16 Mayıs 2008 Sayı: SİKB 2008/20

  Kızıl Bayrak'tan
  Sınıf mücadelesinin yeni dönemi...
   İMF programlarına karşı mücadeleye!
“İstihdam paketi” mecliste...
ATO’nun araştırmasının çarpıcı sonuçları...
Ölüm kampı: Tuzla tersaneler cehennemi!
Patronlar sarayda, işçiler mezarda!
  Kayseri İşçi Kurultayı’na hazırlanıyoruz!
  3. Çiğli İşçi Kurultayı başarıyla gerçekleşti!
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  Devrimci 1 Mayıs Platformu’nun 2008 1 Mayıs deklarasyonu:
  Devrimci yayınlar 1 Mayıs’ı değerlendiriyor...
  İP/TGB provokasyonu boşa düşürüldü!
  Mayıs’tan Haziran’a katliam ve direniş....
  Taksim 1 Mayısı üzerine...
  Dünyadan...
  Piyasalaşan eğitime karşı mücadeleye!
  TC ve Güney ilişkilerinde yeni durum
M. Can Yüce
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Birmanya’da kapitalizm felaketi!

Askeri diktatörlük yönetimi altında bulunan Birmanya’da (askeri cunta ülkenin adını Myanmar olarak değiştirmişti) “doğal afet” sonucu, resmi rakamlara göre 32 bin, kimi rakamlara göre ise 100 bini aşkın insan hayatını kaybetti, 2 milyon civarında insan ise “felaketzede” durumuna düştü.

Saatte 190 kilometre hızla esen Nergis Kasırgası, Birmanya’da yaşanan kitlesel kıyımın tek nedeni olarak gösteriliyor. Söylenenlere bakılırsa, kasırganın şiddeti ve ardından gelen dev dalgalar 100 bin Birmanyalı’nın ölümüne yol açmış, Irawadi Nehri deltasında mahsur kalan 2 milyon civarındaki insanı ise, evsiz veya yardıma muhtaç duruma düşürmüştür.

Ancak felakete farklı açılardan bakıldığında, sorunun “doğal” olmanın ötesinde boyutları olduğu görülür.

İlkin kasırganın bu kadar şiddetli olmasının, küresel ısınma ve ekolojik dengedeki sarsılmadan bağımsız olmadığını vurgulamak gerek. Sorunun daha da boyutlanacağına dikkat çeken bilim insanları, hem 2004’te yaşanan Tsunami’nin hem Nergis Kasırgası’nın küresel ısınmayla da ilgili olduğunu dile getiriyor.

Küresel ısınmanın gezegenimiz üzerindeki yaşam alanlarının geleceği açısından ciddi bir risk oluşturduğu, gelinen yerde emperyalist-kapitalist devletler tarafından da kabul ediliyor. Ancak ısı yükseliş hızının yavaşlatılması için en temel koşul kabul edilen atmosfere salınan karbondioksit oranının düşürülmesi de bu aynı devletler tarafından engelleniyor. Bu ise yeni Birmanya felaketlerine davetiye çıkartılması anlamına geliyor. Demek oluyor ki, kapitalist-emperyalist düzen “doğal afetler”den de sorumludur. 

İnsan kıyımında kapitalizmin bir diğer suçu, Birmanya’daki askeri diktatörlüğün akıl almaz bir tutum içinde olmasıdır. Zira Hindistan’ın 48 saat önce kasırga uyarısında bulunmasına rağmen cunta şefleri kılını bile kıpırdatmadı. Oysa 48 saat önlem almak yeterli bir süredir.

Hiçbir önlem almayan cunta şefleri, BM yardım kuruluşlarının, temiz su, yiyecek ve barınağa ihtiyaç duyan 2 milyon civarında insana malzeme taşımasını da engelliyor. Hatta BM Dünya Gıda Programı, Yangon havaalanında 38 ton yardım malzemesine askeri cunta yetkilileri tarafından el konulmasının ardından yardımlarını bir süreliğine askıya almak zorunda kaldığını açıkladı. Yardım görevlilerine vize vermeyen cunta şeflerinin mahsur kalan insanlara kaydadeğer bir yardım göndermediğini bildiren ajanslar, yardım malzemesi taşıyan uçaklar ile bu malzemeyi dağıtacak ekiplerin komşu ülke Tayland’ın başkenti Bangkok’ta bekletildiğini bildiriyor.

Hatırlanacağı üzere Birmanya cuntası, 2004’teki Tsunami sırasında da yardım almayı reddetmişti.  

 Öte yandan sağlık uzmanları, felaketin üzerinden bir hafta geçmesine rağmen yardımların ve kurtarma çalışmalarının yetersizliği yüzünden Birmanya’da ishal ve sıtma hastalıkları başta olmak üzere ikinci büyük felaketin ortaya çıkabileceği uyarısında bulunuyor. İngiliz yardım kuruluşu Oxfam, mahsur kalan 2 milyon civarında kişinin hayatının muhtemel salgın hastalıklardan dolayı tehlikede olduğunu bildirdi. Oxfam bölge şefi Sarah Ireland, bir kamu sağlığı felaketi için “bölgede tüm koşulların mevcut olduğunu” söyledi.

Yardım örgütleri ise, Irawadi Nehri deltasında etrafları tuzlu sular ve cesetlerle çevrili halde bekleyen yüz binlerce kişiye, Birmanya ordusunun tek başına gıda, su ve tıbbi malzeme ulaştırmasının imkansız olduğunu bildiriyor. Nitekim salgın hastalık tehlikesi altında bulunan Birmanyalılar da, ordunun kendilerine kayda değer bir yardım iletmediğini ifade ediyorlar.

Buna rağmen, yabancı ekipleri almak için hazır olmadıklarını söyleyen cunta şefleri, “Uluslararası topluma yardımı için müteşekkiriz, ancak bize yardım etmenin en iyi yolu personel gönderilmesinden ziyade malzeme şeklinde yapılması olacaktır” diyorlar.

Birmanya halkının maruz kaldığı vahim durumu görüşmek için toplanan BM, cuntaya yardım geçişine izin vermesi için çağrıda bulunmakla yetindi. “Uluslararası toplum” tarafından vaat edilen yardım miktarı da utanç vericidir. Zira 2 milyon insanın yarımda muhtaç durumda olmasına karşın, vaat edilen toplam yardım 28 milyon dolardan ibarettir.

Cunta şefi generaller ne çürüyen cesetlerle ne ölüm tehlikesine maruz durumda olan yüzbinlerce insanla ilgililer. Onlar, yetkilerini genişleten anayasa için referandum yapmakla meşguller. Cunta sözcüleri, “vatandaşlık görevi” diye tanımladıkları oy verme işlemine katılması yönünde çağrılar yaparak, tehditle halkı sandık başına taşıdılar.

Cuntanın tutumu, ‘99 Marmara depremi sırasında işbaşında bulunan Ankara’daki sermaye hükümetinin taktiğine benziyor. O zaman işbaşında olan DSP-MHP-ANAP koalisyonu, emekçiler enkaz altından ceset toplarken, mezarda emeklilik yasasını meclisten geçirmişti. Birmanya’daki cunta şefleri de, onbinlerce ceset sularda yüzer, 2 milyon insan cesetlerle çevrili alanlarda mahsurken anayasayı halka onaylatıyorlar.

Birmanya halkının maruz kaldığı felaketin tek sorumlusu askeri cunta değildir elbette. Zira 1962 yılından beri işbaşında bulunan bu cuntanın emperyalist güçlerle ilişkileri epey gelişmiştir. Ülkenin zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip olması, büyük tekellerle de arasının iyi olmasını sağlıyor. Örneğin Çin, Hindistan gibi devletlerin yanısıra Total, Unocal, Halliburton gibi büyük enerji tekellerinin de bu ülkede yatırımları bulunmaktadır. Demokrasi ihraç etme iddiasındaki emperyalist güçlerin de Birmanya cuntasına bir itirazları yoktur.

Dolayısıyla, kitlesel kıyımlara davetiye çıkartan cunta şeflerinin yanısıra, kapitalist-emperyalist sistem de Birmanya halkının maruz kaldığı felaketten sorumludur.

Bilimsel teknik gelişimin düzeyi doğal olayların olası tahribatlarını asgariye indirmeye elverişlidir. Ancak kapitalist düzende öncelik insana değil, artı-değere el konulmasına verildiği için, halkların bu ve benzer felaketlerden kurtulması bir yana, daha ağır kayıplara yol açacak yeni felaketlere maruz kalmaları kaçınılmaz olmaktadır.

Ekolojik dengedeki sarsılmaya bağlı olarak yeni boyutlar kazanan “doğal afetler” sorunu, sosyalizm uğruna yükseltilen anti-kapitalist mücadelenin önemini bir kat daha arttırmıştır.

 

ODTÜ’de DEVRİM ateşi binlerle yakıldı!

Bundan 40 yıl önce ODTÜ Stadyumu’nun DEVRİM Stadı olarak anılmasını sağlayan DEVRİM yazısı dört devrimci ODTÜ öğrencisi tarafından stadyumun tribünlerine yazılmıştı. Aradan 40 yıl geçmesine rağmen ODTÜ bu yazıya sahip çıktığını yine gösterdi.

ODTÜ’de bahar şenliklerinin başlaması ile her yıl olduğu gibi stadyuma yürüyüş ve yazının mumlarla çim sahaya yazılması için bir eylem planlandı. Asılan afişlerle ve dağıtılan el ilanları ile tüm ODTÜ’lüler “Devrim” yazmaya çağrıldı.

7 Mayıs günü Fizik Bölümü’nün önünde toplanan yaklaşık 1.500 öğrenci ile devrim şehitleri için kısa bir anma yapılarak eyleme başlandı. Anmanın ardından, “Ayaklar baş olacak! Tek yol devrim!” ortak pankartı ile yürüyüş başladı.

Birçok topluluk pankartını açarak eyleme katıldı. “Dans edemeyeceksem, bu devrim benim devrimim değildir!”, “Yaşasın devrimci ODTÜ!/Yapı-Mimarlık Topluluğu”, “Rant için değil halk için kentsel dönüşüm!”, “TMMOB İMO Öğrenci Üyeleri/Genç-İMO”, “Irkçılığa-faşizme karşı birleşelim!”, “Faşizme geçit vermeyeceğiz!/Çağdaş Dans Topluluğu!”, “Yaşamak direnmektir!”, “Kapitalizm kirletir, nükleer öldürür!” pankartları açıldı.

Daha sonra sırasıyla Ankara Anarşist İnisiyatifi, Ankara Gençlik Derneği, +İvme, Öğrenci Kolektifleri, DGH, DPG, TTB Tıp Öğrenci Kolu, Ekim Gençliği, Marksist Bakış, Genç Kurtuluş, Yurtsever Demokratik Gençlik, SGD, TKP pankart açarak eyleme katıldılar.

1.500 kişi ile başlayan yürüyüş şenlik alanı ve yurtlardan geçilmesinin ardından DEVRİM Stadyumu’nda son buldu. Stadyuma girilirken yaklaşık ikibin öğrenci vardı. Stadyuma girilmesiyle ortak pankart konser sahnesinin önüne asıldı. Diğer pankartlar da tellere asılarak Sevinç Eratalay konseri dinlenmeye başlandı.

Saat 19:30’u gösterirken, Sevinç Eratalay’ın da duyuru yapmasıyla, “ODTÜ’lüler sahaya, devrim yazmaya!” sloganları ile herkes sahaya çağrıldı. İlk önce saha ortasında buluşan grup elele tutuşarak büyük bir çember oluşturdu. Çim saha tamamen boşaltıldı. Ardından daha önce belirlenen noktalardan ipler geçilerek yazı tamamlandı. Üçbin kişi elindeki mumları yaktı. Eylem mumlarla Devrim yazısının yazılmasıyla son buldu. Ardından İnti-İlimani konseri başlatıldı. Hem Sevinç Eratalay konserinde hem de İnti-İlimani konserinde halaylar çekildi ve sloganlar coşkuyla atıldı.

Geçen yıllara göre daha da kitleselleşen Devrim yürüyüşü bu sene de büyük bir etki oluşturarak yapılmış oldu. Devrim yazısının yazılması sırasında içki içenlere ve satanlara müdahale edildi. Ellerinde şişelerle yazı yazmaya gelen hiç kimseye izin verilmedi. Yapılan uyarılar birçok öğrenci tarafından da destek gördü. DEVRİM’e ve devrim şehitlerine karşı saygısızlık olduğu ve yazının yazılmasında buna izin verilmeyeceği söylendi.

Genç Komünistler, “Gençliğin devrimci hareketini yükseltmek için örgütlü mücadeleye!” pankartı ve yaklaşık 35 kişi ile yürüyüşe katıldılar.

Bu yürüyüş bir kez daha gösterdi ki, devrim ateşi milliyetçiliğin ve şovenizmin yükseltildiği bu ortamda dahi güçlülüğünü koruyor ve geleceğe ışık tutuyor.

ODTÜ Ekim Gençliği


Lübnan’da derinleşen krizin gerisinde emperyalist–siyonist saldırganlık duruyor

Ortadoğu’daki güçlü direniş odaklarından birini barındıran Lübnan, emperyalist-siyonist güçlerin öncelikli hedeflerinden biri durumunda. Temmuz 2006’da Washington’daki savaş kundakçılarının talimatıyla Lübnan’a saldıran İsrail savaş makinesinin utanç verici bir hezimete uğraması, bu ülkedeki direnişi ezme girişimlerinin ilkini boşa düşürmüştü. Lübnan direnişi karşısında ciddi kayıplar veren İsrail ordusu, “yenilmez güç” iddiasını da geride bırakarak Lübnan’ı terk etmek zorunda kalmıştı.

34 gün süren saldırıda yenilen emperyalist-siyonist güçler, elbette kirli planlarından vazgeçmediler. Washington ve Tel Aviv’deki savaş kundakçılarının yeni planlar üzerinde çalışmaya başladığı, Ortadoğu’daki gelişmeleri analiz eden farklı çevreler tarafından dile getirildi. Bu arada İsrail savaş makinesi Filistin, Lübnan ve Suriye’ye dönük provokatif girişimlerini sürdürdü.

Lübnan hükümetinden direnişe karşı yeni hamleler

“14 Mart ittifakı” olarak adlandırılan güçlerden oluşan Fuad Sinyora başkanlığındaki Lübnan hükümeti, peş peşe attığı iki adımla Hizbullah’a karşı yeni bir saldırı başlatma hazırlığı içinde olduğunu hissettirdi.

ABD işbirlikçisi 14 Mart’çıların son derece “cüretli” kabul edilen ilk adımı, Hizbullah’ın kurduğu telefon şebekesinin yasadışı ilan edilerek hedef alınması oldu. Hükümetin tutumunu açıklayan Enformasyon Bakanı Gazi el Aridi, “Hizbullah’ın Lübnan toprakları üzerinde kurduğu telefon şebekesi yasadışı ve gayrimeşrudur. Ve bu şekilde, devletin egemenliğine ve kamu fonlarına da bir saldırıdır. Bu işe karışmış oldukları kanıtlanan birey kuruluş, parti ya da şirketlere karşı cezai kovuşturma başlatacağız. Hizbullah’ı korumanın bu gibi şebekeler kurulmasını gerektirdiği şeklindeki iddiayı ise reddediyoruz” diye konuştu.

ABD işbirlikçisi hükümetin ikinci adımı, Hizbullah ile işbirliği yaptığı gerekçesiyle Beyrut Havalimanı güvenlik şefini görevden almak oldu. Sinyora hükümeti, kararını, sözkonusu görevlinin Hizbullah’ın havaalanına kamera sistemi yerleştirmesine izin verdiği iddiasına dayandırdı.

Krizin derinleştiği günlerde gerçekleşen genel grev

Sinyora hükümetinin Hizbullah şahsında direnişi hedef alan adımları, aylardır devam eden Lübnan’daki krizi daha da derinleştirdi. Politik krizin yanısıra son aylarda benzin ve gıda maddelerinin fiyatlarında da yüksek oranlı artışlar oldu. Yıllardır sabit tutulan asgari ücretin son aylardaki zamlarla iyice erimesi üzerine harekete geçen Genel İşçi Sendikaları Federasyonu (GFLU), asgari ücrete yüzde 300 oranında zam yapılmasını talep etti. Sinyora hükümeti, 200 dolar olan asgari ücreti 333 dolara yükseltebileceğini açıklamakla yetindi.

Hükümetin önerisine tepki gösteren sendika yönetimi, ücretlerde 1996’dan bu yana artış yapılmadığını, petrol ve gıda fiyatlarındaki artış nedeniyle reel ücretlerin gerilediğini söyleyerek, asgari ücretin en az 600 dolar olması talebiyle genel grev kararı aldı.

Üyelerinin hayat şartlarını yükseltmek için mücadele ettiklerini ifade eden GFLU Genel Başkanı Gassan Ghosn, genel greve çıktıkları gün Beyrut’un merkezindeki el Hamra semti boyunca yürüyüş yapmayı planladıklarını, ancak hükümet yanlısı güçlerin tehditlerinden dolayı yürüyüşü iptal etmek zorunda kaldıklarını belirterek, Sinyora hükümetini işçileri bölmeye çalışmakla suçladı.

Genel greve destek veren Hizbullah tarafından yapılan açıklamada ise, GFLU’nun haklı talebinin desteklendiği vurgulanarak tüm Lübnanlılara greve katılma çağrısı yapıldı. Bu arada muhalefetteki Hristiyan Ulusal Özgürlük Hareketi (FPM) lideri Michel Aoun da, kitlesine gösterilere katılma çağrısı yaptı. Sendikanın yürüyüşü iptal etmesine rağmen, muhalefet güçleri desteğinde alanlara çıkan işçiler, karşılarında hükümet destekçilerini buldu. Ortamın gergin olduğu günlerde gerçekleşen bu karşılaşmanın çatışmaya dönüşmesi kaçınılmazdı. Elbette genel grev çatışmanın nedeni değildi, ancak koşulları oluşan çatışmanın patlak vermesine vesile oldu.

“Savaş ilanı”na Hizbullah’tan sert yanıt!

Hükümetin saldırgan tutumuna sert tepki gösteren Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, iletişim ağını kapatma kararıyla ilgili açıklamasında, Hizbullah’a karşı savaş ilan edildiğini belirtti ve “Hükümetin bu kararı direnişe karşıdır, Amerika ve İsrail’in yararınadır” dedi.

İletişim ağını kapatma kararının kaldırılmasını, görevden alınan Beyrut Havaalanı güvenlik müdürünün göreve iadesini talep eden Nasrallah, çatışmaya ancak bu talepleri kabul edilirse son vereceklerini söyledi.

Kısa sürede batı Beyrut’u kontrol altına alan Hizbullah’a bağlı güçler, 14 Mart’çı şeflerden Saad Hariri’ye ait Gelecek TV’yi de ablukaya aldı. Yine Hariri’ye ait el Müstakbel gazetesinin binasını kısmen yakan direnişçiler, Hariri’nin radyo kanalını da susturdu.

Ölü sayısının 20, yaralı sayısının 100 olarak açıklandığı çatışmalar sonucu Lübnan limanı kapatılırken, uluslararası havaalanında hemen tüm seferler iptal edildi. Ordunun çatışmalarda taraf olmayı reddetmesi üzerine 14 Mart’çı şeflerden Hariri, yanlış anlaşılma olduğunu öne sürerek, Hizbullah liderlerine soruna birlikte çözüm üretme çağrısında bulundu. Hizbullah, ancak ordunun arabuluculuğuyla talepleri kabul edildikten sonra hükümetle anlaşarak güçlerini geri çekmeye başladı.

Fuad Sinyora başkanlığındaki gerici hükümetin Hizbullah’a karşı saldırıya geçmesi akılcı görünmüyor. Utanç verici bir yenilgiye yol açan çatışmalara davetiye çıkaran hükümetin böyle bir girişimde bulunması, ancak emperyalist-siyonist güçlerin teşvik ve desteği ile açıklanabilir. Nitekim çatışmalar başlar başlamaz, ABD ve İsrail Hizbullah’ın yanısıra İran ve Suriye’yi hedef alan açıklamalarda bulunarak, bu kanlı girişimdeki iğrenç rollerini gizlemeye çalıştılar.

Şimdilik durulan çatışmalar, 1975’te başlayıp 15 yıl süren iç savaşın yeniden ateşlenme tehlikesinin varlığına işaret etti. Emperyalistler tarafından etnik, dinsel, mezhepsel parçalara ayrılan Lübnan’da 14 Mart’çıların ABD-İsrail ikilisiyle işbirliği içinde olması, iç çatışma tehlikesinin bu ülke halkları üzerinde dolaşmaya devam etmesine yol açıyor. Kendi güçlerine dayanarak direnişle hesaplaşmayı göze alamayan ABD işbirlikçilerinin Hizbullah’ın silahlı varlığından fazlasıyla rahatsız oldukları bilinmektedir. Bu ise, 14 Mart’çıların emperyalist-siyonist güçlerin planlarına alet olmaları riskini güncel tutuyor.

Lübnan halklarının bu belayı başlarından savabilmeleri için hem emperyalist-siyonist güçlere karşı kararlı direnişin sürdürülmesi, hem bu zorba güçlerin içerideki işbirlikçilerini dizginlemek için birleşik bir mücadelenin örülmesi gerekiyor.

 

Mayıs şehitleri Berlin’de anıldı!

‘70’li yılların devrimci mücadelesinin simgesi olan Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya ve yoldaşlarını anmak için 12 Mayıs günü Berlin’de bir etkinlik gerçekleştirdik.

Yaklaşık üç hafta afişleme, el ilanları ve ev ziyaretleri ile ön hazırlıklarını sürdürdüğümüz çalışmamızda geniş kitleleri hedefleyerek kapsamlı bir çalışma yürüttük. Türkiyeli’lerin yoğun olarak bulunduğu semtlerde 200 afiş ve 600 el ilanı kullandık.

Etkinliğimize saygı duruşuyla başladık. Ardından bir yoldaşımız ‘71 devrimci hareketinin tarihsel önemi ve bugüne olan etkilerini anlatan bir konuşma gerçekleştirdi. Konuşmadan sonra arkadaşlarımız hazırlamış oldukları şiirleri sundular. Ardından Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın son mektupları okundu. Programımıza bir dostumuzun sunduğu müzik dinletisi ile devam ettik.

Verdiğimiz aranın ardından ‘68 kuşağından dostlarımız şiir dinletisi ve anılarıyla programımıza katkıda bulundular. Ayrıca Denizler’in avukatı olan Halit Çelenk’in göndermiş olduğu destek mesajı etkinliğimizde okundu ve coşkuyla karşılandı. Ardından ‘71 devrimci hareketinin gelişim sürecini anlatan bir sinevizyon gösterisi gerçekleştirdik. Ozan Abbas’ın söylediği türkülerle programımızı kapattık. Etkinliğimize yaklaşık 60 kişi katıldı.

TKİP Berlin taraftarları