15 Mayıs 2009
Sayı: SİKB 2009/18

  Kızıl Bayrak'tan
  Düzenin Kürt sorununda yeni
“çözüm” senaryoları
  Mardin katliamı ve perdelenmek
istenen gerçekler!
ABD Genelkurmay Başkanı Ankara’daydı...
Gençliğin 6 Mayıs anmalarından…
BDSP’nin Denizler’i anma eylem ve etkinliklerinden…
  “Engelliler Haftası” ikiyüzlülüğü...
  Grev ve direnişlerden
  İşçi ve emekçi hareketinden…
  Taksim 1 Mayısı’nın moral kazanımlarını geleceğe taşıma görev ve sorumluluğu!
  BMİS Eskişehir Şube Başkanı Bayram Kavak ile Eskişehir 1 Mayısı üzerine konuştuk...
  Salgın hastalıkların sorumlusu kapitalizmdir!
  Kapitalizmin sömürü çarkları döndükçe, işçiler ölmeye devam edecek!
  İTÜ Şenliği: Çok yönlü ve zengin etkinlikler!
  Dünya işçi-emekçi hareketinden…
  Afganistan’da kitlesel kıyıma protestosu… .
  Emperyalistlerin kışkırttığı gerici savaş Pakistan’a taşındı!
  İşçi sınıfı “makulu” berhava ederek şekillenir
Volkan Yaraşır
  Bir katliamın düşündürdükleri…
M. Can Yüce
  Anti-faşist zaferin 64. yıldönümü!
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

İşçi sınıfı “makulu” berhava ederek şekillenir

Volkan Yaraşır

2009 1 Mayısı’nın ülke çapında yaygın, geniş yığınlarca ve coşkulu bir şekilde kutlanması ve özellikle bütün baskı, tehdit ve devlet terörüne rağmen Taksim’in sokak sokak çatışılarak kazanılması işçi hareketi açısından son derece önemli bir merhale oldu.

Taksim’e çıkılması hem bir geleneğin bugün ve gelecekle bağını kurması, hem de net bir irade savaşının dışa vurumuydu. Aynı zamanda ahlaki bir duruştu.

1 Mayıs her şeyden önce Ocak 2009’dan beri ülke gündemini belirleyen yerel seçim atmosferini ve yarattığı sinizmi hızla dağıttı. Bu süreç sınıfı deklase edici sonuçlar doğurmuştu ve içinde ciddi tehlikeler barındırmaktaydı.

1 Mayıs kutlamaları ve özellikle Taksim’in kazanılması sınıfa militan ruh, özgüven ve moral verdi. Ve sınıfın bu militan ruha, özgüvene ve morale ihtiyacı vardı.

1 Mayıs süreci ve 1 Mayıs’ta yaşananlar sınıf hareketinin seyri konusunda tam bir laboratuar işlevi gördü. Bu seyri dört başlık altında toplayabiliriz. Sermaye ve devletin sürece yaklaşımı, sendikal bürokrasinin süreç içindeki olası yeni konumlanışı, solun süreci kavramada ve değiştirmedeki rolü ve son olarak sınıfın geniş yığınlarının durumu ve yönelimi.

1 Mayıs’ın tatil edilmesi en başta sermaye ve AKP hükümetinin 1 Mayıs’ın içeriğini boşaltma hamlesi olarak dikkat çekti. AKP’nin seçimlerde oy kaybetmesi, AB’yle TC’nin entegrasyon süreci, sol ve sağ liberallerin AKP’den giderek uzaklaşması böylesi bir adımı etkilese de, asıl amaç bir iç boşaltma ve etkili bir halüsinasyon yaratma gayretiydi. Bu manevra ve 1 Mayıs’ta yaşananlar önümüzdeki dönemde sermaye ve AKP hükümetinin izleyeceği olası politikalar hakkında fikir verici içerikte oldu.

Kapitalist krizin sınıfın yıkıcı gücünü tetikleme olasılığı, bugünden sermaye ve AKP hükümetini harekete geçirdi. Sınıftan yükselebilecek en ufak tepkiye karşı tahammülsüzlükleri açığa çıktı. Sınıfın birleşik ve kitlesel bir güç olmasını engellemek için temel araçların şiddet, baskı ve tehdit olduğu netleşti. Ayrıca aşamalı blokaj taktikleriyle sınıfın gücünü dağıtmak, mücadeleyi lokalize etmek, direnişi kırmak, emek güçlerini parçalamak yönünde adımlar atılacağı netleşti. Bundan sonra şiddetin daha rafine kullanılması ve eylemlerin kriminalize edilmesi yönünde yeni taktikler devreye sokulabilir. Devlet terörü yaygınlaştırılarak, konsantre edilebilir. Sınıfın kimliğinin deforme edilmesi ve bilincinin köreltilmesi yönünde sistematik ideolojik terörle, çıplak terörün bir arada kullanılması gündeme gelebilir. 1 Mayıs devlet terörünün çıplak terör ve ideolojik terörle harmanlanarak hayata geçirilmesinin verileriyle yüklü bir pratik oldu.

Taksim’e çıkan Türk-İş ve Hak-İş’li sendika bürokratlarına polisin karanfil dağıtması, öte yandan Taksim’i zorlayan işçilere ve devrimcilere karşı gaz, cop, plastik mermi kullanılması ve yoğun şiddet uygulanması boşuna değildir. Taşların, sapanların, limon ve kül tablalarının “terör örgütlerinin” suç aletleri olarak lanse edilmesi, gülünç olmasının yanında bir yaklaşımın ürünüdür. Ayrıca 20 binin üzerinde polisin Taksim bölgesini kuşatması, 500’ün üzerinde insanın gözaltına alınması, 2’si ağır, 50’nin üzerinde yaralının olması, şiddetin boyutunu ortaya koymaktadır. “Makul olan” bunun üzerinden inşa edilmiştir. “Makul olan” devletin belirlediği ve kontrol ettiği, hatta yönlendirdiği ilişki ağlarını tanımladı.

Sermaye ve AKP hükümeti bir sınıf refleksi olarak işçi sınıfından gelebilecek tehlikelerin farkındadır. Önümüzdeki dönemin son derece sert geçeceğini görmektedir. Taksim’in başbakan dahil, resmi mercilerce bir savaş cephesi gibi korunmaya çalışılması, aslında bugünden olası gelişmelere karşı devletin nasıl tavır alacağını, iradesini ve aklını nasıl ortaya koyacağını gösterdi. Sınıfın yaşadığı atomizasyon ve yaygın örgütsüzlük durumu sermayeye bazı şanslar verse de sınıf mücadelesinin seyrini kontrol etmeleri mümkün değildir. Sınıf mücadelesi kendi zenginliğini yaratarak gelişir.

Kapitalist krizin çok boyutlu ve senkronize bir içerikte olması, yani gıda, hegemonya ve uygarlık krizleriyle çakışması ve iç içe geçmesi önümüzdeki dönemin büyük altüst oluşlara sahne olacağını göstermektedir. G-20 zirvesi her ne kadar ABD’nin eşitler içinde birinci olma (AB, Çin ve Rusya’nın yanında) çabasını açığa çıkarsa da hegemonya krizi derinleşerek sürüyor. Dünyayı sarsacak gıda krizi tetiklenmeyi bekliyor. Kapitalizmin çürümüşlüğü bu uygarlığın iliklerine kadar sızmış durumda. Kriz bütün bu faktörleriyle yeni bir tarihsel dönemi simgeliyor. Böylesi krizlerin yeni güç ilişkilerini, yeni jeo-politiği ve yeni kurumsal ve hukuksal mekanizmaları doğurduğu bilinmektedir. Ayrıca Rosa Luxemburg’un deyimiyle düzenleyici savaşlar bu dönemlerin vazgeçilmez aracıdır. Bu savaşlarla kapitalizm bir yanıyla anarşisini atarken, diğer yanıyla sermayenin değersizleşmesine karşı hamleler yapar. Bugün üçüncü paylaşım savaşını ya da düzenleyici savaşları bölgesel savaşlar içinde görebiliriz. Bu anlamda Ortadoğu, Orta Asya ve Orta Afrika önümüzdeki dönemin savaş alanlarıdır.

TC yeni jeo-politiğin kilit coğrafyası içinde yer almaktadır. Özellikle Ortadoğu’nun yeni dizaynında aktif rol almaya adaydır. IV. BOP dönemi* diye de adlandırabileceğimiz bu süreçte ABD, askeri gücünün büyük bir kısmını çekip bölgede kalıcı karargahlar kurarak, enerji kaynaklarını ve yollarını denetlemeyi amaçlıyor. Ayrıca bölgede (TC, İsrail, Mısır ve Kürt Federe Devleti gibi) bir dizi devleti uç beyi gibi konuşlandırmayı hedefliyor. Uç beylerine hem aktif taşeronluk, hem de neo-lejyonerlik misyonu yükleniyor. TC bu uç beyliğine adaydır. Uç beyliği emperyalist agresyonun parçası olma halidir. Neo-Osmanlıcılık gibi alt emperyalist hayaller TC’nin aktif taşeronluğa hazırlığının ifadesidir. Böylesine bir süreç ülke içinde katı, otoriter bir rejimi koşullarken, ülke dışında emperyal politikaların mızrak ucu gibi hareket etmeyi gerektiriyor. Bu süreç bir yanıyla da hızlı bir militarizasyon süreci olarak kendini ifade ediyor.

Krizin yıkıcı etkilerinin açığa çıkmasıyla 2010 yılının ortalarında işsiz sayısının 10 milyona yükselmesi büyük bir olasılıktır. 2008 Eylül’ünden itibaren resmi rakamlara göre 500 bin, gayrı resmi rakamlara göre 850 bin kişi işsiz kaldı. Zaten açık ve sayılamayan işsizlerin toplamı 6 milyondu. Bu sayıyla birlikte toplam işsiz sayısı 7 milyonu buldu. Eldeki ampirik verilere göre önümüzdeki 1,5-2 yıl içinde bu sayıya 3 milyona yakın işsizin eklenmesini bekleyebiliriz. Eğer bu işsiz yığınlar sınıfın organik parçası haline getirilemezse, hızla mobilize edilerek ülke içinde etnik, dini, milli polarizasyonun tarafına dönüştürülebilir. Öte yandan bu yığınlar TC’nin yeni Ortadoğu dizaynında, Irak ve Afganistan’da yükleneceği “görevlerde” neo-lejyoner olmaya adaydır.

Bu büyük altüst edici gelişmeleri engelleyecek tek güç sınıf hareketidir. Sınıf hareketinin gösterebileceği kolektif reaksiyon, sistemin korkulu rüyasıdır. Bundan dolayı önümüzdeki dönem sınıfın göstereceği her tepkinin devlet terörüyle boğulması, aynı zamanda eylemlerin ve direnişlerin bloke ve kriminalize edilmesi beklenmelidir. Sınıfın bağımsız ve birleşik gücünü dağıtmak yönünde son derece stratejik adımlar atılabilir.

TC’nin bir yandan Ortadoğu’da uç beyliğine sıvandığı, öte yandan yeni sermaye birikim rejiminin uzantısı olarak Çin ve Vietnam çalışma rejiminin inşa edildiği koşullarda yükselecek bir toplumsal muhalefete tahammülü yoktur. Çünkü Nazi çalışma rejimini andıran uygulamaların devreye sokulması inanılmaz bir sömürü çarkını yaratırken sermaye karına kar katma olanağına kavuşmaktadır. İçeride baskı ve otoriter gelişmeler sınıfı ezerken, dışarıda emperyalist agresyon politikalarına tabilik sermayenin aç gözlülüğünü ve hırsını ancak doyurabilir. Bunun işçi sınıfı için anlamı açlık, yoksulluk, işsizlik ve sefalettir, kan ve gözyaşıdır.

Sendikal bürokrasinin bu dönemde yeni işlevler yüklenmesi olasıdır. AKP iktidarının siyasal İslam’ı Vietnam-Çin çalışma rejiminin ideolojik çimentosu olarak devreye sokması yanında önümüzdeki süreçte neo-korparatizm diye tanımlayabileceğimiz gelişmelerin yaşanması muhtemeldir. TC’nin Portekiz’de Salazar’ın korparatist devletine benzer neo-korparatist bir devlet yapılanmasına girme eğilimi gözlemlenmektedir. Salazar’ın “sessizlik içinde devrim” diye de tanımladığı bu süreç, devlet-sermaye-sendika üçlüsü içinde devletin açık desteğiyle sermayenin karının önündeki bütün engellerin kaldırılması hedeflenmektedir. “Sınıf çatışması” yerini sınıf işbirliğine bırakırken sendikalar sınıfı denetleyen, onun devrimci kimyasını bozan, sistemin rektifikasyonunun aracına dönüştüren bir işlev yüklenirler. Bu anlamıyla korparatizm salt iktisadi değil, manevi boyutlara da sahiptir. Mussolini’nin dediği gibi “Faşizm, yalnız kanun yapıcı ve müessese kurucu bir devlet nizamı değildir. Aynı zamanda terbiyeci ve harekete geçiricidir. İnsan hayatını şekilde değil, ruhta, karakterde ve imanda yoğurmak gayesindedir”. Devlet yapılanmasındaki bu metamorfoza bağlı olarak sendikal bürokrasinin de hızla neo-korparatist bir yapıya dönüşüp, yine Mussolini’nin dediği gibi “Her şey devletle, her şey devlet için” şiarını benimsediği gözlemlenmektedir. Siz bunu “her şey sermayeyle, her şey sermaye için” diye de okuyabilirsiniz.

Sendikal alan bir taraftan dinsel gericiliğin nüfuz alanına dönüştürülüp, klerikal sendikacılığın zeminleri yaratılırken, diğer taraftan sınıf bilinci ve kimliğini deforme eden, sınıf işbirliğini yücelten neo-korparatist yapılar haline gelmesi yönünde adımlar atılmaktadır. Müslüman kardeşliği vurgularıyla patron-kliyent ilişkisinin korparatist ilişkilerle iç içe geçmesi, evrilmesi, birbirini tamamlaması kolaydır. Türkiye’deki sendikal yapılarda bunun ciddi zeminleri vardır. Bu gelişmeler bir yanıyla da neo-Osmanlıcılık politikalarını tamamlayıcı içeriktedir. Çünkü yaşanan süreçte devletin sınıflar üstü algılanması, neo-korparatist düzenlemelerle sömürünün perdelenmesi, ılımlı ve uyumlu İslam politikalarıyla sınıf işbirliğinin yaygınlaştırılması egemenlere muazzam olanaklar sağlayacaktır.

Hak-İş klerikal sendikacılık ve neo-korparatist düzenlemeler anlamında önemli ataklarda bulunmuştur. Türk-İş de hızla Hak-İş’leşerek önündeki “pürüzleri” aşmaktadır. Bu iki konfederasyonun bu zamana kadar sermaye ve devletle girdikleri ilişkilerin derinleşip, daha da rafineleşmesi beklenmelidir. 1 Mayıs’ın Kadıköy’de kutlanma tercihi ve Kadıköy’de yapılanın, 1925’ten sonraki 1 Mayıs’ların bahar bayramına dönüştürülmesine benzer bir şekilde gerçekleşmesi ilginçtir. Devlet kontrolündeki bu 1 Mayıs’larda Kazlıçeşme’de “kuzu çevirme ve piknik” organizasyonları yapılmaya başlandı. Kadıköy eylemi de bunu andırdı, bir 23 Nisan gösterisine dönüştü. Bu hafife alınacak bir adım değildir. Düne kadar iki konfederasyonun da 1 Mayıs’ı komünist bayramı diye anmaları unutulmamalıdır. O zamanki reaksiyonel tavır bugün içerik boşaltmaya yönelik bir tavra dönüşmüştür. Ve bundan sonraki dönemde işçi sınıfından yükselecek her gelişmenin aynı muamelelere maruz kalması olasıdır. Zaten Türk-İş içindeki birkaç sendika sayılmazsa bu süreç başlamıştır ve hızla kökleşmektedir. Hak-İş ise siyasal iktidarın tam bir aparatı haline dönüşmüştür. Patron-kliyent ilişkilerini bugün açık açık savunabilmekte ve uygulayabilmektedir. Taksim’e çıkıp, polisten karanfil alma sahneleri tam bir bilinç karartma operasyonudur. Burada veren de alan da yaptığını iyi bilmektedir. Mesaj yerini bulmuştur. Ve yönelim göstericidir. İş artık devletle basit bir işbirliğinden öte, neo-korparatist bir yapıya dönüşme halidir. 1 Mayıs’a işverenlerin davet edilmesi, krize yönelik sosyal uzlaşma vurguları yapılması, sınıfın işsizlikle korkutulup terörize edilmesi boşuna değildir. Bu bir yanıyla önlem, bir yanıyla da savunma refleksidir. Her şeyden önce kriz sürecinin yıkıcı etkileri ve sınıftan yükselecek tepkiler sendikal bürokrasiyi tedirgin etmektedir. Bunun somut örneği 1989 bahar eylemlerinde yaşandı. Bahar eylemlerinin yıkıcı dalgası 40 yıllık Türk-İş bürokrasisini tarumar etmişti. Neo-korparatist adımlarla sınıfın felç edilmesi, eylemlerin boşa çıkarılması, kimliğinin ve bilincinin deforme edilmesi amaçlanmaktadır.

DİSK de bu dönüşümlere aday yapılardan biridir. Sosyal demokrat ve sol liberal feyizlerle hareket eden DİSK, her fırsatta “işimi seviyorum, fabrikamı seviyorum” sloganlarıyla sosyal uzlaşma mesajları vermektedir. İkinci dönem DİSK süreci zaten sosyal uzlaşma politikalarının hayata geçirildiği bir süreçtir. Sınıftan uzak, sınıfa yabancı ve hızla marjinalize olan tarzda sendikal politikalar hayata geçirilmiştir. Sosyal uzlaşma, bünyesinde zaten korparatist potansiyeller barındırır. DİSK’in 1 Mayıs’ta makulün oluşmasında payını da görmek gerekir. Daha önce birçok eylemde ve kendine bağlı sendikaların yaptığı toplusözleşmede görüldüğü gibi…

KESK bugün sol-bürokratik bir kasta dönüşmüştür. Bir sendikal yapı olmaktan çıkmış, siyasal güçlerin nüfuz alan savaşlarını gerçekleştirdiği bir platforma dönüşmüştür. KESK hızla şekilsizleşmekte ve marjinalize olmaktadır. Bürokrasi bütün bünyeyi felç edici boyuta ulaşmıştır. Bu süreç taşıdığı potansiyeli de eritmiştir ve eritmeye devam etmektedir. Dünkü meşru, militan ve radikal duruş ve tavır alış, yerini sosyal diyaloga ve devletle flörte bırakmıştır. KESK’in yaşadığı bu dekadanstan, sınıfın evrenini anlamaktan uzak ve KESK’i de kendi marjinalliklerini aşma alanı olarak gören ama her yaptıklarında da giderek marjinalleşen siyasal yapılar sorumludur.

Bugün işçi sınıfının en temel görevlerinden biri sendikal bürokrasiyi ve neo-korparatist ilişkileri dağıtmak ve parçalamaktır. Kriz süreci sınıfa olağanüstü olanaklar sunmaktadır. Sorun sınıfın hızla şekillenmesi ve yeniden yapılanmasıdır.

Yerel seçim süreci Türkiye solunda bir dizi kesin ayrışmanın önünü açtı. Yerel seçimlerde legalizmin ve parlamentarizmin anaforuna kapılan sol sınıftan yükselen tepkileri anlamadı, görmedi ve ilgilenmedi. Bu temelde ideolojik-politik hatla ilgili bir sorundu. 1 Mayıs bu süreci derinleştirdi. 1 Mayıs’ta, hem de aceleci bir tarzda Kadıköy vurgusu yapan bazı sol guruplar (Çağlayan çağrısı da bundan farklı değildi), tam bir krotism (kuyrukçuluk) içine düştü. Reel politiker yaklaşım, sınıfı bir nesneler yığını görme eğilimi klerikal/neo-korparatist sendikal yapılara güç verdi.

Bir başka boyut ise Türkiye solunun büyük bir kesiminin her ne kadar sınıf odaklı çalışmayı merkezine koymasa bile taşıdığı devrimci ruhtu. Aslında Taksim, bir kortej yürüyüşüyle değil, arka sokaklardaki çatışmayla kazanıldı ya da bütün manayı burada buldu. Militan, kararlı, özverili, inatçı bu ruha sınıfın ihtiyacı var. Solun da sınıfla bütünleşerek var oluşunu yeniden inşa etmeye ihtiyacı var.

1 Mayıs sınıfın önündeki en önemli ihtiyaçlarından biri olan militan mücadelenin ve öfkenin sokaklarda kazanılmasını göstermesi açısından önemli oldu. Fabrikayla sokak diyalektiğinin sarsıcı gücü ortaya çıktı. Devletin sınıfı makul olma çeperinde sıkıştırması, devrimcileri kriminalize etme, marjinal gruplar olarak gösterme gayreti her şeye rağmen sokakta aşıldı. Devrimciler sınıfla bütünleştiği, sınıfın devrimcilerle kaynaştığı ölçüde bu ve benzeri yapılan tüm operasyonların boşa çıkarılacağı ortadadır. En başta sınıfla hakiki, organik ve maddi bir ilişki kurmak ideolojik ve teorik Rönesans’ı yaratmak önemli olacaktır. Sınıfla bütünleşmeyen saf ve salt radikallik, mezhepleşmeye yüz tutmuş bir yapının da kendini dışavurumu olabilir, tarih bunun örnekleriyle doludur. Sorun fabrikalardaki nabzı tutmak ve fabrikalarda atan nabız olmaktır. Sınıfın radikalliği ve militanlığı atölyelerde, organize sanayi bölgelerinde, fabrikalarda yavaş yavaş, biriktire biriktire şekillenir.

1 Mayıs’ta azımsanamayacak oranda işçi yer yer çatışmalara da girerek Taksim’i zorladı ve Taksim’e çıkanların büyük bir kısmı da işçiydi. Taksim’e çıkmak her şeyden önce bir şeyleri göze almaktı. Ve bir duruşu ifade ediyordu. Bu sınıfın ihtiyacı olan bir duruş ve tavır alıştı. Şimdi bu ruhun fabrikalara, organize sanayi bölgelerine, atölyelere taşınması önemli. Gürsaş, Tezcan, Sinter ve Brisa fabrika işgal eylemleriyle açığa çıkan öfke 1 Mayıs’ta taçlandı. Bir anlamda öfke ateşlendi.

Önümüzdeki dönemin sert geçeceği sınıfın her direnişinin, her eylemin açık çatışma potansiyelleri taşıdığı ortadadır. 1 Mayıs sınıfın gücünü dağıtmak anlamında devletin blokajlar uyguladığı, filtre ve enterne etme taktiklerini hayata geçirdiği bir pratik oldu. Amaç eylemi lokalize etme ve etkisizleştirmeydi. Benzer uygulamaları bundan sonra her eylem ve direnişte görmemiz mümkündür.

1 Mayıs deneyimi bize teorinin ve tarihsel pratiğin vurguladığı gibi sınıfın devrimcileştiği ölçüde yıkıcı bir güç olabileceğini gösterdi. Uvriyerizmle işçiciliği ayıran en temel özellik de sınıfı bir nesneler yığını olarak görmek ya da onu komünizmin kurucu öznesi olarak ele almaktır. Kurucu özne devrimci olduğu ölçüde anlamlı ve manalıdır.

Şimdi görev kapitalist krize karşı işgal, direniş, grev, blokaj (plaza ve yol blokajı gibi) ve sabotaj eylemlerini yaygınlaştırmaktır. Aynı zamanda bu eylemler arasında organizasyonu sağlamak ve oluşturulacak taban örgütlenmeleri aracılığıyla her türlü saldırıya karşı bugünden savunma komiteleri ve direniş komiteleri kurmaktır. Artık işten atılmaların yapıldığı her işyeri, sınıfın onuruna, kimliğine ve geleceğine yönelik her saldırının yapıldığı yer işgal, direniş ve grev alanıdır.

Bugünün en temel sorunu model kimlikler ve model eylemler yaratmaktır. Desa’da Emine Arslan, Deha’da Saliha Gümüş dönemin model kimlikleridir. Taksim’e çıkma iradesi, Sinter, Brisa, Tezcan, Gürsaş fabrika işgal eylemleri dönemin model eylemleridir. Çoğaltılmalı ve yaygınlaştırılmalıdır. Çünkü her direniş, her pratik sınıfın en iyi öğretmeni olacaktır. Önümüzdeki günler kapitalizmin yıkıcı etkilerinin açığa çıkacağı günlerdir. Bundan dolayı ülkedeki bütün işçi havzaları sınıfsal gerilimin en üst noktaya ulaşacağı alanlar olacaktır. Öfke ve kin birikecektir. Sınıfın bu öfke ve kine ihtiyacı var. Yaratılacak pratikler havzaların alev topuna dönüşmesinin kıvılcımları olabilir.

Unutulmasın, sınıf kendine dayatılan her düzeydeki makulü aşarak öznel ve nesnel şekillenmesini yaratır. Sermayenin açık savaş açtığı bir dönemde sınıfın makul olmaya değil isyana ve öfkeye ihtiyacı vardır. Makul olmak veya makul olma tavsiyeleri sınıf düşmanlığıdır. Artık her şey meşrudur.


* Daha geniş bilgi için bakınız; Volkan Yaraşır, Balkanlaşma ve iç savaş sarmalında Ortadoğu (adlı makale)