18 Ocak 2008 Sayı: SİKB 2008/03

  Kızıl Bayrak'tan
   Ablukayı parçalamak için direnişi büyütelim!
  İstanbul’dan Eskişehir’e Ankara yürüyüşü...
SSGSS saldırısını püskürtmek ve “Herkese sağlık, güvenli gelecek” için grev!..
Sermayenin sendikalardaki “iyi çocuklar”ı
iş başında!
Sendikal bürokrasiye
büyük öfke!
Sınıf hareketinin gelişimi önündeki engeller ve çıkış noktaları
  Emperyalist/kapitalist ‘medeniyet’ler buluştu...
  Devletin emekçilerle yeni sınavı: Paralı üniversite...
Yüksel Akkaya
  İşçi ve emekçi hareketinden....
  Avrasya iç savaş coğrafyasına dönüşüyor...
Pakistan: Balkanlaşma dalgası yayılıyor
Volkan Yaraşır
  Haydutbaşı’nın uğursuz Ortadoğu gezisi sona erdi…
  Uşağa aşağılayıcı muamele…
  Üniversite–sermaye işbirliğinde
girilecek yeni aşama!
  2007’nin Hrant Dink penceresinden bir dökümüdür…
  Kapitalizmde kadın ve kadın emeği
  Emekçi kadınların sesi 17 Şubat’ta Çiğli’deki kurultayda buluşacak!
  Dağıtım engeli basın özgürlüğünün engellenmesidir...
  Liberal solun Gregor Samsa’sı: Baskın Oran
S. Kızılırmak
 yök Alevilere düşen yol Pir Sultanlar’ın yoludur!
  Alevilik ve cumhuriyet...
M. Can Yüce
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Avrasya iç savaş coğrafyasına dönüşüyor / Volkan Yaraşır

Pakistan: Balkanlaşma dalgası yayılıyor

Pervez Müşerref’in “kendine karşı yaptığı” darbeyle Pakistan’da artan siyasal gerilim, Benazir Butto’nun öldürülmesiyle en üst boyuta yükseldi.

Butto’nun öldürülüşü hem Pakistan’ın iç politikasında, hem de bölgede ciddi sarsıntılara yol açacak. Ortadoğu’da ABD’nin Irak’ı işgaliyle başlayan balkanlaşma süreci, bir dizi iç ve dış faktörün etkisiyle Doğu Asya’ya doğru yayılıyor. Pakistan jeo-stratejik ve jeo-politik konumuyla, bu sürecin bir anlamda sıçrama alanı olarak öne çıkıyor. Pakistan’ın dünü, bugünü anlamaya yönelik önemli verilerle yüklü.

Yeşil kuşağın merkez üssü

1970’li yıllar Pakistan’ın yakın tarihinde önemli bir moment oldu. General Eyüp’ün diktatörlüğünden sonra ilk kez yapılan serbest seçimlerde Zülfikar Ali Butto (1971 yılında) iktidara geldi.

Butto popülist-reformist içerikli politikalar uygulamaya başladı. Temel sektörlerde hızlı bir millileştirme gerçekleştirdi. Aynı dönemde İslami hareketin yükselişe geçişi, politikalarını etkiledi. Butto, politikalarını dinsel motifler ve İslami bir söylemle yürütmeye başladı. Karşısına İslamcı bir muhalefetin çıkması ve giderek güç kazanması, kısa zamanda programında önemli değişiklikler yapmasına yol açtı. Sosyal içerikli program, zamanla İslami hareketin istemlerini de içinde barındıran bir uzlaşma metnine çevrildi. Butto, İslami sosyalizm anlayışına yakın bir hatta hareket etmeye başladı. Her şeye karşın gelişmeler ABD’yi tedirgin etmekteydi. 1977’de, General Ziya Ül Hak liderliğinde, ABD destekli bir darbe gerçekleştirildi.

Diktatörlük hızla başta sol örgütler olmak üzere, tüm muhalif güçlere ve kişilere yönelik terör kampanyası başlattı. İslami Talebe Cemiyeti (1) bir paramiliter örgüt gibi hareket etti. Terör politikalarını yaygın bir şekilde hayata geçirdi. Üniversitedeki solcu öğrencilerin yanı sıra, Butto tarafından kurulan şehir örgütü El Zülfikar milislerinin bertaraf edilmesinde de İslami Talebe Cemiyeti kullanıldı. 1979 yılında Zülfikar Ali Butto idam edildi. İdamla birlikte, muhalefeti sindirme operasyonları en üst boyuta yükseltildi.

Diktatörlük, Pakistan’ın İslamlaştırılması projesini hayata geçirmek için şeriata bağlı bir toplum ve devlet modeli oluşturmaya başladı. Bu gelişme ABD’nin Soğuk Savaş koşullarında Sovyetler Birliği’nin ekonomik ve nüfuz alanlarını daraltmak, hegemonyasını kırmak için uyguladığı politikalarının ürünüydü. Bu politika özünde, Müslüman ülkelerde İslamcı hareketleri her düzeyde desteklemeye ve önünü açmaya dayanıyordu. İslam, “komünizme” karşı mücadelede bir kalkan olarak kullanıldı. İslamcılar da gönüllü olarak bu küresel seferberliğin içinde yer aldı. ABD, solun ve bağımsızlıkçı hareketlerin mücadelesini boğmayı amaçlıyordu. Kendi kuklası olan rejimlerde muhalif güçler bastırılırken, İslamcı hareketler korunup kollandı. Gelişmeleri için maddi ve lojistik olanaklar sunuldu. İslam, çürümüş rejimlere ya da diktatörlüklere meşruiyet kazandırma aracına dönüştürüldü. Ayrıca toplumsal çelişkileri nötrleştirmek için kullanıldı. Bunun yanında İslam, destabilize bir ortam yaratmak ve ideolojik bir kalkan oluşturulmak için devreye sokuldu. Başta Endonezya’da Suharto, Pakistan’da Ziya Ül Hak ve Türkiye’de 12 Eylül rejimi bu politikalara örnek oluşturdu.

Yeşil Kuşak Doktrini diye de tanımlanan bu proje, 1979’da İran Devrimi’nin gerçekleşmesi ve Şii radikalizminin devrime damgasını vurması ve Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesiyle sistematik bir içerik kazandı. İran Devrimi Ortadoğu’daki tüm dengeleri sarstı. Devrimle ABD, yaşamsal önem verdiği Ortadoğu’da vurucu gücünü kaybetmişti. İran’da şahlık rejimi, İsrail’le birlikte kolektif bir karşıdevrim merkezi gibi hareket ediyor, Ortadoğu’dan Arap Yarımadası’na hatta Kuzey Afrika’ya kadar geniş bir coğrafyaya müdahalede bulunuyordu. Arkasından Sovyetlerin Afganistan’ı işgali, ABD’nin Ortadoğu krizini muazzam derecede yoğunlaştırdı. İşte bu konjonktürde Yeşil Kuşak Doktrini devreye sokuldu. Sovyetler Birliği’nin yumuşak karnı olarak görülen Kafkas ve Türki Cumhuriyetler bölgesi ABD’nin temel hedefiydi. Çünkü bu bölge etnik ve milli özellikleriyle kristalize bir görünüm sergiliyordu. Bu bölgenin destabilize edilmesi yönünde hareket edildi ve Afganistan doktrinin hayata geçirildiği temel alan olarak öne çıktı. Afganistan jeo-stratejik konumuyla bir taraftan Sovyetleri bloke etme alanıydı, diğer taraftan Kafkas ve Türki Cumhuriyetlerin destabilize edilmesinde yararlı olabilirdi. Bu noktada Afganistan iki büyük devletin çatışma alanına dönüştürüldü. Radikal İslam, ABD tarafından organize ve mobilize edildi.

Yeşil Kuşak Doktrini, Eisenhower’in 1954’te geliştirdiği “düşen domino taşı” kuramına dayanmaktaydı. Bu konsept, bölgedeki ülkelerin domino taşı gibi dizildiğini, biri düşerken önündekine çarpıp düşüreceğini, ikincisinin üçüncüsünü devireceğini ve bu düşmenin sonuna kadar devam edeceğini ileri sürmekteydi.

İran düşmüştü, bir başka boyutuyla Afganistan’da düşmüştü. “Domino taşlarını” tutmak gerekiyordu.

Yeşil Kuşak Projesi temelde iki şey hedefliyordu: Birincisi Ortadoğu’da her düzeydeki demokratik gelişimi engellemek ve tasfiye etmekti. İkincisi ise Humeyni’nin ve İran Devrimi’nin etkisiyle, içinde anti Amerikancı eğilim taşıyan radikal İslam’a karşı bir dalgakıran oluşturmaktı.

Projenin laboratuar ülkesi, Afganistan’dı. Pakistan ise laboratuarı her düzeyde destekleyen, olanaklar hazırlayan, bir karşıdevrim merkezi olarak işlev gördü.

Ziya Ül Hak’ın askeri darbesi Pakistan’ın, Yeşil Kuşak Doktrini’ne uygun biçim alışıydı. Darbe sonrası şeriat uygulamalarına geçildi. 1980’lerde Afganistan’daki mücahitlere ve daha sonra Taliban’a aktif destek verildi (2). Pakistan gizli servisi, CIA’yla birlikte bu hareketleri yönlendirdi, askeri, teknik, lojistik destek sağladı. İslamcı kadrolar Afganistan-Pakistan sınırında eğitildi. Pakistan bulunduğu bölgede, ABD’nin vurucu gücü gibi hareket etti. Karşıdevrimci komplo ve hareketlerin temel destekçisi oldu.

“Kontrollü ya da düşük yoğunluklu demokrasiye” geçiş

Ziya Ül Hak, 1987 yılında düzenlenen bir suikast sonunda öldürüldü. Suikast, Pakistan’da rejimin restorasyonu yönünde düzenlemeleri beraberinde getirdi. Aynı süreç ABD’nin emperyalist politikalarında yeni bir konsepte geçişini işaretliyordu. Nikaragua Devrimi’nin gerçekleşmesi, Filipinlerde Marcos diktatörlüğünün yıkılması ABD’yi yeni önlemler almaya itti. ABD, uzun süreli diktatörlüklerin halkı rejime karşı birleştirdiğini ve diktatörlüğe yönelik nefretin bir devrimci duruma dönüşme tehlikesi yarattığını gördü. Devrim tehdidini engellemek ve rejimlerin restorasyonunu sağlamak için 1980’li yılların ortasından itibaren, başta Latin Amerika olmak üzere GüneyDoğu Asya’da askeri diktatörlüklerden “kontrollü demokrasilere” geçişler yaşandı (3).  

Yeni konsepte uygun olarak Pakistan’da Benazir Butto 1980’lerin ortalarından sonra öne çıkarıldı. Babası 1979’da Ziya Ül Hak tarafından idam edilmiş, kendisi 5 yıla yakın ev hapsinde yaşamış, 1984’te serbest bırakılmış, daha sonra İngiltere’de “sürgün” kalmış, 1986’da Pakistan’a dönmüş, Harward’da okumuş ve Oxford’u bitirmiş, babasından sonra Pakistan Halk Partisi liderliğini üstlenmiş Benazir Butto, restorasyon dönemi için ideal kimlikti.

Ziya Ül Hak diktatörlüğünden “düşük yoğunluklu demokrasiye” Benazir Butto aracılığıyla geçildi. 1988’de yapılan genel seçimleri Pakistan Halk Partisi kazandı ve Butto, başbakanlığa getirildi. Butto, Müslüman bir ülkenin ilk kadın başbakanı olarak uluslararası düzeyde imaj ve sempati kazandı.

Pakistan’da “kontrollü demokrasiye” geçiş sürecinde iki siyasal kimlik öne çıktı. Bunlardan biri Benazir Butto, diğeri ise Navaz Şerif’ti. Bu iki kimlikte Pakistan oligarşisinin içindeki kliklerin temsilcisiydi.

Navaz Şerif, Pakistan’ın en zengin iş adamıydı. Butto’lar ise en büyük toprak sahibi ailelerinden biriydi. Benazir Butto, ağırlıkla güneydeki Sindh eyaletindeki, Navaz Şerif ise merkezdeki Pencap eyaletindeki burjuva-feodal güçlerin temsilciliğini yapıyordu.

Pakistan Halk Partisi, 1971 seçimlerine “ekmek, giyecek, barınak” sloganlarıyla girmiş “sosyalist” bir söylemle iktidara gelmişti. Partinin bazı radikal uygulamaları ve bir yoksul hareketine dönüşmesi bir anlamda Ziya Ül Hak darbesinin nedeniydi. Diktatörlük bir taraftan partinin örgütsel gücünü kırmaya çalıştı, diğer taraftan bir İslamlaştırma politikası izledi. Ne var ki İslamcılar, İslamcı hareketin geliştiği birçok ülkeden farklı olarak kent yoksulları içinde örgütlenemedi. Pakistan Halk Partisi reformcu politikalarıyla yoksullar üzerinde ciddi nüfuz kurmuştu. Ve bunu kolayca kırmak mümkün değildi.

Bu durum diktatörlüğün baskı politikalarıyla yavaş yavaş değişmeye başladı ama asıl olarak, 1988’de büyük bir umutla iktidara taşınan Benazir Butto döneminde değişti. 1988-1990 arasındaki Butto iktidarı, yoksullar açısından tam bir fiyasko ve hayal kırıklığıydı. Diktatörlükten devralınan ekonomik politikalar çok daha radikal hayata geçirildi. Parti yönetiminin ve Butto adının karıştığı yolsuzluklar, rüşvet skandalları, kent yoksulları arasında Pakistan Halk Partisine yönelik önemli tepkilerin doğmasına yol açtı. Bu tepkiden yararlanmayı başaran İslamcı partiler koalisyonu oldu.

Butto, 1990’da ordunun desteklediği dönemin devlet başkanı Gulam İshak Han tarafından yolsuzlukla suçlanıp görevinden alındı. Yapılan seçimler sonucu Navaz Şerif iktidara geldi.

Bu süreçte İslamcı partiler koalisyonu gençler arasında etkisini artırarak hükümet karşıtı güçlerin asli merkezi haline geldi. İslami hareketin güçlenmesine neden olan bir diğer faktör ise ABD’nin bölgeye yönelik yürüttüğü siyasi faaliyetti. Özellikle Afganistan’daki gelişmelere aktif müdahale eden ABD, Pakistan’ı karşı devrimci faaliyetlerinin merkezine dönüştürdü. Pakistan’ın iç siyasetini bütünüyle kontrol etmeye başladı. Pakistan, kuruluşundan beri ABD’nin yeni sömürgecilik politikalarının içinde yer alıyordu. Ziya Ül Hak diktatörlüğü bu ilişkileri daha da güçlendirdi. Benazir Butto döneminin restorasyon politikalarıyla var olan ilişkiler kökleştirildi. Butto, “düşük yoğunluklu demokrasi” modeliyle Ziya Ül Hak rejiminin sivil görünümü olarak hareket etti. Devraldığı diktatörlük politikalarını değiştirmedi ve istisnasız hayata geçirdi. Afganistan’daki mücahitlerin eğitilmesi, askeri, teknik, lojistik destek verilmesi daha sonra Taliban’a benzer desteklerin verilmesi ve iktidara taşınması, Butto döneminde gerçekleşti.

Pakistan’ın bölgede karşı devrim üssü gibi hareket etmesi ve işlev görmesi, Butto sonrası Navaz Şerif gibi sivil iktidarlar döneminde de sürdü.

Navaz Şerif iktidarından sonra 1993’te Benazir Butto, ikinci kez başbakan oldu. Yeni dönemde ifrata varan yolsuzluklar sonucu, görevinden alındı. 1996’da yine yolsuzluklarıyla meşhur Navaz Şerif, bu sefer ikinci kez iktidara geldi. Düşük yoğunluklu demokrasi, kendi döngüsünde sürüyordu. Butto’nun bıraktığı yerde devreye Pakistan Müslüman Birliği-Q başkanı Navaz Şerif giriyordu.

Hem Benazir Butto, hem de Navaz Şerif dönemlerinde neo-liberal politikalar derinleştirilerek hayata geçirildi. Bu dönemler bir yanıyla da tam bir kleptokrasinin (4) yaşandığı dönemler oldu.

160 milyonluk nüfusun 140 milyonu açlık sınırının altında, günde 1 dolarlık gelirle ya da daha az gelirle yaşamaya mahkum oldu. Öte yandan son 20 yıllık süreçte uluslararası sermayeyle entegrasyon içinde olan 40 büyük aile, ekonominin tüm sektörlerini kontrol etmeye başladı.

Navaz Şerif’in 3 yıllık başbakanlığı darbeyle son buldu.

1999’da Pervez Müşerref askeri darbeyle iktidara geldi. Müşerref, Eyüp Han’dan başlayan ve Ziya Ül Hak ile devam eden askeri darbeler zincirinin devamıydı. Darbe ABD’nin tam desteğiyle gerçekleşti. 1947’de kurulan Pakistan’ın 60 yıllık tarihinin büyük bir kısmı askeri diktatörlük altında geçecekti.
 
Darbe sonrasında Pakistan’ı terk eden Benazir Butto, İngiltere’de yaşamaya başladı. Yurtdışında olduğu dönemde Butto ile yatırım bakanlığı yapan kocası Asıf Ali Zerdali yolsuzluk suçlamasından 5 yıl hapse ve para cezasına çarptırıldı.

Pervez Müşerref darbesi

Navaz Şerif’i devirerek yönetime el koyan general Pervez Müşerref; yolsuzlukları engelleme, üst sınıflardan bunun hesabını sorma ve ülkeyi yeniden inşa etme argümanlarıyla darbeye meşruluk kazandırmaya çalıştı.

Faşist diktatör Müşerref, uluslararası basında demokrat, ılımlı ve laik bir kimlik olarak sunuldu. Bu imaj ve burjuva-feodal partilerin çözülüşleri, ayyuka varan yolsuzlukları, özellikle orta sınıfların Müşerref’in askeri darbesini hoşgörüyle karşılamasına neden oldu.

Müşerref, ABD’nin bölgeye yönelik projelerine tam angajman içinde hareket etti. Afganistan’da Taliban iktidarını destekledi. Daha önceki “sivil” hükümetler döneminde de, Pakistan uluslararası İslami hareketin merkez üssüne dönüştürülmüştü. Müşerref iktidarında benzer adımlar atıldı. Neo-liberal politikalar radikal bir şekilde uygulandı. Sistematik özelleştirme operasyonları yapıldı. Pakistan, narko-ekonominin cennetine dönüştü.

11 Eylül sonrası ABD, Pakistan ve Müşerref ilişkilerinde önemli değişiklikler yaşandı. Her ne kadar 11 Eylül’den sonra “terörizme karşı” ABD’nin yanında olduğunu ilk açıklayan Pervez Müşerref olsa da, gelişmeler onu sıkıştıracaktı.

Diktatörlük, 2001 yılından sonra ayda 150 milyon dolarlık yardım almaya başladı. Özellikle ABD’nin Afganistan’ı işgali ve Taliban iktidarının yıkılması, Pakistan’da toplumsal çelişkileri keskinleştiren, ülkeyi hızla krize sokan etkileri oldu.

ABD’nin Afganistan’daki askeri varlığı kısa zamanda etkisizleşti. ABD bugün sadece Kabil merkezli denetim sağlayabiliyor. Afganistan kırsalı savaş ağalarının ve aşiretlerinin denetiminde. Taliban, ABD işgalinden sonra ağır darbeler almasına rağmen, bir müddet sonra (ricat taktiklerine de uygun) toparlandı. Kırsal alanda etkinliğini yeniden kurdu. Taliban’ın geri çekildiği alanlardan biri, Pakistan’ın Afgan sınırındaki Peştun bölgesi ve Belucistan eyaleti oldu. Taliban kadroları bu alanlarda saklandı. Ayrıca bu bölgeler 1980’li yıllardan beri Afgan göçmenlerin merkeziydi. İşin farklı bir boyutu da Belucistan’ın bağımsızlığı için savaşan Belucistan Özgürlük Ordusu, Afganistan’ın Kandahar kentinde üstleniyor. Ve örgüt ABD tarafından kontrol ediliyor (5).

ABD’nin Afganistan işgali, Pakistan’daki İslami hareketin ABD’ye ve Pervez Müşerref’e karşı mobilize olmasına neden oldu.

İslami yapılar, Pakistan’ın en örgütlü muhalif gücü olarak hareket ediyordu. Pakistan’ın Yeşil Kuşak projesinin merkez üssü gibi hareket etmesi, İslami yapılara muazzam bir güç kattı ve bu güç giderek artmakta. Bugün Pakistan’da 17 bin medrese bulunuyor ve bu medreselerde 2 milyon çocuk 12 yıl süren din eğitimi görüyor. Aynı medreseler dün, Afgan savaşına kadrolar yetiştiriyordu. Şimdi İslami hareketin kadro merkezleri gibi çalışıyor.

Pakistan’ın “Oyak”ı

Pakistan ordusu, iç siyasette 1947’den beri aktif rol aldı. “Ulus inşa eden” güç olma imajıyla hareket eden ordu, aynı ulusu farklı “tehlikelere” karşı korumak için de kendini görevli saydı.

Hindistan’daki en önemli anti-sömürgeci ayaklanmalardan biri olan 1857 Ayaklanması sonrası İngiliz sömürgeci güçleri, üst rütbeli yerli askerleri denetim altına almak için ödül olarak, onlara belirli oranda toprak dağıttı. Askerlerin bu dönemden gelen imtiyazlı konumu, 20. yüzyılda iyice pekişti. Siyasette ve ekonomide bir askeri elit oluştu.

İngiliz sömürgeciliğin bölgeden çekilmesi, Cinnah’ın önderliğinde Müslüman Birliği tarafından, 1947’de Pakistan’ın kurulmasıyla askeri elitin etkinliği arttı.

Hindistan’ın İngiliz işgalinden kurtulmasıyla, Hindistan ve Pakistan olarak iki ayrı devlete ayrılması, iki ülke arasında yıllarca sürecek gerginliklere ve çatışmalar neden oldu. Hindistan ve Pakistan’daki iktidar sahipleri, iktidarlarını meşrulaştırmak amacıyla Müslüman ve Hintler arasındaki düşmanlığı körükledi, bu düşmanlıktan güç aldı. Halklar arasındaki düşmanlık her zaman diri tutuldu. İki ülkede de aşırı dinci ve milliyetçi gruplar güçlendirildi.

Pakistan ordusu, Hindistan düşmanlığı ve korkusu üzerinden kendi meşruiyetini inşa etti. Askeri elit, Pakistan’ı ancak kendilerinin koruyabileceği ve yaşatabileceği yönünde yoğun propaganda yaptı. Resmi tarih ve retorik buna göre belirlendi. Zamanla bu anlayış kitleler nezdinde etkisini gösterdi.

Askeri elit gücünün sürekliliğini, ekonomik alana müdahale ederek sağladı. Bu yönde yasalar çıkartılarak, ordunun finansal özerkliği sağlandı. Hatta bu yönün tartışılmasına bile izin verilmedi. Ordu kurduğu şirketlerle, Pakistan ekonomisinde önemli bir yere geldi. Pakistan Ordusu ulus kurucu vizyonuyla hareket etti ve ulusun güvenliğinin tek sorumlusu olarak kendini gördü. Öte yandan Pakistan ordusu bir şirket gibi çalıştı ve bir anonim şirket gibi hareket etti. Ordunun bu yönü, Oyak’ın kuruluşu ve gelişimine çok benzemektedir.

Ordunun üst düzey kesimleri kendilerini bir “seçkin” zümre olarak gösterip, sivil dünyanın rüşvetçi, hilekar ve beceriksizliğine karşı “erdemi”, “temizliği”, “vatani” değerleri savunduklarını ileri sürdü. Pakistan’da askeri bürokrasi, siyasi seçkinler, iş adamları, aşiret liderleri ve büyük zengin ailelerin ileri gelenlerinden “Beyaz Pakistanlılar” oluştu. “Beyaz Pakistanlılar”, aynı zamanda Pakistan oligarşisini meydana getirdi. Özellikle askeri bürokrasi, “Beyaz Pakistanlıların” en dikkat çekenleriydi. Ordu bu imajı ve hamleleriyle kendini tüm toplumsal kurumların üzerine koydu. Ordu, Batılılaşma ve modernleşmenin sigortası olarak kendini gösterdi. Pakistan halkına ve dünyaya kendini böyle kabul ettirmeye çalıştı.

Pakistan’da ilk parlamenter düzene geçiş, 1970’lerin başında oldu. Zülfikar Ali Butto, askeri diktatörlükler içinde ezilmiş yoksulların, özellikle kent yoksullarının umudu olarak iktidara geldi. Bu süreç bir yanıyla da Pakistan’da militokrasinin (6) inşası olarak işledi.

Bugün Pakistan ordusu 40 milyar dolarlık servete sahip. Ordunun bankacılık, taşımacılık, şirketleri ve üniversiteleri var. Ayrıca petrol istasyonları, çiftlikler ve fırınlar işletiyor. Ülkenin en büyük borsası olan Karaçi Borsası’nda işlem gören işletmeleri bulunuyor. Ordu, ülke ekonomisinin % 15’ini elinde tutuyor. Pakistan’ın “Oyak”ı son derece hırslı ve yatırımcı hamleler yapıyor.

Ordunun bir başka yönü de şöyle biçimlendi: Başlangıçta modernist ve laik eğilimli Pakistan ordusu, Ziya Ül Hak döneminde Yeşil Kuşak doktrininin gerekleri doğrultusunda yönelimin değiştirdi. Ziya Ül Hak ordunun İslamileştirilmesi yönünde düzenlemeler yaptı. Ordu, askeri istihbarat ve gizli servis 1980’lerden sonra İslamcı örgütlerle ve Taliban’la son derece gelişkin ilişki kurdu. Bir anlamda bu ilişki, sembiyotik (7) bir ilişkiydi.

Pakistan ordusunun bugünkü profili o günlerde şekillendi. Bugün ordunun üst kademesini oluşturan kadro, bu İslamlaştırma politikalarının uygulandığı kesimdir. Bazı yorumcular bu nedenlerden dolayı ordunun içinde iki kanat bulunduğundan (“modernist” ve İslamcı) söz etmektedirler.

Özellikle ABD’nin Afganistan’a müdahalesinin, ordu içinde kanatların çelişkilerini arttırıcı etkisi oldu. Ordu bu süreçte ABD’den aldığı 11 milyar dolarlık yardım sayesinde önemli ekonomik ataklar yaptı. Ekonomik gücü hızla arttı.

“Kendine karşı darbe”

1999 Ekim’inde darbeyle iktidara gelen Pervez Müşerref, 2007 3 Kasım’da kendine karşı darbe yaparak, siyasal literatüre geçecek bir operasyon gerçekleştirdi. Darbeyle şekillendirdiği rejime yine darbeyle şekil vermeye çalıştı.

Müşerref, ülkenin kaosa sürüklendiğini, İslamcı radikallerin iktidarı ele geçirebileceklerini ve bu gelişmeyi sadece ordunun durdurabileceğini ve orduyu da ancak kendisinin denetleyebileceğini açıklayarak olağanüstü hal ilan etti.

Müşerref, devlet başkanı olarak seçildiği 2001 seçimlerine hile karıştırdığı gerekçesiyle, açılan davanın kararının anayasa mahkemesi tarafından açıklanmasından hemen önce darbe gerçekleştirdi.

Anayasa mahkemesi “Pervez Müşerref’in  hem devlet başkanı, hem de genelkurmay başkanı olamayacağını” daha önce bildirmişti.

Müşerref 2005 yılında genelkurmay başkanlığı süresini uzatmak istedi. Anayasa mahkemesi başkanı İftihar Çaudri, kesinlikle buna izin vermeyeceğini açıklaması üzerine görevinden alındı. Fakat yargı kararıyla yeniden görevine döndü. Yargı ile Pervez Müşerref arasındaki çelişkiler iyice arttı. 2001 seçimleriyle ilgili kararın olumsuz çıkacağını anlayan Müşerref, tüm yargıçları görevden alıp uzaklaştırdı. Yargıçlar bu kararı tanımayacaklarını açıkladı ve anayasa mahkemesini işgal etti. Anayasa mahkemesi askerlerce kuşatıldı. Müşerref Çaudri’yi yeniden görevden aldı. Yargıçlar işgal binasından zorla çıkarıldı. Müşerref kendi güdümündeki bir yargıcı anayasa mahkemesi başkanlığına atadı ve baro başkanını gözaltına aldı. Bu süreçten sonra yargının bütün kontrolü Müşerref’e geçti.

Darbeye karşı 2000 avukat gösteriler yaptı. Sokak çatışmaları yaşandı. Birçok avukat gözaltına alındı, muhalif liderler tutuklandı.

Bu gelişmeler, 1988 sonrası uygulanan neo-liberal politikalar sonucu ekonomik gücünü yitiren orta sınıflarca tepkiyle karşılandı. Orta sınıflar bir taraftan siyasi alanda rol almaya çalışırken, diğer taraftan ekonomiden daha fazla pay almak istiyor.

Pervez Müşerref’in askeri darbesini sessizce karşılayan, hatta onaylayan orta sınıf, bugün Pakistan’da ayakta. Bu gelişmenin bir başka nedeniyse, Afganistan’dan kaçan Taliban kadrolarının ve çeşitli İslamcı örgütlerin Peştun bölgesine yerleşmesi oldu. Orta sınıf korkuya kapıldı. Orta sınıf ve çeşitli sivil toplum örgütleri giderek Müşerref karşıtı bir pozisyona girdi.

Müşerref böylece kendine yönelik doğan tepkileri etkisizleştirdi. 6 Ekim 2007’de devlet başkanlığı seçimlerini ikinci kez kazanmasıyla ve uluslararası baskılar sonucu genelkurmay başkanlığından istifa etti, yerine Eşfak Pervez Kayani geldi. Müşerref sivil elbiselerini giyerek 15 Aralık 2007’de olağanüstü hali kaldırdığını ve seçimlerin Ocak ayında yapılacağını açıkladı. ABD’ye orduyu denetleyebilecek tek kişi olarak kendini göstermeye devam etti.

Darbe ABD’nin bilgisi dahilinde gerçekleşti. Darbe öncesi Pakistan’da siyasal krizi çözmek ve rejimde belirli restorasyon yapmak için ABD’nin aktif olarak devrede olduğu ortaya çıktı. Uluslararası basına göre ABD bu yönde bir yıldan beri çalışma yapmaktaydı. Özellikle 2003’te Pervez Müşerref’e yapılan suikast sonrasında harekete geçen ABD, Müşerref’in siyasi geleceğinin belirsizliğini görüyordu. ABD, Benazir Butto’yu Müşerref’in yönetimde kalmasına yardım edecek kişi olarak değerlendirmekteydi. Benazir Butto’nun seçimlere katılması, Pervez Müşerref’in devlet başkanı olarak meşruiyetini sağlayacaktı. Formülasyon kısaca şöyleydi: Müşerref orduyu denetleyecek, Benazir Butto halkı kontrol edecekti. Özellikle siyasal İslam’ın Pakistan’da iktidarı sarsacak güce ulaşması ve ordu içinde yaşanan klikleşme ABD’yi rahatsız etmekteydi. ABD’nin organizasyonuyla 2007 Ocak ve Temmuz aylarında Müşerref ve Butto Dubai’de bir araya geldi. Ağustos ve Eylül aylarında Butto’nun ABD’ye yaptığı ziyaretle restorasyonun rotası belirlendi (8). ABD Müşerref’le kurduğu temaslar sonucunda projenin hayata geçirilmesine karar verildi.

Butto’nun olası iktidara gelmesiyle Pervez Müşerref’in meşruiyet kazanacağı ve Pakistan’ın daha istikrarlı bir döneme gireceği düşünüldü. Navaz Şerif, bu tabloyu tamamlayıcı bir unsurdu. Müşerref’in 2007 Ekim ayında yeniden devlet başkanlığına seçilmesi, proje dahilinde Butto tarafından protesto edilmedi. Buna karşılık Butto’nun yolsuzluk davaları düşürüldü. Butto, Pervez Müşerref’in devlet başkanlığına seçilmesinden sonra Pakistan’a dönmeye özellikle dikkat etti.

Pervez Müşerref, 8 Ocak’ta genel seçimlerin yapılacağını açıkladı. Pakistan’da seçimler yaklaştıkça iç gerilimler arttı. Benazir Butto suikastı öncesi siyasal yapılar iki ana bloğa ayrılmıştı. Ayrıca bu bloğun dışında kalan gruplar bulunuyordu. Bir blok, liderliğini Benazir Butto’nun yaptığı Pakistan Halk Partisi ve çeperindeki partilerden oluşan Demokratik Restorasyon grubundan oluşmuştu, diğer blok ise Navaz Şerif’in liderliğini yaptığı Pakistan Müslüman Birliği’yle, değişik partilerin ortaklığından doğan Bütün Partiler Demokratik Hareketi’nden meydana  geldi.

Navaz Şerif önce anti-demokratik gelişmelerden dolayı seçimlere girmeyeceğini açıklasa da, sonradan kararından vazgeçti. Benazir Butto’yla ittifak kurma tartışmaları siyasi gündemi işgal etti.

Bu iki bloğun dışında, Pervez Müşerref’in partisi olarak da anılan Pakistan Müslüman Birliği-Q Kayd-ı Azam, ABD karşıtlığı ve İslami değerler üzerine vurgu yapan Müttehid Meclis-i Amal ve bloklar dışı kalan Tehrik-i İnsaf Partisi önce çıktı.

Benazir Butto suikastı seçimlerle “normalleşme” sürecine girmesi amaçlanan Pakistan’in hızla politik polarizasyonuna neden olacak. Bu polarizasyonun, ülkede zaten mayalanmakta olan iç savaşı tetiklemesi olasıdır.

Polarizasyondan iç savaşa...

Pakistan, Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi içinde yer alan bir ülke. Jeo-stratejik ve jeo-politik konumu son derece önemli. Hem Uzakdoğu’ya hem de Ortadoğu üzerinden Batıya uzanan bir köprü, hem de Arap Denizi’yle Hint Okyanusu’na açılan bir kapı.

Pakistan, 21 yüzyılın jeo-politiğin odak ülkelerinden biri. Soğuk Savaş döneminde jeo-politik, Sovyetler Birliği’nin ekonomik ve nüfuz alanını genişletmesini engellemek, daraltmak ve kırmak üzerine kurulmuştu. Sovyetlerin çöküşüyle yeni jeo-politik enerji kaynakları, enerji yolları, kıymetli madenler, besin ve su kaynaklarının bulunduğu coğrafyalara göre şekillenmeye başladı. Emperyalist güçler bu jeo-politik üzerinden hegemonya savaşlarını yürütüyorlar. Pakistan ve küresel düzeydeki siyasal gelişmeleri bu nesnel zemin üzerinden okumak gerekir.

Benazir Butto suikastı, Pakistan’daki iç dengeleri sarstı ve gerilimi yükseltti. Pakistan’da hileli bir seçim yapma imkanının bile olmadığını gösterdi. Pervez Müşerref’in iktidarına vizyon katması ya da meşruiyet kazandırması beklenen Butto’nun suikast sonucu öldürülmesi, ülkeyi hızla bir kaotik ortama sürükledi.

Bu kaotik ortam, bir boyutuyla iç savaşın mayalanma süreci olarak değerlendirilebilir. Ülkede etnik, dini, mezhebi puzzle, iç savaşa yol açabilecek dinamikler taşıyor. Pakistan’ın zaten kuzeybatı bölgesinde merkezi otoritenin bir hükmü yok. “Kabile federasyonu” bu bölgenin tek hakimi gibi hareket ediyor. Bölge siyasal İslam’ın kontrolü altında. Güney Veziristan’ın belirli bölgelerinde devletin hiçbir kontrolü bulunmuyor. Bunun yanında ülkedeki en ciddi sorunlardan biri olan Belucistan sorunu canlılığını koruyor. Hindistan’la Pakistan arasındaki her an alevlenme potansiyeli taşıyan Keşmir sorunu ise bütün yakıcılığıyla ortada duruyor. Pakistan’da yaşanacak altüst oluşların Keşmir’de etkisini göstermemesi mümkün değil.

Pakistan’da ABD destekli “normalleşme” sürecindeki tıkanma, oligarşik klikler arasında iktidar savaşını keskinleştirecek. Ayrıca göz ardı edilmemesi gereken temel güçlerden biri siyasal İslam’dır. Bu gücün yönelimleri Pakistan’daki yakın gelecekteki gelişmeleri belirleyecektir. Siyasal İslam, Pakistan’ın tek ve gerçek “partisi” olan ordunun ve gizli servisin içinde de etkisini gösterecek bir güce sahiptir.

Ordunun bir kesimi, Taliban’ı ezmek ve Peştun bölgesindeki kontrolü ele geçirmek istiyor. Taliban’ın Afganistan’da etnik çoğunluk olan Peştunlara dayandığı ve Pakistan içindeki Peştun bölgesinde etkili olduğu biliniyor. Pakistan’da Peştunların nüfusunun 25 milyon olması ve Peştun bölgesinin Pakistan ve Afganistan sınırlarında bulunması, Pakistan’ın iç politikasını etkileyebilecek sonuçlar doğurabiliyor. Ordunun ve gizli servisin bir kısmı, İslami harekete sempatiyle bakıyor.

Pervez Müşerref, ABD’den orduyu kontrol edecek tek kişi olarak destek almıştı ama yaşanan süreç ordu içinde iç çatışmalara ve inisiyatif kaymalarına yol açabilir. Müşerref’in yerine yeni bir askeri kimliğin önünün açılması beklenmelidir. Bu olasılık, ABD’nin dozajı artan bir askeri diktatörlük tercihidir.

Pakistan’daki kaotik ortam derinleşme potansiyeli taşıyor. Bu sürecin başta Afganistan’da etkisini göstermesi kaçınılmazdır. Aslında Afganistan’ı ve Pakistan’ı bir bütün olarak görmek ve iki ülkedeki gelişmelerin birbirini etkileyeceğini düşünmek yanlış olmaz.

Bugün Pakistan’da gerici iktidar klikleri arasında şiddetli bir kapışma yaşanıyor. Pakistan bir anlamda sarsıcı bir destabilize ortama giriyor. Ya da kontrollü bir kaosun içine sürükleniyor. Tıpkı Irak, Filistin hatta Lübnan’da olduğu gibi. Bu bölgede yaşanan makro kriz Pakistan’da yaşananlara da ışık tutuyor.

Gelişmeler, başta Pakistan’ın içinde bulunduğu alt kıtayı, Çin ve Hindistan’ı etkileyecektir. Onun dışında Afganistan’la birlikte Ortadoğu’yu etkilemesi ve sarsması olasıdır. Tıpkı Ortadoğu’daki balkanlaşmanın Pakistan’ı etkilemesi gibi. Pakistan’da olası İslami ataklar ve anti-amerikancı varyasyonlar kısa vadede Irak’ta etkilerini gösterebilir. Pakistan’ın jeo-politiği düşünüldüğünde, Orta Asya bölgesinde önemli sarsıntılar yaşanabilir. Çünkü Pakistan’ın kuzey sınırı Orta Asya’ya açılan bir koridordur. Orta Asya, küresel enerji jeo-politiğinin sinir noktalarından biridir. Pakistan ve Afganistan zeminleri üzerinden “yaratıcı kaosun” yayılması, Orta Asya’da stratejik çıkarları olan Rusya ve Çin’in bu bölgede etkisini kırma operasyonu anlamına gelecektir.

Bu noktada bugün küresel düşman ve küresel terörist olarak gösterilen radikal İslam, hatta Taliban’ın kendisi bile (9) balkanlaşma sürecinin katalizörlerinden biri olarak devreye sokulabilir. Bu hem Afganistan, hem de Pakistan için geçerlidir. Ayrıca Pakistan’da “katı” bir askeri rejimin gündeme gelmesi olasıdır (10). Bu rejim ilk başta radikal İslam karşıtı vurgular ve hamleler de yapabilir. Bu durum ordu ve gizli servis içindeki klikleşmelerin sonu anlamına gelmez. Pakistan, balkanlaşma anaforu içine girmiştir. ABD ve İngiltere’nin “demokratik makyaj” politikaları iflas etmiştir. Şimdi yeni ve karmaşık bir konjonktür yaşanmaktadır. ABD ve İngiltere bu konjonktüre uygun ya da yeni momente uygun politikalar geliştirecektir. Ama Pakistan’a ilişkin ve özellikle etkilediği bölgelerde Çin’in ve Rusya’nın boş duracağını düşünmek yanılgıdır.

Pakistan artık dünden daha belirgin bir şekilde emperyalist güçlerin nüfuz ve ekonomik alan mücadelesine girmiştir. Pakistan oligarşisi, burjuva feodal güçler varlığını emperyalist politikalarla tam angajman üzerinden sürdürürken, iki temel “parti” süreci belirleyecek ve etkileyecektir. Biri ordu, diğeri ise bugün çok parçalı görünse de siyasal İslam’dır. Bu iki güç ya da yapı bütün reaksiyonel duruşlarına karşın sembiyotik bir ilişki içinde ve bölge politikalarında emperyalist güçlerin yerli ajanları/ aktörleri olarak devrede olmaları mümkündür. Artık Pakistan her düzeyde manipülasyona açık bir ülkedir.

Gelişmeler, halkın kendi geleceğini ellerine almadığı müddetçe, Pakistan’da karanlığın hükmünün devam edeceğini göstermektedir.

Dipnotlar:
(1) Cemiyet, Mevdudi’nin düşüncelerinden etkilendi. Öncelikle solcu öğrencilere yönelik saldırılarla ve Bangladeş’teki suikastlarla kendinden söz ettirmeye başladı. Cemiyet, 1980’den sonra öğrenci gençliğin yanında, işçiler arasında da etkin örgütlenmeler yarattı. Bunun temel nedeni Ziya Ül Hak’ın gerçekleştirdiği darbeydi. Cemiyet, başta gizli servis ve farklı devlet güçleri tarafından korunup kollandı.

(2) Afganistan’da 1980’lerin sonuna doğru Sovyet işgali sona erdi. Bu dönemden sonra Afganistan, mücahit grupların iktidar savaşlarına sahne oldu. Ülkede şiddetli bir iç savaş başladı. Farklı mücahit gruplar, farklı İslami projelere sahipti. İç savaşın sonunda (1990’larda) Taliban ABD, Pakistan ve Suudi Arabistan desteğiyle iktidara taşındı. Taliban Sünni radikalizmini ve Vahabi-Selefi çizgisini temsil ediyordu. Soğuk Savaş’tan sonra ABD, Sünni radikalizminin bu eğilimine istihbarati, askeri ve lojistik destek vererek önünü küresel düzeyde açtı. Çeçenistan’a ve Bosna Hersek’e bu kadrolar yollanarak savaştırıldı. ABD, Yugoslavya ve Sovyet coğrafyalarını önce destabilize edip, sonra kendi ekonomik ve nüfuz alanına sokmayı amaçlıyordu. Özellikle Vahabi ve Selefi ekolden gelen İslamcı kadrolar destabilizasyonu yaratan güçler olarak devreye sokuldu. Taliban’ın ABD tarafından iktidara taşınmasının bölgesel jeo-politikle yakın ilgisi bulunuyordu. Taliban, İran’ın Ortadoğu çapında yaydığı Şii radikalizmine karşı bir denge unsuru olarak devreye sokuldu. Şii radikalizmi, Sünni radikalizmle bloke edilmeye çalışıldı. İran bundan dolayı Afganistan’da Taliban’ın iktidara gelmesinden en çok rahatsız olan ülkeydi. Ayrıca narko-ekonomi ve trafikte son derece önemli olan Fergana vadisinde Taliban aracılığıyla, tam kontrol sağlanıyor, Sünni radikalizminin finansal ihtiyacı buradan karşılanabiliyordu. Vadiden elde edilen narko-dolarların bölgenin yeniden dizaynı için kullanılması ihmal edilmedi. Yeşil Kuşak Doktrini, Afganistan’ın siyasi tarihi, Taliban iktidarı ve rolü hakkında daha geniş bilgi için bkz. Volkan Yaraşır, Öfkenin Kısa Tarihi, Siyah Beyaz Kitap, 2007; Volkan Yaraşır, İmparatorluğun Yeni Av Sahaları, Mephisto Yay., 2005 .

(3) Türkiye’de Özal hükümetleri dönemi de böyle değerlendirilebilir. Özal,12 Eylül rejiminin restorasyonunda rol aldı. 24 Ocak kararları ve 12 Eylül darbesi, faşist diktatörlüğün ekonomi-politiğiydi. Özal bu ekonomi-politikle Türkiye kapitalizminin transformasyonunu amaçladı. Bu ancak zulmün sistemleştirilmesi, emeğin ıslah edilmesi, tüm muhalif güçlerin bastırılması ve korkunun kitleselleştirilmesiyle mümkün oldu. 12 Eylül bir korku dinamosu gibi işlev gördü. Kitleleri kontrol ancak böyle sağlanabilirdi.
 
(4) Çalma rejimi. Devlet düzenine çıkar, rüşvet, yolsuzluk ve bireysel ilişkilerin hakim olması.

(5) Afganistan’da NATO’ya bağlı 40 bin asker bulunuyor. Bunun 26 bini ABD askerlerinden oluşuyor. Toplam NATO gücünün yarısı operasyonlara katılıyor. Taliban özellikle kırsal alanda vur-kaç ya da “yerleş, inisiyatif sağla, operasyonda yok ol” taktiği izliyor. ABD, Afganistan’da denetimi iyice kaybetme noktasında.  Ne var ki bu arada etnik, dini, milli farklılıklarından ve aşiretler arası düşmanlıkardan yararlanıyor. Bazı savaş ağalarını ve uyuşturucu baronlarını destekliyor, farklı aşiretleri birbirine karşı kışkırtıyor. Afganistan hızla aşiret savaşlarına sahne oluyor. Etnik, dini, milli farklılıklar üzeriden, iç savaş taktikleri uygulanıyor.

(6) Ordunun iktidarı ya da askeri iktidar anlamına gelir. Militer “demokrasi”.  Parlamentonun varlığına rağmen yürütme erkinde ordunun belirleyiciliğinin olması.

(7) Birbirinden beslenen ilişki, birbirine bağımlı ilişki. Bu ilişkinin her zaman iki taraf için yararlı olması gerekmeyebilir.

(8) Daha önce 2006’da, Navaz Şerif’le Benazir Butto arasında “demokrasi beyannamesi” imzalanmıştı. Beyanname, asker-sivil ilişkilerini yeniden düzenliyor, temel özgürlüklere vurgu yapıyor ve genel seçimlere ortak girme konusunda anlaşmayı simgeliyordu. ABD ve İngiltere’nin devreye girerek Butto ve Müşerref arasındaki ilişkiyi kurmaları, Navaz Şerif tarafından beyannamenin ihlali olarak değerlendirildi.

(9) İngiliz askeri istihabaratı yakın dönemde Taliban’la gizli görüşme yapması, Afganistan Devlet Başkanı Karzai tarafından tepkiyle karşılandı. 11 Eylül öncesinde ABD’nin Orta Asya’daki en önemli enerji hattının denetlenmesi için Taliban’la anlaşmaya vardığı düşünülürse, bu ilişki şaşırtıcı olmamalıdır. Emperyalist politikaların yürütülüşünde pragmatizmin ve oportünizmin belirleyiciliğinin olduğu unutulmamalıdır.

(10) Butto’nun öldürülmesinden sonra, Pakistan Halk Partisi’ne önemli bir yönelimin olması olasıdır. 18 Şubat’ta yapılacağı belirtilen seçimlerde, parti farklı kesimlerin ve eğilimlerin oyunu alabilir. Tek başına iktidara gelebileceği gibi Navaz Şerif’in partisiyle de bir koalisyon kurulabilir. Fakat seçimleri Pervez Müşerref’in desteklediği Pakistan Müslüman Birliği-Q’nun “kazanması” durumunda Pakistan, hızla karışabilir. Çünkü şimdiki oy oranı çok düşük olan bu partinin kazanması, seçimlerin hileli yapıldığının somut göstergesi olacaktır. Pakistan Halk Partisi ve Pakistan Müslüman Birliği-N bugünden böylesine bir gelişmeye karşı açık tavır alacaklarını ilan etti. Seçimlerin normal sonuçlandığını varsayarak, yukarıda bahsettiğimiz Pakistan Halk Partisi’nin tek başına iktidara gelmesinin ya da koalisyon formülasyonunun, ömrünün uzun olacağını düşünmek yanlıştır. Pakistan’da geçici bir “normalleşme” yaşanabilir. Bu arada yaptığı yolsuzluklarla meşhur ve siyasi yasaklı olan Navaz Şerif’in Suudi Arabistan’la gelişkin ilişkilerinin de sayesinde, politik arenada rol alması beklenebilir. Özellikle Pakistan’da rövanşizm geleneği, partide Benazir Butto’nun kocası Asıf Ali Zerdali’nin etkinliğinin artması ve ordunun kontrol edilmesi sorunu önemli problemler yaratacaktır. Kaotik gelişmelerin gündeme gelmesi beklenmelidir. Bu veya benzer gelişmeler kısa vadede yeni bir askeri darbenin önünü açabilir. Ayrıca ABD, Peştun bölgesine askeri müdahalesi ve hava saldırıları yapma olasılığı vardır. Bu adımlar, ABD’nin Pakistan’da açık askeri varlığının önünü açabilir.