6 Haziran 2008 Sayı: SİKB 2008/23

  Kızıl Bayrak'tan
  Kürt sorununda “çözüm” tartışmaları
   1 Haziran mitingi fiyaskosu
Düzen içi dalaşmanın “telekulak” safhası
TÜSİAD enerjide özelleştirmenin bir an önce tamamlanmasını buyuruyor...
Kürt diline özgürlük!
AKP Kyoto’yu imzladı...
  İşçi ve emekçi hareketinden…
  Temiz bir damla su için bile sosyalizm!
  Bahar süreci, sınıf hareketi ve sol hareket
  Gençlikten...
  İşçi sınıfının ve sosyalizmin büyük şairi Nazım Hikmet yaşıyor!
  Petrol fiyat artışlarını protesto eylemleri yayılıyor...
  Suriye-İsrail görüşmeleri
Ortadoğu’ya barış vaadetmiyor!
  2008 Avrupa Futbol Şampiyonası egemenlerin elinde kirli bir araç işlevi görüyor...
  Habip Gül’ün mezarına saldırı!
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Sosyal yıkım saldırılarına karşı birleşik mücadele!

22 Temmuz seçimlerinden önce ve sonra yaşananlar, sermayenin kendi ihtiyaçları doğrultusunda bir çözüm aradığını gösterdi. Sermayenin öncelikli ihtiyacı kendi taleplerini karşılayacak bir hükümetin oluşturulmasıydı. AKP bu işin adresi olarak ortaya çıkarken, popülist uygulamaları ile halkın desteğini de almayı başardı. Halkta yaratılan “refah ve demokrasi gelecek” beklentilerinin aksine AKP, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda saldırı yasalarına hız verdi. Demokrasi ve özgürlük alanında bol bol demagoji yaparken baskı ve zoru daha da artırdı.

Sosyal yıkım saldırılarının amansız bir uygulayıcısı olan AKP hükümeti önce SSGSS’yi yasalaştırdı, ardından “istihdam paketi”ni onayladı. SSGSS yaygın eylemliliklerle karşılanırken “istihdam paketi” sessiz sedasız geçti.

Tüm bu saldırılar, kriz içinde debelenen kapitalizmin yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak üzere hayata geçirilmektedir. Dünya ölçüsünde uygulanan neo liberal saldırı programları krizin tüm faturasını işçi sınıfına ve emekçilere çıkartma programıdır. Sermayenin önündeki tüm engellerin kaldırılması ve daha esnek bir üretim süreci yaratılması olarak tanımlanabilecek neo-liberalizm özellikle “sosyal devlet” olgusunu hedef alan bir dizi politikanın hayata geçirilmesine yol açmıştır. Sovyetler’in çözülmesi ve Doğu Bloğu’nun çöküşü saldırıları daha kolay uygulama imkanı sağlamıştır.

Kapitalizmin krizi her geçen gün derinleşmektedir. Krize karşı sermayenin geliştirdiği çözümler ise kapitalizmin doğası gereği kârlılığa yönelik çözümlerdir. Kârlılık yönündeki her çözüm, öncelikle üretim sürecinde işçilerin daha fazla ve daha yoğun çalışması anlamına gelirken, yaşamın her alanının sermayenin denetimine girmesine yol açmaktadır. Bu kapsamda Türkiye’de, DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) ile imzalanan GATS (Hizmet Ticareti Genel Antlaşması) çerçevesinde bir dizi alan sermayenin talanına açılmıştır. Özelleştirmenin ve kamu alanındaki talanın resmi adı olan GATS 1995’de yürürlüğe girmiş, aynı yıl meclis tarafından onaylanmış, 2003’te AKP hükümeti tarafından tümüyle benimsenmiş, 2005 yılında ise kademeli olarak uygulamaya geçirilmeye başlanmıştır.

Örneğin Telekom’un özelleştirilmesi bu anlaşmanın ilk başlığı oluşturmaktadır. Başka bir örnek olarak da emekçilerin gecekondusuna “kentsel dönüşüm” bahanesiyle göz dikilmesini gösterebiliriz. Anlaşmada belirtilen başlıklardan biri de inşaat alanının yabancı sermayeye açılmasıdır.

Bu kategoriler arasında sağlık ve sosyal güvenlik hizmetleri de bulunmaktadır. SSGSS yasası da bu toplam dönüşüm içinde işçi ve emekçilere kesilen fatura olarak ortaya çıkmaktadır. Sessizce geçirilen “İstihdam paketi”nin “kıdem tazminatı”nı gaspeden bölümü ise, geniş kesimlerin tepkisini bertaraf etmek amacıyla şimdilik geri çekilmiştir.

Yasanın getirdiği bazı değişiklik şöyle:

* SSK ve Bağ-Kur prim borcunun tamamını, gecikme cezası ve gecikme zammının yüzde 15’ini bir ay içinde peşin ödeyenlerin borç faizlerinin yüzde 85’i silinecek.

* İşsizlik Sigortası Fonu’ndan GAP’a kaynak aktarılacak. F fondan sağlanan kaynak yatırımlardan elde edilecek gelirlerle geri ödenecek.

* İşe yeni alınan kadınlar ile 18-29 yaş arasındaki genç işsizlerin SSK primleri, 5 yıl boyunca İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanacak.

* Sigortalıların, malullük, yaşlılık ve ölüm sigortaları primlerinden, işverenin ödeyeceği 5 puan Hazinece karşılanacak.

* İşsizlik Sigortası Fonu’nun 2008’e ait 1 milyar YTL’lik neması ile gelecek 3 yıllık 2.5 milyar YTL’lik özelleştirme geliri GAP için kullanılacak.

* Özel sektörün çalıştırdığı özürlülerin SSK primleri Hazine tarafından karşılanacak.

* Asıl işveren ile alt işveren (taşeron şirket) arasında kurulan ilişkinin yazılı yapılması şartını getiren yasayda, eski hükümlü ve terör mağdurları için işverene getirilen zorunlu istihdam kaldırıldı.

* Kreş, işyeri hekimliği, işyerinde spor tesisinin kurulması gibi uygulamalarda bazı değişiklikler öngörülüyor.

Yasa kapitalist patronlara işe alım konusunda büyük serbestlik tanıyor. Devlet, patronların yerine getirmek zorunda oldukları bazı yükümlülükleri üstlenerek işten çıkarmaları kolaylaştırmış oluyor. Yeni yasa ile tecrübesiz ve asgari ücretle çalışmaya hazır gençler işe alınsın diye tecrübeli işçilere kolayca kapı gösterebilecek. Sermaye devleti böylece gençlerin istihdamının önünün açıldığını söylüyor. Genç işçi çalıştırmanın “ödüllendirilmesi” özünde düşük ücret dayatması demektir. Genç işgücünün daha fazla sömürülmesi bu yolla yasallaşmış oldu. İşin başka bir yönü de, bu paketle birlikte hem işyerlerindeki örgütlülüklerin dağıtılması kolaylaşmış hem de yenilerinin kurulması yaratılacak işçi sirkülasyonu ile engellenmiş oluyor.

Yasa kadın işçileri de atlamıyor. Geçmiş yasada bulunan “50’den fazla kadın çalıştıran işyerlerinde kreş açma zorunluluğu” ortadan kaldırılarak, bu güdük “kreş hakkı” bile tümüyle yok edilmiş oluyor. Çocukların bakımı tümüyle kadınların üzerine bırakılıyor. Çocuk bakımı toplumsal bir sorumluluk olmadığı ve kadının görevi olarak görüldüğü sürece de kadının üretim alanının dışına sürülmesi kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor. Ancak sermaye kendi ihtiyaçlarına göre kapattığı kapının yerine yenisini açmaktan da geri durmuyor. Çocuk bakımı yasa ile taşeron şirketlere bırakılıyor. Ancak asıl vurgun kadın istihdamına getirilen sözde özendiricilikle yapılıyor. Kadın işçi çalıştırmayı özendirdiği söylenen değişikliğe göre, ilk kez çalışmaya başlayan kadının ilk yıl için sosyal güvenlik primi devlet tarafından karşılanacak. Sonra bu oran yıllara bölünerek düşürülecek. Böylece primi devlet tarafından karşılanma “ayrıcalığı” sona eren kadınlar hemen işten atılacak.

Paketteki düzenlemeler “iş güvenliği”ne de neşter vuruyor. Yasa, patronların bir personeli iş güvenliği uzmanı olarak görevlendirmesine ya da bu hizmeti dışarıdan alabilmesine olanak tanımaktadır. İş güvenliğini kişilerin inisiyatifine bırakmanın ne demek olduğunu Tuzla Tersaneler gerçeği bize anlatmaktadır. Dışarıdan hizmet alımı da iş güvenliğinin piyasalaşmasına neden olacaktır. Patronların işletme içindeki yükümlülüklerinin gevşetilmesi ve bu alanda taşeron hizmeti satın alınması, iş sağlığı ve güvenliğini bir rekabet ve maliyet konusu haline getirecektir.

Yasada ayrıca “işyeri kurma izni” de kaldırılıyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın işyerlerinin kurulma aşamasından çekilmesi, çalışma yaşamını ilgilendiren pek çok konunun değerlendirme dışı kalmasına neden olacak ve işyerlerine ilişkin zaten yaygın olan denetimsizliği yasallaştıracaktır.

Yasanın en önemli yanlarından bir de fonların kullanımında ortaya çıkmaktadır. İşçi ve emekçilerden kesilen paralar fon, paket, prim derken sermayeye aktarılmaktadır. Milyarca YTL krize doğru yol alan sermayenin hizmetine sunulurken, devlet, sermayenin üzerindeki prim yükünü hafifleterek İşsizlik Sigortası Fonu’nu patronlara kaynak aktarma fonuna dönüştürmüş bulunmaktadır.

İstihdam sorunu devletin asli görevlerinden biri olmaktan çıkarılarak “özel istihdam büroları”na devrediliyor. Özel istihdam bürosu açmak için başvuru koşullarını düzenleyen mevcut madde hükmünden “Türk vatandaşı ve” ibaresi çıkarılarak emek istihdamı yabancı yatırımcılara da açılıyor ve bir piyasa unsuru haline getiriliyor.

Neo-liberal politikalar temelde sermayenin önündeki tüm engellerin temizlenmesi anlamına gelmektedir. Dünya çapında sosyal kazanımlara hızlı bir saldırı olarak gelişen bu yeni dönem, işsizliği, taşeronlaşmayı, kaçak çalışmayı ve düşük ücretleri de beraberinde getirmektedir. Tekellerin üretimi ucuz emek gücünün bulunduğu alanlara kaydırma ihtiyacı, yasalarda buna uygun değişiklikleri gerektirmektedir Bugünkü tüm saldırılar bunun için gündeme gelmektedir. İMF ve DTÖ gibi Türkiye ekonomisini doğrudan yöneten kuruluşların, AB sürecinin ve Maastricht Kriterleri’nin yaratmak istediği, sermaye için dikensiz bir gül bahçesidir. Bugün eğitim, sağlık gibi haklarımız hizmet sektörü olarak ilan edilmektedir. Herkesin kullanımına açık akarsu, kıyı gibi alanları özelleştirme çalışmaları sürmektedir. Önce mezbelelik hale getirip sonra da kasıtlı olarak televizyonlara gizli kamera çekimleri ile yansıtılan Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun özel sektöre devredilmesi gündemdedir.

Kriz batağında çırpınan, savaşlarla, baskı ve zorla, sosyal yıkım saldırıyla ayakta durmaya çalışan kapitalizm bir yokoluşa doğru gitmektedir. Ancak bunu yaparken, tüm dünyayı ve onun yarattığı büyük birikimi de yok etmektedir. Sosyal yıkım saldırılarının anlamı budur. Bunu durdurabilecek tek güç ise işçi sınıfı önderliğinde örgütlenecek bir mücadeledir.

Derinleşen sosyal yıkım süreci birleşik bir mücadele hattını tüm işçi ve emekçilere dayatmaktadır.


 

Sağlıkta ticaret ölüm demektir!

1996 yılında Şanlıurfa Doğum Hastanesi’nde sezeryanla yaptığı doğum sırasında Kızılay Kan İstasyonu’ndan alınan bir ünite kanla AIDS hastalığının pençesine düşen Müzeyen Işıkgöz, iki yıl sonra bebeğini kaybetmişti. Müzeyen Işıkgöz de düzenli tedavisi yapılmadığı için bu yıl hayatını kaybetti.

Yine Şanlıurfa’da bir yaşındaki çocuğun Devlet Hastanesi Kan Bankası’ndan aldığı kan nedeniyle HIV virüsü taşıdığı bildirildi. Y.Ç yanık tedavisi için Şanlıurfa’ya götürüldü ve Devlet Hastanesi Yanık Ünitesine yatırıldı. Bebeğe tedavisi sırasında verilen kanın tetkik sonucuna bakmayan görevli memurun, deftere negatif olarak işlediği daha sonra ortaya çıktı. Bir türlü iyileşmeyen bebeğin Adana’ya götürülmesi korkunç gerçeği ortaya çıkardı. 1,5 yaşındaki bebeğe verilen kan HIV virüsü taşıyordu.

AKP hükümetinin elinde oyuncak olan sağlık alanı, yeni skandallarla sarsılmaya devam ediyor. Yaklaşık iki yıldır süren “kene” meselesini koskoca bir sorun haline getiren ve “çorapların içine paçaları sokmak, pikniğe gitmemek” vb. “bilimsel” önerilerde bulunan hükümet, kapılarda kalan hastalardan zehirli şebeke sularına kadar birçok sağlık skandalına imza attı.

Sağlıkta özelleştirme politikaları devam ederken, hükümet şaaşalı kutlamalara, lalelere, kömür yardımlarına para akıtıyor. Bütçedeki açıklar Türk ordusunun Kürdistan’a yağdırdığı bombalarla artarken, bunun bedelini her yönüyle işçi ve emekçiler ödüyor.

Buraya kadar ifade edilenlerde yeni bir şey bulunmuyor. Ancak işin boyutları her geçen gün daha vahim bir hal alıyor. Artık iş, “sermayenin halkın cebine uzanan eli”nin ötesine geçmiştir. Özelleştirmeler, denetimsizlik, sermaye ve hükümet çevrelerine yeni rant alanları açma vb. uygulamalarla kitlesel ölümlere varabilecek duruma gelmiştir. Hastane kapılarında bekletilen insanların haberlerini daha sık duyar hale gelmemiz herşeyi açıklıyor.

Devletin sağlık skandalları karşısında “soruşturma açtık, sorumlular cezalandırılacak” vb söylemleri inandırıcı değildir. Ülkenin her yanında mantar gibi biten özel hastaneler eliyle yürütülmesi planlanan sağlık hizmetleri bundan sonra ölümü de yanında getirecektir. Herşeyi ticaret nesnesi haline getirenlerin bundan sonra yaratacağı skandallar sürpriz olmayacaktır.

AKP hükümetinin imzasını taşıyan bazı sağlık skandalları:

- İstanbul’da Nihal Çelebi Zeynep Kamil Hastanesi’nde doğum yaptı. Bebek iki gün sonra öldü. Aile 2 bin 281 YTL’lik faturayı ödeyemedi. Cenaze rehin kaldı. (8 Mart 2008)

- İzmir’de kuvöz bulunamadığı için yeni doğan bir bebek öldü. (8 Mart 2008)

- Şanlıurfa’da Temmuz 2005’te kanama geçiren bir kadın hastanede doktor bulamadı. Doktor hastayı özel yazıhanesine çağırdı. Fakir hasta parasızlıktan gidemedi, hastanede doğurdu ve yolda can verdi.

- Edirne, Manisa, Kayseri’de yenidoğan ünitesinde onlarca prematüre bebek mikrop kapması sonucu hayatını kaybetti.

- Bu olaylardan bir süre sonra İstanbul Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi yenidoğan ünitesinde iki gün arayla dört bebek öldü. Dört bebeğin enfeksiyon nedeniyle öldüğü söylendi.

- 25 Nisan 2008’de Adana’da, şeker hastası olduğu için sağ bacağını diz kapağının altından kaybeden ve tekerlekli sandalyeye mahkum olan Tijen Yılmaz, protez taktırmak için gittiği hastanede 50 YTL’si olmadığı için tedavi edilmedi.

- Sivas’ta 7 Temmuz 2007’de dördüncü çocuğuna hamile 26 yaşındaki anne, hastanede 1.5 YTL’lik ameliyat ipliğinin bulunmaması yüzünden yaşamını yitirdi.

- Adana’da 15 Nisan 2008 tarihinde meydana gelen tüp patlaması sonucu yanarak yaralanan 7 yaşındaki İbrahim Yıldırım, kaldırıldığı hastanede saatler boyu bekletildi.

- Aksaray’da günlerce kaynağı bulunamayan bir salgın nedeniyle 12 bin kişinin zehirlendiği olay unutulmadan bu kez Osmaniye’de benzer bir sağlık skandalı yaşandı. Aksaray’da kanalizasyon, içme suyu şebekesine karıştığı için binlerce kişi hastanelik olmuştu. Osmaniye’de ise ancak yakılarak yok edilebilen tıbbi atıkların Ceyhan Nehri’ne atıldığı ortaya çıktı.

- Adıyaman’da, 22 Aralık 2004’de 9. çocuğunu doğurduktan sonra rahatsızlanarak Kahta Devlet Hastanesi’ne kaldırılan, burada hastane merdivenlerinde sedyeden düşürülen kadın, Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yaşamını yitirdi.

- 26 Mayıs 2008’de çıkan bir habere göre; Bilim İlaç şirketinin çalışanı işten ayrılınca “kirlibilim.com” adlı sitede bine yakın doktora promosyon adı altında verilen hediyelerin -aralarında yurtdışı tatilleri, cep telefonu, bilgisayar vb. de var- tam listesini yayınladı.

- Halkalı’da yaşayan Temur ailesinin 14 aylık kızları Sıla, 15 Mayıs 2008’de kaynar suyla haşlandı. 4 hastaneyi dolaştıktan sonra Özel TEM Hospital’in yoğun bakım ünitesinde boş yer olduğu ortaya çıktı. Özel ambulans çağıramayan aile, 112’den yardım istedi. Büyük acı çeken Sıla, gecikmeli olarak gelen ambulansla TEM Hospitol’e kaldırıldı.

- 2005’in Temmuz ayında Sakarya Pamukova’da belediyenin sağlık memuru izne ayrılınca, yerine belediye mezbahasında görev yapan veteriner Akgül bakmaya başladı.


Bir ölüm kampı: Tuzla tersaneler

Dünyada yaşanan iş cinayetlerine baktığımızda, savaşlarda yaşanan ölümlerle eşdeğer bir tablo görürüz. Yapılan araştırmaların sonuçlarına göre, her yıl 1.2 milyon işçi iş cinayetlerine kurban gitmektedir. Her yıl 250 milyon işçi iş kazaları, 160 milyon işçi meslek hastalıkları ile yüzyüze kalmaktadır. Dünya ölçüsünde yaşanan bu ağır kayıpların önemli bir ayağını Türkiye oluşturmaktadır. Türkiye üzerinden baktığımızda, iş cinayetlerinin sıklıkla yaşandığı yer Tuzla tersaneleridir.

İş cinayetlerinin nedenlerinin başında, işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerinin alınmaması gelmektedir. İşçi sağlığı ve işgüvenliği, işyeri kapısından girer girmez oluşabilecek tüm risk faktörlerinin önlenebilmesini, yani tüm koruyucu önlemlerin alınmasını gerektirir. Hem mesleki hem de iş güvenliği eğitimi vermek patronun sorumluluğundadır. Ama bir avuç asalak takımı bugün örgütsüzlüğümüzden yararlanarak bizleri daha fazla sömürmek ve kârına kâr katmak çabasındadır.

İş cinayetlerinin diğer bir nedeni sayısı bini bulan taşeronların varlığıdır. Bir gemide onlarca taşerona bağlı olarak çalışan yüzlerce işçi içiçe çalışmanın sonuçlarını yaşamaktadır.

İş cinayetlerinin bir diğer nedeni uzun çalışma saatleridir. Ağır, yorucu ve uzun çalışma saatleri iş cinayetlerine adeta davetiye çıkarmaktadır.

Tuzla tersanelerde sık sık ölümler yaşanmaktadır. Tersane işçileri birleşik, kitlesel, militan bir direnişle ve sınıfa karşı sınıf şiarıyla harekete geçmeyi başardığında, her gün bir işçinin kanının aktığı bu ölüm kampı da yaşam kampına dönüşmeye başlayacaktır.

Tersane işçileri en insani taleplerini dahi karşılamayan tersane patronlarının karşısına mücadele içinde adım adım örgütlenerek, güç ve deneyim biriktirerek çıktıklarında, bu bir avuç asalak bugünkü pervasızlığı sergileme gücünü bulamayacaktır.

S. Y. Çağlar