Deprem sözcüğünün bu ülkedeki algılanışı hemen herkes için benzer. 17 Ağustosu bizzat yaşayanlar için de, evlerinde televizyon karşısında izleyenler için de bu sözcük ürkütücü bir ölümü çağrıştırıyor. Hiç kimse oturduğu eve güvenmiyor. Öyle ya bu ülkede Zümrüt apartmanları depremsiz sarsıntısız yıkılıveriyor. Depremlerin artçıları azaldıkça korkularımız da silikleşiyor fakat her yeni sarsıntıda yeniden gün yüzüne çıkıyor.
Her depremin ardından benzer konuşmalar yükseliyor; deprem uzmanları deprem öldürmez, evler öldürür; önlem alın; binanızın depreme dayanıklılığını ölçtürün, güçlendirin diyorlar. Bu, çürük binaların sorumluluğunu; onu yapan müteahhitlere, zayıf binaları onaylayan yöneticilere değil, o evde oturanlara yıkmaktan başka bir anlama gelmiyor. İnsanlar binaların altında can verdikten sonra da durum değişmiyor. Yerel yöneticilere dönük bir yaptırım uygulanamıyor. Sorumlular yargı önüne çıkarılsalar da değişen bir şey yok. 17 Ağustosun günah keçisi olan Veli Göçerin yargılanması buna en ibret verici örnek. Üstelik devlete ait binalar depremde en büyük hasara uğruyorlar. Geçtiğimiz yıl Bingöldeki depremde çocuklara mezar olan yatılı bölge okuu hala akıllarımızda. Herşeye rağmen canımızdır deyip binanızı güçlendirme işine kalkıştığınızda karşınıza astronomik rakamlar çıkıyor. Televizyondan deprem tavsiyeleri veren kimi deprem uzmanlarının bilim adamı kisvesi altındaki patronlar, bina güçlendirme şirketlerinin sahipleri olduklarını öğreniyoruz. Neresinden tutsanız elinizde kalan bu düzen tüm kurumlarıyla çürümüş durumda.
Ağrının Doğubeyazıt ilçesine bağlı Yığınçal köyünün adını pek çoğumuz ilk kez depremde yıkılması üzerine duyduk. Sadece Türkiyenin değil yaşamın da kıyısında kalmış Yığınçal sakinleri depreme 2 Temmuz gecesi uykularında yakalandılar. Depremin şiddeti azdı ve kısa sürdü, ancak sonuçları ağır oldu. Geride çoğu çocuk olmak üzere 18 ölü ve 21 yaralı bıraktı. Yığma taştan ve kerpiçten yapılmış evler bu depreme dayanıksızdı ve ufalanan toprak ve taş hiç hava boşluğu bırakmayacak şekilde içerdekilerin üzerine çöktü. Diri diri toprağa gömüldüğümüz Yığınçalda üzerimize yıkılan toprak değil, aynı zamanda da çürümüş düzendi. Deprem onları köyde yakaladı, ama değişen pek fazla şey yoktu Çünkü 1999da Türkiyenin en gelişmiş ve sanayileşmiş bölgesinde üzerimize yıkılanlar toprak değil ama beton bloklardı.
Kandilli Rasathanesi yaptığı açıklamada, bu sonucu bölgedeki geleneksel yapı tarzı olan yığma-kerpiç yapılara bağlıyor. Yüzeysel bir bakışla öyleymiş gibi görünebilir. Ama insanları o binalara sokan ağır yaşam koşulları, yoksulluktan başka bir şey değil. Bilgisayar çağını yakaladığı için övünen, Avrupa Birliği standartlarını tutturduklarını gerine gerine ilan eden devlet büyüklerimiz, bilgisayar çağı tablosunun hiçbir köşesine yakışmayan bu yığma-taş ve kerpiç evleri bir kalemde sümenaltı ediyor. Muasır medeniyetler seviyesine yükselme hırsıyla, eteğine takılan bu ufak ayrıntıları silkeleyiveriyor.
Yığınçalın evleri bilimsel ölçülere göre ev sayılmıyormuş!
Jeofizik Kurumu Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Ahmet Ercan, Yığınçaldaki depremde yıkılan konutların, bilimsel ölçülere göre ev sınıfına girmediğini belirtti. Çamur harcıyla yığma taşlardan yapılmış bu binalar depreme karşı neredeyse hiç dayanıklı değilmiş. Hayatları boyunca adamdan sayılmayan bu insanların başlarını soktukları, sevinçlerini, üzüntülerini yaşadıkları, evim dedikleri bu binaların evden sayılmaması şaşırtıcı değil. Yoksullukla boğuşan bu insanlar için deprem uzmanlarının evinizi güçlendirin tavsiyesi ne kadar iğreti.
Yaşam her geçen gün daha da ağırlaşıyor. Yıkımdan sağ kurtulanlar, yıkılan veya hasar gören evlerinde bulunan eşyaların başından ayrılmak istemiyorlar. Yiyecek getiren Kızılay, tüm eşyaları toprak altında kalan insanlara bir tabak ve kaşık bile vermeden sıcak yemek dağıtıyor. İşte insana verdikleri değer de böylece ortaya çıkıyor.
Yığınçaldaki depremde ölenlerin büyük bir kısmı çocuktu. Hayalleri vardı, dünyayı tanımak, televizyonda gördükleri şehirleri görmek, okumak öğrenmek istiyorlardı. Hayatı tanıyamadılar. Onlar artık yaşamıyorlar. Onları bize tanıtan hayatsa tüm acımasızlığı ile karşımızda. Bu çocukları diri diri mezara gömen doğal bir afet değil; onları öldüren kapitalizm! Deprem uzmanlarının sözlerini şöyle değiştirmek gerekiyor: Deprem öldürmez, kapitalizm öldürür!
Kapitalizme kurban giden son çocukların isimleri ve yaşları: Gültekin (12), Sergen (6), Ayfet (4), Hacer (5), Aydın (6), Fatma (12), Saliha (10), Oya (8), Ersan (6), Yavuz (18), Kerimen (13), Musa (15).
Çocuklarımızı bu düzene kurban vermemek için mücadeleyi yükseltelim!
NATO Zirvesine karşı eylemleri engellemek amacıyla polisin iki gün boyunca sergilediği şiddetin düzeyi burjuva medya cephesinde bile tartışmaya konu edildi. Eylemcileri kimyasal zehir denizinde boğmak istercesine kullanılan gaz bombaları, nereye savrulduğu belli olmayan coplar, gözleri hedef alan spreyler, yerlerde tekmelenen, çiğnenen insanlar... NATO Zirvesinin toplandığı sıralarda, İstanbul sokaklarında dizginlerinden boşalmış bir şiddet uygulanıyordu...
Bu eylemlerdeki müdahale öylesine sertti ki, hükümet cephesi sonunda açıklama yapmak zorunda kaldı. Elbette basında açıkça yeralan görüntüler olmasaydı, buna gerek duymayacaklardı. Ancak gazetelerin sayfalarını süsleyen fotoğraf kareleri polisin saldırısının boyutunu gözler önüne serdi. İçişleri Bakanı Aksu açıklamasında, Görüntüler beni rahatsız etti, Polisimizin eğitimine daha fazla özen göstermeliyiz! dedi.
Oysa, polis teşkilatı düzen içinde tuttuğu yere uygun güçlü bir eğitime sahiptir. Polislere verilecek daha iyi bir eğitim, insanları döverken kameralardan ve fotoğraf makinelerinden kaçmak olabilir ancak. İşkenceyi önlemek adı altında iz bırakmadan işkence yapma yöntemleri üzerine eğitim veren zihniyet, şimdi de polisin sert müdahalelerinin önüne iç eğitimle geçilebileceğini ifade ediyor.
Dışarıdan kontrolsüzmüş gibi görünen bu şiddet, aslında son derece sistemli çalışan beyinlerin kontrolünden geçiyor. Polis tam da kendisine söyleneni yapıyor, tam da kendisinden beklendiği gibi yerine getiriyor emirleri. Polise şiddete başvurmasını meşru gösteren salt sahip olduğu üniforma ve aksesuarlar değil. Ya da dayak gibi bir baskı aracını kullanma serbestisinin yarattığı sadistçe bir zevk alma duygusu doğurmuyor bu sonuçları. Polisi bu kadar azgınlaştıran asıl etken, aldığı eğitimin şiddeti meşrulaştırmasını ve içselleştirmesini sağlayan psikolojik boyutudur. Yani polis terörü sorununun gerisinde eğitimsizlik değil, tersine eğitim sorunu saklıdır. Saldırmak için eğitilen bu insanlara hedef gösterildiğinde, yalnızca öğrendiklerini uyguluyorlar.
NATO Zirvesini izleyen bir hafta içerisinde köşe yazarları da bu konuyla ilgili birçok makale yazdılar. Hepsinin ortaklaştığı nokta, polisin iyi bir eğitime ihtiyacı olduğuydu. Oysa zirve eylemliliklerine vahşi saldırılar eğitim politikasının ürünüydü. Polis, düzenin bekçisi ve koruyucusu olduğu sürece, ona verilecek eğitim başka türlü olmayacaktır. Evlerin bahçesinde sözde evi korumak için bekleyen köpeklerden tehlike anında saldırmaları, yani bekçi köpeği olma görevlerini yerine getirmeleri beklenir. Polislerin bugünkü düzen içerisindeki konumlarıyla fazlasıyla ortak yan taşır bu bekçi köpeklerinin o aile içerisindeki konumu. İşte yıllardır saldır ve koru politikası ile yetiştirilmiş polisler NATO Zirvesi süresince bir uygulama sınavından geçmiş oldular. Düzen cephesi pişkince sıavı başarıyla geçtiklerini ifade ediyor. İçişleri Bakanı bazı görüntülerden rahatsız olmuş ama, bu sorun gazeteye yansıyan fotoğraf karelerinin içinde yeralan polis memurlarına kınama cezası verilerek çözülebilecek bir sorundur. Ve çözüm için polisleri eğitmek gerekiyor! Kamufle olmaya daha fazla özen göstererek dayak atmayı öğrenmeleri gerekiyor.
Kısacası şiddeti cehalet doğurmuyor. Aksine, polise son derece bilinçli tarzda verilen eğitimin kendisi şiddeti üretiyor!