiğini dile getiren Muhammed El Baradey’in çağrısına, tepki gösteren dinci-gerici güçler, İhvan-Muhalefet görüşmesine karşı çıktılar. Mısır’daki İslamcılar, Muhammed Mursi’nin muhalefetle, özellikle de Ulusal Kurtuluş Cephesi’yle görüşmesinin gereksiz olduğunu ilan ettiler. Dinci gerici parti ve selefi gruplar, görüşmelere değil devlet terörünün daha da azgınlaştırılmasına gerek olduğunu açıkça savunmaya başladılar.

Bu çağrı, dinsel gericilerin, emekçilerin demokratik haklarını kullanmasına bile tahammül edemediklerinin yeni bir kanıtıdır. Yani her yerde olduğu gibi, Mısır’da da dinsel gericilik, karşı-devrimci bir rol oynuyor.

Cumhurbaşkanı Mursi de, birçok icraatlarıyla, işçi ve emekçilerin sokaklara çıkmasına tahammül etmek istemediğini göstermişti. Bir oldu-bitti ile anayasaya eklediği maddelerle kendine ‘firavun’ yetkileri tanıyan Mursi, gerici zihniyetini tüm çıplaklığıyla herkesin gözleri önüne sermişti.

Oysa isyan halinin devam ettiği Mısır’da, kitleleri sopa ile zapturapt altına almak kolay değil. Bundan dolayı dinsel gerici İhvan yönetimi ve destekçileri, isyanın dolaysız kazanımı olan özgürlükler alanını ortadan kaldıramıyorlar.

“Rejimin kurumları parçalanacak, devlet dağılacak, kaos ortamı oluşacak” söylemiyle sıkıyönetim ilanı ve kolluk kuvvetlerinin zorbalığını meşrulaştırmaya çalışan dinsel gerici koalisyon, 25 Ocak isyanının kazanımlarını ortadan kaldırma hesabı içindedir.

Karşı-devrimci bir misyon üstlenen dinsel-gerici koalisyon, kısa sürede niyetlerini belli etmek zorunda kalmıştır. Bu pervasızlığa rağmen, İhvan temsilcisi olan Mursi’yi ‘Firavun’ yetkisiyle donatıp, toplumsal hareketi ezme girişimleri Mısırlı emekçilerin direnişine çarpacaktır. Kanal kentlerinin sıkıyönetim saldırısını püskürtmeleri, direnme kararlılığının gücünü göstermiştir. Olaylar halk isyanının dinamiklerini ezmenin kolay olmadığını, tersine daha da güçlenme eğiliminde olduğuna işaret ediyor.

 

 

 

 

Mali’nin emperyalist istilası ve ötesi…

 

1960’ta Fransa’nın sömürgesi olmaktan çıkan Mali, eski kolonist Fransa’nın yeniden işgaline uğradı. Dünyanın en yoksul ülkelerinden biri. Aynı zamanda Afrika Kıtası’nın altın rezervlerine sahip üçüncü ülkesi. Ayrıca yeni teknoloji ve nükleer santrallerin vazgeçilmezi olan uranyum kaynaklarına sahip Mali’de, Tuaregler’in yaşadığı bölgede yeni petrol yataklarının keşfedildiği söylenmekte. Bunlara, önemli bir alanı çöl olan Mali’nin başta Fransa olmak üzere emperyalist devletlerin nükleer silah deneme alanı olduğu gerçeği eklenirse ‘istikrarsızlaşan’ Mali’nin, yeniden stabilize edilmesinin önemi anlaşılır olmaktadır.

Mali’yi, varlığı bile tartışma konusu olan eski bir anlaşmaya dayanarak işgal eden emperyalist Fransa’nın burjuva ‘sosyalist’ Cumhurbaşkanı Francois Hollande, “Fransız askerlerin, İslamcı militanlarla mücadele eden Mali hükümetine destek” için gönderildiğini söylerken yalan söylüyordu. Fransa Dışişleri Bakanı Laurent Fabius da, Fransa’nın doğrudan müdahalesi sadece birkaç hafta alacaktır” derken yalan söylüyordu. Müdahalenin üzerinden geçen süre söylenenlerin yalan olduğunu fazlasıyla kanıtladı. Asıl olan Fransa’nın eski kolonileri üzerindeki tarihsel hak iddiasıdır. 1960’larda Mali ile Senegal’in bir federasyon oluşturmasını askeri bir müdahaleyle engelleyen Fransa, bugün, Mali’yi işgal ederek bölgeyi istikrarsızlaştıran asıl unsur olmuştur.

Dünya gericiliğinin Fransa’nın Mali işgaline desteği, diplomatik desteğin sınırlarının da ötesinde, fiili bir desteğe dönüşmüştür. Bu koalisyonun ‘Bölgeye Kore ve Çin’in ilgisinin giderek artmakta olduğu’ tesbitini yapan tarih profesörü Jean Pierre Vallat, Mali’ye yapılan emperyalist müdahalenin, bir bütün olarak batı emperyalizmi tarafından desteklenmesinin emperyalist karakterini ve amacını ortaya koyuyordu.

Fransa emperyalizmi Libya’nın işgalinde olduğu gibi bugün de Suriye’ye askeri müdahalenin önde gelen savunucusu olmuştur. Uluslararası ‘sorunların çözüm’ünde militarizmin baş savunucusu olan Fransa’nın Mali’ye müdahalesi, savaş yanlısı politikalarının bir devamı olarak gerçekleşmiştir.

Mali’ye yapılan emperyalist müdahale ve işgalde de aynı oyun sahnelendi. Kendi beslemeleri olan ve Libya’nın işgali döneminde silahlandırarak ortaya saldıkları El-Kaide ve benzeri çeteleri, bu kez Mali’de kendilerine rakipmiş gibi sundular. Oysa aynı uşaklarını Suriye’de silahlandırmakta bir mahzur görmüyorlar. Mısır ve Tunus’ta eski ve zamanı geçmiş, Binali ve Mübarek uşaklarının yerine medeniyetler savaşının “karşı kutubunda” yer alanların, Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmelerinin yolunu açtılar. Mali ve Afganistan işgalinde bahane olarak kullandıkları “İslamcı militanlarla mücadele” yalanına sarılan emparyalist çeteler ‘islamcı militan’ çetelerini, Suriye’de silahlandırmakta bir mahsur görmüyorlar.