23 Mayıs 2008 Sayı: SİKB 2008/21

  Kızıl Bayrak'tan
  Devrimci baharın birikimlerini ileri taşıyabilmek için!..
   Düzenin has partisi CHP makyaj tazeliyor…
Kürt hareketinde çözüm tartışmaları ve 1 Haziran mitingi
Yeni TYM’ye dayalı faşist uygulamalar yeni bir boyut kazandı...
“İstihdam paketi” meclisten geçti...
Mayıs şehitleri anmalarından...
  Kapitalizmde gençliğe gelecek yok!
  Hak–İş: Sendikal hareketin
dip noktası!
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  21. yüzyılda bir ölüm kampı: Tuzla cehennemi
  Gençlik hareketinden....
  İlbek işçileri (ne) kazandı!
  Sincan İşçilerin Birliği Kurultayı Hazırlık Komitesi sözcüsü ile kurultay süreci üzerine konuştuk...
  SİDER’den sempozyum hazırlığı...
  Eğitim–Sen Genel Kurulu’na ilkesiz ittifaklar damgasını vurdu!
  Dünyadan...
  TC ve Güney ilişkilerinin Kuzey’e etkileri M. Can Yüce
  A. Cihan Soylular Denizler’e ihanet ettiler...
  Bültenlerde...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

21. yüzyılda bir ölüm kampı: Tuzla cehennemi

Osmanlı barbarlığı ve işçi sağlığı

Osmanlı’da işçi sağlığı ve iş güvenliği kavramının, meslek hastalıklarının ve iş cinayetlerinin önemli bir sorun olarak gündeme gelmesi sanayinin gelişimine paraleldir. Osmanlı barbarlığının işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda adım atmaya başlaması emekçilerin tepkilerine bağlı olarak ivme kazanmıştır. Bu sorunla ilgili mücadele 1820’li yıllarda başlar. Ancak 1850 yılında çıkarılan Polis Nizamnamesi ile bu mücadele zorbalıkla bastırılır. Bütün bu mücadelelerin ürünü olarak 1865 yılında çıkarılan ve yüz maddeden oluşan Dilaverpaşa Nizamnamesi işçi sağlığı ve iş güvenliği konusundaki ilk yasal belgedir. Ancak bu belge padişah tarafından onaylanmadığı için yürürlüğe konmaz. İşçilerin mücadelesi yeni bir yasanın doğmasına neden olur. Maadin Yasası diye bilinen yasa Dilaverpaşa’nın yasal çerçevesinden daha ileridedir. Ancak bu yasa da padişah tarafından reddedilir.

Bu dönemde çıkarılan yasalardan biri de tersane işçilerini kapsamaktadır. Bu elbette ilk sendikayı kuran, ilk greve giden ve o dönemin istibdat rejimine rağmen mücadele veren tersane işçilerinin mücadelesinden bağımsız değildir. Tersane-i Amiriye Mensup İşçilerin Emekliliği Hakkındaki Tüzük de işçiler için bir yasal dayanak olamamıştır. 1908’de kurulmasına izin verilen sendikaların bu konudaki çalışmaları da Osmanlı barbarlığının çizmeleri altında ezilmeye çalışılmıştır. Dolayısıyla Osmanlı döneminden kalma iz bırakabilecek herhangi bir belge yoktur.

1920’li yılların çalışma yaşamıyla ilgili ilk önemli önlemler 1921 yılında maden ocaklarında alınmıştır. Ancak bu dönemki önlemlerin temel nedeni savaş ve bu savaşta kullanılan tek enerji kaynağının kömür olmasıdır. 28 Nisan-10 Eylül 1921’de çıkarılan iki ayrı yasa ile işçilerin barınma koşullarından ücretlerin iyileştirilmesine, işyeri hekimliğinden hastane kurulmasına, çalışma saatinin 8 saate düşürülmesine kadar bir dizi yasal düzenleme yapılmış ve bu düzenlemeler yaşama geçirilmiştir. Ancak, belirttiğimiz gibi, bu düzenlemeler esasta düzenin ihtiyaçları gözetilerek yapılmıştır.

Tuzla tersaneler: Ölüm kampı

Bugüne gelirsek, iş cinayetleri ve meslek hastalıkları muazzam derecede artmıştır. Dünyada yaşanan iş cinayetlerine baktığımızda, savaşlarda açığa çıkan ölüm bilânçosuyla eşdeğer bir bilânço görürüz. ILO kaynaklarına göre her yıl 1.2 milyon işçi iş cinayetlerine kurban gitmektedir. Her yıl 250 milyon insan iş kazaları, 160 milyon insan meslek hastalıkları ile yüzyüze kalmaktadır. Dünya ölçüsünde yaşanan bu ağır kayıpların önemli bir ayağını Türkiye oluşturmaktadır. Türkiye iş cinayetleri konusunda rekora doğru koşmaktadır. Bunun önemli örneklerinden biri Tuzla tersaneleridir. Tuzla tersanelerinde 15 yıl içerisinde yüzlerce işçi iş cinayetine kurban gitmiştir.

Tuzla tersaneler cehennemi son bir yıl içerisinde peşpeşe yaşanan cinayetlerle gündemdedir. Yıllardır GİSBİR bezirgânlarının karlarına kar katmasını sağlayan bu kan deryası birileri tarafından yeni yeni görülmeye başlanmıştır. Yüzlerce işçiye mezar taşı üreten bu kanlı çark, artık oldukça geniş bir kamuoyu tarafından bilinmekte ve tepkiyle karşılanmaktadır. Vahşet gözle görülür bir belirginliğe kavuşmuştur. Ancak bu cinayetleri ortaya çıkaran nedenler ortadan kaldırılmadıkça, ölüm çanları başka işçiler için de çalmaya devam edecektir.

Peki, yaşanan bu seri cinayetlerin nedenleri nelerdir?

Bu cinayetlerin nedenlerinin başında, işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerinin alınmaması gelmektedir. Tedbir diye algılanmaya ya da algılatılmaya çalışılan, sağa-sola uyarıcı levhaların asılması ve kişisel koruyucu donanımların verilmesidir. Tartışmaların ana odağı budur. Oysa bir işçinin tabiriyle “eldiven, kemer, baret vb. verebilirler, ama üzerimizde tonlarca ağırlıkta bloklar geziyor, tüpler patlıyor, elektrik çarpıyor...” O cehennemi yaşayan işçi sorunu çok iyi özetlemektedir. İşçi sağlığı ve iş güvenliği,“işyeri kapısından girer girmez oluşabilecek tüm risk faktörlerinin önlenebilmesi”ni, yani tüm koruyucu önlemlerin alınmasını gerektirir. Burada işçinin “mesleki deneyimsizliği” bir etken olabilir, ama bunun da sorumlusu patronlardır. İşçiye “Hem mesleki hem de iş güvenliği eğitimi vermek” patronun sorumluluğundadır.

Ama asıl sorun bu da değildir, koruyucu önlemlerin alınıp alınmaması sorunudur. GİSBİR burjuvazisinin öne çıkarmaya çalıştığı sorun “köylülük ve eğitim” sorunudur. Oysa asıl temel sorun “risk faktörlerini”n ortadan kaldırılmasıdır ki bu işin “maliyetli” olan yönüdür. GİSBİR patronlarının tartışmaya yanaşmadığı sorun da budur. Belli bir maliyeti olan bu koruyucu önlemlerin kapitalist patronlar tarafından kendiliğinden alınmayacağı yeterince açıktır. Zira bu, “kar, daha çok kar”a dayalı kapitalist düzenin doğasına aykırıdır. Bu tür önlemler ancak zorlu mücadelelerin ürünü olarak aldırılabilmektedir. (Bu konuda en anlamlı örnek Sovyetler Birliği’ne aittir. Sovyetler Birliği’nin ilk sağlık Bakanı Alexandr Semashko bağımsız sağlık örgütleri kurulması ve bunların özellikle koruyucu sağlık hizmetlerinde yoğunlaşması konusunda önemli çalışmalar yapmış ve eğitim merkezleri oluşturmuştur.)

İş cinayetlerinin diğer bir nedeni sayısı 2 bini bulan taşeronların varlığıdır. İş Kanunu’nun 2. maddesindeki “İşletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işler dışında, asıl iş bölünerek alt işverenlere verilemez” tanımına aykırı olan bu durum, GİSBİR kanunlarının geçtiği “Tersaneler cumhuriyeti”nde son derece yaygın bir biçimde yaşanmaktadır. Bir gemide onlarca taşerona bağlı olarak çalışan yüzlerce işçi iç içe çalışmanın, yoğun ve seri bir şekilde çalıştırılmanın sonuçlarını yaşamaktadır.

İlk dönemlerde Çalışma Bakanı, GİSBİR ve sendika arasında yaşanan “taşeronluğun kaldırılması” tartışması, GİSBİR tarafından öfkeyle karşılandı. Çalışma Bakanı ise, aslında kendi yasalarında karşılığı olmayan bu taşeronluk sisteminin kaldırılmasının mümkün olmadığını ancak daha “kontrollü” olması gerektiğini savundu. Ne var ki bu “kontrollülük” durumu çok daha bariz bir gerçekliği karşımıza çıkardı. Desan Tersanesi patronu kendi işyerlerinde sadece tek bir taşeronun olacağını duyurdu. Çok geçmeden, tek bir taşerona bağlı sayısız alt taşeronun varlığı ortaya çıktı. Bu “kontrol altında tutma” mekanizması, patronların aşırı kâr hırsından bir milim bile taviz göstermeyeceğinin açık bir göstergesidir. Taşeronlar üzerinden sağlanan kârın yanısıra üretimin parçalara ayrılmasının patronlar için siyasal bir anlamı var. Sınıfı atomlarına ayırma ve örgütlülüğünü dağıtma görevini üstlenen bu kan emici küçük şirketler, bu noktada önemli bir işlevi yerine getiriyorlar. Dolayısıyla, sömürü çarkının önemli dişlileri durumundalar ve akan kanın sorumluluğunu dolaysız olarak taşıyorlar.

İş cinayetlerinin bir diğer nedeni uzun çalışma saatleridir. Sabahın karanlığında karanlık ambarlara, davlumbotlara, tanklara giren işçiler akşamın karanlığına kadar çalıştırılıyorlar. Gemi inşa sektörünün “Ağır ve Tehlikeli İşler Yönetmeliği” kapsamına girdiğini yetkili-yetkisiz bütün ağızlar ifade ettikleri halde! Yönetmelikte yeralan 7,5 saatlik işgünü uygulaması tersane patronlarının keyfiliği üzerinden büyük bir rahatlıkla çiğnenebiliyor. Bu durum 27 Şubat direnişiyle bir nebze hafifletildi. Çalışma saatleri birkaç tersanede 7,5 saat olarak yaşama geçirilmeye başlandı. Bazı tersaneler bu uygulamadan kısa bir süre sonra geriye dönerek, işçileri yine 8-9 saat çalıştırmaya başladı. Çok sayıda tersanede çalışma süreleri mesai dışında 9 saat, mesailerle birlikte 12 saattir. Fiziki güce dayanan bu yorucu mesailer dikkat dağılmasına ve yorgunluğa bağlı olarak ölümlere yolaçmaktadır.

Kapitalizm için öncelikli olan emekçi değil kârdır!

Tersaneler gerçeği kapitalist sömürünün en uç örneğidir. Ülkenin her yanı, her sanayi sektörü, her fabrika, maden havzası yukarıda saydığımız aynı nedenlere bağlı olarak iş cinayetlerine, tek tek ya da kitlesel ölümlere sahne olmaktadır. Bu örneğin bir yanını Tuzla tersaneleri oluştururken, diğer yanı Davutpaşa’daki kitlesel işçi katliamıdır. Bugün Davutpaşa ya da Tuzla dünyanın her noktasında yaşanmaktadır. İtalya’da 1 Mayıs gösterilerinde iş kazaları önemli bir gündem olabilmektedir. Kapitalizmin işleyiş yasalarının hüküm sürdüğü her yerde öncelikli olan emekçi değil kârdır, yaşanan iş cinayetleri bunun kaçınılmaz sonuçlarıdır. Sermayedarlar saraylarda saltanat sürerken, üretenler açlık, kan ve sefaletle boğuşmaktadır. Bu sefalet ve kıyım bu sınıf tarafından umursamazca karşılanmaktadır. Onların umursadıkları tek şey kasalarının ne kadar dolduğudur. Bu bariz umursamazlık GİSBİR’in kapitalist patronları tarafından da tam bir arsızlıkla sergilenmektedir.

GİSBİR patronlarının tersanelerde peşpeşe yaşanan iş cinayetlerine bağlı gelişen tepkilere karşı yaptıkları açıklamaların pervasızlığı ortadadır. GİSBİR Başkanı Murat Bayrak tersanelerde “abartıldığı” kadar ölüm yaşanmadığını belirterek, birilerinin “maksatlı” olarak faciaymış gibi yansıttıklarını ve Avrupa’da çok daha fazla ölümün yaşandığını ifade etmektedir. Murat Bayrak’a göre tersanelerde işçi ölüm oranı oldukça düşükmüş!

Bu tutum ve açıklamalar, işçi sağlığı konusunda tek bir adımın atılmaması bundan sonra da ölümlerin süreceği anlamına geliyor. Bu kan emiciler elbette yalnız değiller. Geçtiğimiz yıl peş peşe yaşanan iş cinayetlerine bağlı olarak gelişen kamuoyu tepkisini bertaraf etmek için Çalışma Bakanı Faruk Çelik devreye girmişti. Yaptığı sözde ilk denetlemede “gezdim, gördüm, ihmal yok” dedi, tepkiler artınca da “kandırıldım” deme yüzsüzlüğünü gösterdi. Bu ikiyüzlü tutumun gerisinde kendi sınıfdaşlarını tereddütsüz koruma bilinci yatıyor.

Arkası kesilmeyen işçi ölümleri karşısında bu ikiyüzlü tutum daha da belirgin bir hal aldı. Çalışma Bakanı daha sonraki dönemlerde GİSBİR ile aynı ağzı kullanmaya başladı. Döne döne işçinin cahilliğine bağladılar meseleyi. Oysa iş cinayetine kurban giden işçilerin önemli bir bölümünü kalifiye ustalar oluşturuyor. Daha sonra meclis bünyesinde kurulan komisyon denetlemelere başladı. Bu 15 kişilik ekip tersanelerde yüzeysel incelemeler yaptı. Komisyonun yaptığı bu sözde araştırma ve incelemeler de önlemlerin alınmasını sağlamadı. Zira eksikleri tespit etme yeteneğinden yoksun olan bu komisyon, uzmanları ve işçi temsilcilerini muhatap almıyor. Dolayısıyla bu komisyonun hiçbir meşruluğu yok. Meslek odalarının, hukukçuların ve işçi iradesinin yönlendireceği bir komisyon ise onların işine gelmiyor.

4-11 Mayıs tarihleri arasında kutlanan “İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Haftası” Tuzla tersanelerinde de gündemdeydi. Bu haftada İş Sağlığı ve Güvenliği Genel Müdürü (İSGÜM) Kasım Özer’in konuşması tartışmalara yolaçtı. Yaptığı konuşmayla hangi sınıfa hizmet ettiğini açıkça ortaya koyan bu sadık hizmetkâr yine yaşanan ölümleri “köylü işçilere” bağladı. Ancak, çok geçmeden yıllardır tersanelerde kalifiye eleman olarak çalışan İzzet Güder iş cinayetine kurban gitti ve biri mühendis 6 kişi yaralandı. Her köşesi kanlı olan bu dünya beşincisi Tuzla tersaneler cehenneminin patronları, devlet kurumlarıyla elele böyle kanlı bir saltanatı palazlandırma niyetindeler.

Sermaye ve kurumları Tuzla’da yaşanan cinayetler konusunda çözümsüzdür. Zira iş cinayetlerinin önüne geçebilmek, insanca çalışma ve yaşam koşulları sağlamak belli bir maliyeti olan bir dizi düzenlemeyi gerektirmektedir. Ancak, kârlılığı azaltacağı için buna uygun adım atmaları mümkün değildir. Burada mesele tek başına Tuzla meselesi de değildir. Bir bütün olarak fabrikalar, maden ocakları, işletmelerde yaşanan bir sorundur bu. Dolayısıyla sorun GİSBİR’i aşmakta, bir bütün olarak kapitalist sistemi ilgilendirmektedir. Taşeronluk yüzyılımızda sömürüyü arttımak için başvurulan yöntemlerden biridir. Bunu ortadan kaldırmak ve tüm gerekli önlemleri aldırtmak zorlu bir mücadeleyi gerektirmektedir.

Yaşama kavgasında çelik adımlarla yürümek!

Tuzla tersaneleri yeni ölümlere gebedir. Yeni patlamalara, elektrik çarpmalarına tek tek ya da toplu işçi ölümlerine adaydır. Çalışma Bakanlığı-Dok Gemi-İş ile yapılan iş güvenliği eğitimleri protokolü henüz yaşama geçmemiştir. Geçse bile asla çözüm değildir. Çünkü asıl üretimi yapan taşeron işçileri kapsamamaktadır. Üretim dışındaki personeli kapsamaktadır ki zaten ölümler burada yaşanmamaktadır. Dahası sorun bir iş güvenliği eğitimi sorunu değildir. İş güvenliği tedbirleridir ve bunlar patronlar için hayli masraflıdır.

Ölüm kampının yaşam kampına dönüşmesi militan bir işçi hareketliliğine bağlıdır. Tuzla tersaneleri ölümlere olduğu gibi militan direnişlere de gebedir. Sınıf devrimcilerinin öncülüğünde gerçekleşen Tersane İşçileri Birliği 2. Kurultayı’nda yapılmış tartışmalar bu açıdan yol göstericidir. Bu yol göstericilik 27 Şubat deneyimle de sınanmıştır. 2. Kurultay’da yapılan tartışmalar 2005 16 Haziran tersane direnişini değerlendirmiş, bu örneklerin havzanın genelini kapsayacak tarzda çoğaltılması gerektiğini saptamıştır.

27 Şubat direnişinde Tersane İşçileri Birliği’nin oynadığı rol önemli bir sınav olmuştur. Şimdi bu sınavın ışığında yeni zengin deneyimlerle grevin temellerini sağlamlaştırmak gibi temelli bir görev sınıf devrimcilerini beklemektedir. Zira sorunu görüşmeler yoluyla çözme girişimi iflas etmiştir. Tuzla cehennemindeki hükümranlık olduğu yerde durmakta, sorunlar konusunda tek bir adım atmayarak işçi sınıfını kavgaya davet etmektedir.

Davetleri kabulümüzdür!

İş cinayetlerini kendi başına değerlendirmek ve bu çerçevede mücadele etmek sorunun darlaştırılması olacaktır. Sorun son derece kapsamlıdır. Servis sorunundan soyunma dolaplarına, duşlulara, iş güvenliği tedbirlerine, taşeronluğa, çalışma saatlerine kadar bir bütünsellik taşımaktadır. Tek tek tersanelerde kurulan ve daha geneli kapsayan komiteler bu sorunları geniş bir kapsayıcılıkla ele almalıdır. Çalışılan işyerlerinde en basitinden en zoruna doğru kazanım elde edilebilecek tüm sorunlara komite bileşenleri kilitlenmelidir. Daha sadeleştirilmiş talepler yoğun bir mücadele sürecine konu edilmelidir. Örneğin bir taşeronda servis hakkı kazanabilmek bile büyük bir önem taşımaktadır. Bu ve buna benzer kazanımları çoğaltarak kalıcı kazanımları sağlayabilecek bir grevin örgütlenmesinin zemini döşenmelidir.

Zafer zorlu bir mücadeleyle kazanılacaktır!

Tuzla üzerinden anlatılmaya çalışılan, basının yansıttığı gibi bir trajedi değildir. Tersine mücadelenin kendisidir. Ostrovski “Mücadelenin bittiği yerde trajedi başlar” diyor. Tuzla’da hiçbir zaman bir trajedinin yaşanmasına izin verilmeyecektir. Tersane patronlarına ve onların uşaklarına gereken cevap onbinlerce tersane işçisinin gerçekleştireceği bir grevle verilecektir.

Tuzla tersanelerinde ortaçağ çalışma koşullarına mahkûm edilmiş işçileri her zaman bir mücadele dinamiği olarak vardı. Bugün ise daha güçlü bir dinamik olarak mücadele alanına çıkma imkanlarına sahipler. Tersane işçileri, en basit taleplerini dahi karşılamayan tersane patronlarının karşısına mücadele içinde adım adım örgütlenerek, güç ve deneyim biriktirerek çıktıklarında, bu bir avuç asalak bugünkü pervasızlığı sergileme gücünü bulamayacaktır.

Tersanelerde mücadeleyi kazanmanın yolu, büyük bir fedakarlık, kararlılık ve sabırla mücadeleyi örmekten, militan bir işçi hareketliliğini geliştirmekten geçiyor. Komünistler bu bilinçle görev ve sorumluluklarının gereklerini yerine getireceklerdir.

Komünist Tersane İşçileri