13 Haziran 2014
Sayi: KB 2014/24

Sermaye iktidarı çözümün değil
sorunun kaynağıdır!
“Çözüm” değil, eşitlik ve özgürlük özlemlerini boğma süreci…
Şovenizmle suçlarını örtmeye çalışıyorlar!
“Çözüm süreci” kalekol güvencesindeydi!
Lice katliamına yaygın eylemlerle yanıt
Taşeron köleliğine karşı mücadeleye!
Sendika ağaları
destek veriyor!
Yatağan işçileri Türk-İş Genel Merkezi’ni işgal etti!
Seyitömer işçisi
yine direnişte!
Soma ve Seyitömer’in öfkesini
Greif deneyimiyle birleştiren sınıf yenilmez!

DİSK Genişletilmiş Başkanlar Kurulu’na Rıdvan Budak damgası

Metal grup TİS süreci başlarken...

MİB MESS Grup TİS süreci genel toplantısı

Bunalımlar, savaşlar ve devrimin olanakları-A. Eren
Finans kapitalin militarizasyonu: NATO ve AMB kararları
ABD ile işbirlikçilerinin beslediği IŞİD Musul’da
Brezilya kupaya grevle hazırlanıyor!
Ekim Gençliği II. Yaz Kampı’nda buluşalım!
Gençlik hareketinin örgütlenme ihtiyacını karşılamak için...
İşçilerin cansız bedenleri üzerinde yükseliyorlar
Kadına yönelik
şiddet raporu
Çocuk istismarı- 2
“Hayatın olduğu her yerde savaşmak istiyorum!”
Eserleriyle ışık saçmaya devam eden büyük yazar
Greif direnişinin deneyim ve dersleri tartışılıyor
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Bunalımlar, savaşlar ve devrimin olanakları

A. Eren

 

Komünist hareket, içine girdiğimiz tarihsel döneme ilişkin değerlendirmesini, 2009 yılında toplanan TKİP III. Kongresi’nde şöyle özetlemişti:

İnsanlık yeni bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine girmiş bulunmaktadır. Bunalımlar ve savaşlar halen günümüz dünyasına damgasını vuran yakıcı olgulardır. Birbirine sıkı sıkıya bağlı bu iki olgusal gerçek yeni bir devrimler döneminin de dolaysız bir habercisidir. Dünya işçi sınıfı ve emekçilerinin kapitalist bunalımların ve emperyalist savaşların büyük yıkım ve acılarına yanıtı bir kez daha devrimler olacaktır...” (TKİP III. Kongresi Bildirisi...)

Bazı çevreler tarafından “ütopya” gibi algılanabilen bu temel önemdeki değerlendirme, günümüzde toplumsal gelişmeler ve sınıflar mücadelesi gerçekleri tarafından, özü itibarıyla doğrulanmış bulunmaktadır.

Sınıflı toplumlar tarihinin çatışmalı seyri, kapitalizmin gelişim ve egemenlik ilişkilerinin düz bir çizgide seyretmediğini gösterir. Ücretli emek sömürüsünde ortaklaşan kapitalistler, iktidar ve rant paylaşımı için aralarında çatışırlar. Kapitalizmin “eşitsiz gelişim yasası”na bağlı olarak bazı güçlerin gelişmesi, bazılarının ise gerilemesi, emperyalist güç merkezleri arasındaki çatışmayı da kaçınılmaz kılar. Bu çatışmaların sonuçlarını, yoğun sermaye birikimine ve militarist savaş aygıtlarına hakim olanlar belirler. Farklı tarihsel dönemlerde, hegemonyanın emperyalist güçler arasında el değiştirmesi, bu kurallara göre işlemektedir. Hegemon olan güç emperyalist güç (1950’den sonra ABD), hem dengeleri koruyabilmek hem rakip devletlerin gelişimini önleyebilmek için, hiçbir kural tanımaksızın, halen tanığı olduğumuz barbarlık örnekleri olan emperyalist işgal savaşlarına başvururlar.

Kapitalizmin bunalımlar dönemi, hegemonya uğruna çatışmaları inanılmaz bir biçimde hızlandırdı. Milyonlarca insanın yaşamına, onlarca ülkenin harabeye çevrilmesine neden olan her iki emperyalist dünya paylaşım savaşı böylesi süreçlerin ürünleri olmuşlardır. Kapitalizm böyle dönemlerde, içeride ardı arkası kesilmeyen sosyal saldırıları yoğunlaştırır; saldırganlığa karşı gelişecek olan devrimci toplumsal tepkileri bastırabilmek için ise, “sivil” faşistleri sokaklara salar ve polis devleti uygulamalarını yoğunlaştırır. Dış politikada ise yoğun bir silahlanma, militarizm ve emperyalist saldırganlığı bayrak edinir ve buna uygun yasal düzenlemeler yapar. Tüm bu hazırlıkları ise, “düzeltici savaşlar” olarak da bilinen ve kriz dönemlerinin kaçınılmaz ürünleri olan emperyalist sömürge savaşları takip etmektedir.

Nitekim II. emperyalist paylaşım savaşı ile dünyanın emperyalistler tarafından tekrar paylaşılması ve egemenlik ilişkileri yeniden dizayn edilmiştir. ABD emperyalizmi bu savaştan tartışmasız egemen güç olarak çıkmıştır. Alman emperyalizmi ise askeri olarak yenik çıkmasına rağmen, bu ülkenin kapitalist tekelleri (Krupp, Thysen, Siemens, Mercedes, Volkswagen, vb.) savaştan büyük vurgunlar vurarak çıkmışlardır. Bu zenginliğe de dayanan Alman kapitalizmi savaşın yarattığı yıkımı hızla geride bırakarak dünya egemenlik sistemi içerisinde tekrar yerini aldı. Aynı tarihi dönemlerde ABD emperyalizminin tartışılmaz ekonomik ve askeri gücü karşısında, egemenlik pastasından daha büyük dilimler kapabilmek amacıyla, Avrupalı emperyalistler güçlerini birleştirdiler. Başını Almanya ile Fransa’nın çektiği Avrupa ekonomi ve gümrük birliği 1957 yılında altı ülke tarafından böylesi bir ihtiyacın ürünü olarak kurulmuştur. Bu birlik kademeli olarak, bugün yirmi yedi ülkenin üyesi olduğu Avrupa Birliği’ne dönüşerek, ABD ve Japonya’nın yanısıra dünyanın üçüncü emperyalist egemen gücü haline gelmiştir.

Kapitalizmin “eşitsiz gelişme yasası” ve
değişen dünya dengeleri

II. emperyalist paylaşım savaşını izleyen yıllarda ABD ve Avrupa’da yaşanan ekonomik büyüme, ‘70’li yıllarda yerini durgunluğa, buhranlara ve bölgesel krizlere bıraktı. Kapitalist sistemin yapısal sorunu olan bu krizler, sistem içerisindeki güç ve egemenlik dengelerinde de altüst oluşları beraberinde getirmektedir. 2008 yılında dünyayı saran ve 1929’daki yıkıcı bunalımla kıyaslanan kapitalizmin küresel krizinin öngünleri olan 2007’de, Almanya’nın Heiligendamm şehrinde toplanan G7/G8 ülkelerinin yapmış oldukları toplantının kapanış deklarasyonunda bu durum şöyle itiraf edilmiştir:“Gelişmekte olan ülkeler (bununla kastedilen BRİC ülkeleri olan Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) dünya ekonomisi içerisinde daha büyük bir pay ve güç elde etmişlerdir...”

BRİC ülkelerinin giderek büyüyen etkisi, krizden iki yıl sonra İMF tarafından yapılan bir değerlendirmede şöyle ifade ediliyor: “1990 ile 2007 tarihleri arasında BRİC ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) genel dünya ekonomisi ve üretimi içerisindeki paylarını % 13’ten %21’e ve yine bu aynı ülkeler krizi izleyen üç yıl içerisinde ise % 7,1’lik yeni bir büyüme ile % 28,1 bir güç oranına ulaşmış bulunmaktadırlar…” ( İMF, WEO, sayfa 179)

2008 krizi, G7 olarak bilinen ABD, Kanada, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya ve Japonya’da ağır bir yıkım olarak yaşanmış, akıtılan trilyonlarca dolara rağmen aşılamayan kriz devam etmektedir. Krizle birlikte hızlanan güç merkezlerinin yer değiştirmesi, İMF tarafından bugünün verilerine dayanılarak, dünya piyasalarının ve egemenlik ilişkilerinin gelecekte alacağı biçim üzerine yapılan bir açıklamada şunlar ifade edilmiştir:

1990 ile 2030 tarihleri arasında dünya genelinde ekonomik gelişmeler şöyle bir seyir izleyecektir. Avrupa Birliği (EU-27) ülkelerinin dünya ekonomisi içerisindeki ve genel üretimindeki payı % 28,5’ten % 13,5’e, ABD’nin ise % 24,5’ten %14,5’e düşeceği ve yine bu aynı tarihlerde Çin %4’ten % 24,5’e, Hindistan ise % 3’den % 10,5 ‘e yükselecektir. Bu gelişmelerin sonucu olarak dünün dominant güçleri olan ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin dünya üzerindeki egemenlik gücü % 53’ten, %28’e gerilerken Çin ve Hindistan’ın ise gelişme düzeylerine bağlı olarak % 7’den % 35’e yükselecek ve dünya pazarları üzerinde daha fazla hak talep edeceklerdir. Ekonomik dengelerinde yaşanılan bu hızlı değişimin bir sonucu olarak Asya ve Afrika kıtası, dünya ekonomisi içerisinde merkezi bir ağırlığa sahip olacaktır.” (İMF, WEO sayfa 180)

Kapitalistler arası eşitsiz gelişmelere bağlı olarak, egemenlik ilişkilerinde yaşanılan bu keskin değişimler, emperyalistler arası çelişkileri de şiddetlendiriyor. Bu çelişkilerin dışa vurduğu alanlardan biri, kapitalist üretimin devamı için gerekli olan hammadde ve enerji kaynakları üzerinde egemenlik kurma kavgası; diğeri ise, üretilen metaların dünya pazarlarına engelsiz bir biçimde sürülebilmesi ve yeni pazarların ele geçirilmesi uğruna yaşanan çatışmalarda...

Kapitalist/emperyalist sistemin temel özelliklerinden biri olan bu durum, daha geçen yüzyılın başında Lenin tarafından Emperyalizm kitabında şöyle özetlenmiştir:

Bugünkü kapitalizmi belirleyen temel özellik, en büyük girişimcilerce kurulmuş tekel birliklerinin egemenliğidir. Bu tekeller, özellikle, bütün hammadde kaynaklarını ellerine geçirdikleri zaman daha sağlam bir manzara gösterirler. Uluslararası kapitalist birliklerin, rakiplerinin her türlü rekabet olanaklarını yok etmek, onları sözgelimi demir cevherinden, petrol kaynaklarından vb. yoksun bırakmak için nasıl bir çabayla çalıştıklarını daha önce görmüştük. Sadece sömürgelere sahip bulunmak durumu, tekellere rakipleriyle giriştikleri mücadelede çıkabilecek her türlü rastlantıya karşı tam bir başarı garantisi vermektedir; hatta karşı taraf, bir devlet tekeline başvurarak, kendini savunmaya geçtiği zaman da durum aynıdır. Kapitalizm geliştikçe, hammadde eksikliği de kendini o kadar duyurmaktadır; rekabetin koşulları o kadar sertleşmekte, bütün yeryüzünde hammadde kaynakları arama çabaları o kadar alevlenmekte, sömürgelere sahip olma mücadelesi o kadar amansız olmaktadır. (Lenin, Emperyalizm, Sol Yayınları, sayfa 97)

Tükenen enerji kaynakları, silahlanma,
emperyalist saldırganlık

Değişen dünya dengeleri ve buna bağlı olarak gelişmekte olan farklı emperyalist güçlerin enerji ve hammadde kaynaklarına duyduğu ihtiyaç düne kıyasla bugün çok daha yakıcı hale gelmiştir. Günümüz dünyasında üç kapitalist merkez (Amerika/Kanada, Avrupa Birliği ve Japonya) dünya nüfusunun sadece %13’üne tekabül etmektedir. Bu %13’lük nüfus, toplam enerji ve hammadde kaynaklarının %54’ünü kullanmaktadır. Bu kapitalist merkezler, tükettikleri enerjinin sadece %4’ünü kendi öz kaynaklarıyla karşılayabiliyorlar. Geriye kalan enerji ihtiyacı ise (ki, bu oran dünyadaki toplam enerji üretiminin %50’sine tekabül ediyor), hegemonya savaşları yoluyla sömürgeleştirdikleri ülkelerin enerji ve hammadde kaynakları yağmalanarak sağlanmaktadır.

II. emperyalist paylaşım savaşı sonrasında kapitalist/emperyalist güçler tarafından paylaşılan dünya pazarları, sistem içerisinde güç ilişkilerinde meydana gelen değişikliklere bağlı olarak, bugün yeniden dizayn edilmek istenmektedir. Zayıflama sürecinde bulunan dünün egemen güçleri müthiş bir şekilde hırçınlaşmakta, akılalmaz boyutlara varan silahlanmaya yönelmektedirler. Dün, “Soğuk savaşların sonu geldi, dünya barışı, silahsızlanma sürecine girdik” safsatalarıyla dünya halklarını aldatmaya çalışan bu emperyalist savaş merkezleri, sadece 2009 yılında dünya çapında, silahlanmaya 1,6 trilyon Dolar harcamışlardır.

Bu harcamaların %64’ü (987 milyar Dolar) savaş aygıtı NATO’ya bağlı devletler tarafından yapılırken, bunların başını çeken ABD, o yıl silahlanmaya 661 milyar Dolar harcamıştır. NATO ile birlikte hareket eden ülkeler de hesaba katıldığında, silahlanmaya harcanan 1,6 trilyon Dolar’ın %77’sinin dünya halklarının, işçi ve emekçilerin baş düşmanı bir avuç emperyalist ülke tarafından yapıldığı anlaşılmaktadır. Sadece bu veriler üzerinden bakıldığında bile militarizmin, emperyalist saldırganlık ve sömürge savaşlarının günümüz dünyasının tartışılmaz gerçekleri olduğu görülecektir.

Madalyonun diğer yüzünde ise, bu barbarlığa dur demek için, dünyanın her tarafında işçi ve emekçilerin, mazlum halkların büyüyen öfkesi, durdurulamayan devrimci kabarışı bulunmaktadır.

Almanya, Avrupa Birliği emperyalist saldırgan bir güç ve karşı devrim merkezidir

Her iki emperyalist paylaşım savaşının mimarı olan Alman emperyalizmi, dünya halklarının özgürlük istemlerine, işçi sınıfı ve emekçilerin sosyalizm mücadelelerine karşı, ABD emperyalizmi ile tam bir ittifak halinde saldırgan emperyalist bir güç ve karşı devrim merkezi olarak çalışmaktadır.

Kapitalist Alman tekelleri ve onların hizmetindeki sermaye devletinin, özellikle iki Almanya’nın birleşmesinden sonra emperyalist saldırganlık ve sömürgeci eğilimleri güçlenmiştir. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra savaşın galip güçleri tarafından uluslararası bağlayıcı yaptırımlar yolu ile dizginlenmek istenen Alman tekelleri ve onların hizmetindeki Alman orduları kışlalarına hapsedilmişti. ‘90’lı yılların başından beri, özellikle Rusya ve dünya halklarının özgürlük mücadelelerine karşı ABD emperyalizmi ve NATO ile kurulan gerici ittifakların bir sonucu olarak 1996 yılında uluslararası bağlayıcılığı olan kararlar ortadan kaldırıldı. Bunu takip eden yıllarda ise, özellikle SPD-Yeşiller iktidarı döneminde Alman ordularını kışlalarına hapseden anayasada bağlayıcı bazı maddeler değiştirdi; Alman orduları yeniden savaş arabalarına koşuldu. 1998 yılının Ekim ayında ise yine aynı iktidar tarafından parlamentoda kabul edilen bir karara dayanarak Alman orduları, Yugoslavya’ya karşı NATO tarafından başlatılan emperyalist yağma savaşının baş aktörü oldu.

1999 yılında Almanya’nın Münih kentinde yapılan “güvenlik” konferansında birliğe bağlı bütün ülkelerin onayıyla NATO’nun yeni askeri stratejik politikaları şöyle açıklanmıştır: “Bugüne kadar krizlerin ortadan kaldırılmasını amaçlayan askeri politikamız, bu günden sonra, terörizme, örgütlü çetelere ve bizler gibi uygar elit ülkelerin sosyal refahı için çok önemli olan enerji kaynaklarına ulaşımın ve taşınmasının güvenceye alınması amacıyla askeri yaptırımlar ve gerekirse savaş ilan edilmesi de dahil olmak üzere genişletilmiştir; NATO’ya bağlı ülkeler bu konuda üzerlerine düşeni yapmakla yükümlüdür.” (Güvenlik Konferansı 2009 Münih)

Bu saldırgan politikanın gereği olarak bugün US.Centcom (Birleşik Devletler Kumanda Merkezi) tarafından, görevlendirilip finanse edilen 11 bine yakın Alman askeri, dünyanın enerji kaynakları bakımından stratejik önemdeki ülkelerde bulunmaktadır. Alman orduları “Enerji güvenliği projesi” kapsamında “enerji kaynaklarına güvenli bir şekilde ulaşılması ve engelsiz bir şekilde taşınması amacıyla” Afrika Burnu’ndan Somali’ye, Süveyş Kanalı’ndan Akdeniz’e uzanan alanda sömürgeci olarak görev yapmaktadır.

Alman ordusu barışçıl amaçlarla görev yapıyor söylemi ikiyüzlü bir aldatmacadan ibarettir. Çünkü bir yandan “hantallıktan arındırılmış, seri, atak işi ve mesleği askerlik olan” paralı katiller sürüsü demek olan, özel ordulara geçilirken, diğer yandan ise sadece silahlanmaya 74 milyar Euro harcama yapılarak Alman savaş aygıtı tepeden tırnağa modern silahlarla donatılmaktadır. Ayrıca bu devletin ve onun işgalci ordusunun yayınlanan birçok belgesinde, kapitalist tekellerin hizmetindeki devletin emperyalist saldırganlık ve sömürgeci niyetleri açıkça ifade edilmektedir. Bu belgelerin sadece birkaçına göz atmak bile bu gerçekleri ispatlamaya fazlasıyla yetecektir.

Alman ordularının yeni görev alanlarını tanımlayan bir belgeye göre “anavatanın” nasıl ve kimlerin ihtiyacına göre savunulacağı şöyle ifade edilmektedir: “Ordumuzun günümüzdeki en önemli görevi dünya piyasalarında sınırsızca ticaret yapabilme hakkımızın korunması, ayrıca ihtiyacımız olan enerji ve ham madde kaynaklarına özgürce ulaşmamızın garantiye alınmasıdır.” (Alman ordusunun savunma politikaları çizgileri 1992)

Yine Alman Savunma Bakanlığı’na ait bir başka belgede, ordunun tekellerin çıkarları için nasıl bir fonksiyon üstlendiği açıkça ifade edilmektedir: “Almanya ve Avrupa’nın stratejik geleceğinin biricik güvencesi, başta enerji kaynakları ve hammaddelere her şart altında ulaşabilmek olmak üzere, ayrıca onların güvenli bir şekilde taşınmasının garantiye alınmasına bağlıdır. Güvenli enerji kaynakları sorunu günümüz modern dünyasının evrensel güvenliği açısından asıl ve belirleyici olandır.” (Alman Savunma Bakanlığı Beyaz Kitabı 2006 baskısı) Tam da bu gerekçelerden dolayıdır ki Alman orduları yıllardır Afganistan’da (Alman Savunma Bakanı Guttenberg’in söylediği gibi “Almanya’nın güvenliği bugün Hindikuş’ta savunulmak zorundadır”) işgalci emperyalist bir güç olarak görev yapmaktadır.

Dünyanın mazlum halklarının topraklarındaki enerji ve hammadde kaynaklarının talan edilmesini, “geleceğin güvencesi” sayan Alman emperyalizmi, bu kuralsız yağma savaşlarının yarattığı ve yaratacağı sorunları da hesaba katıyor. Öyle ki, bu emperyalist talan savaşlarının yarattığı yıkımların, milyonlarca insanın barbarca yok edilmesinin, korkunç boyutlara ulaşan açlık ve yoksulluğun, bunlara bağlı olarak, dünya halklarının işçi ve emekçilerinin hızla büyüyen öfkesi, diğer yağmacı güçleri olduğu gibi Alman emperyalizmini de korkutmaktadır.

Bu korku, Alman askeri istihbarat örgütü yöneticisi ve Riziko olasılıkları değerlendirme bölümü şefi Reinhard Herden tarafından şöyle ifade edilmektedir: “İnsanların var olan sosyal refah düzeyi, yaşadığımız son yıllarda iyiden iyiye kötüleşmektedir. Servet sefalet kutuplaşması uçurumu hızla büyümektedir. Bu durumun kendisi büyük bir yoksulluk içerisinde yaşayan proleterleri, ülkeler hatta kıtalar düzeyinde hızla çoğaltmaktadır. Bunların biriken öfkesi şimdilik dar sınırlar içerisinde kalmakta, en kötü durumlarda ise kendi zayıf iktidarlarını zorlamaktadır. Ama bunun gelecekte de bu sınırlar içinde kalacağını kimse garanti edemez. 20. yüzyıl savaşları refah düzeyleri yüksek gelişmiş ülkeler arasında yaşanmıştı. Ama çağımız savaşları, bugün barış ve refah içinde yaşayan bu gelişmiş ülkelerle, sahip oldukları bu refahlarını koruyabilmek için, yoksul ülkelerin halklarına karşı yürüteceği savaşlar biçiminde olacaklardır.” (Alman ordusu askeri eğitim pratiği- Broşür sayı 2+3 1996)

Avrupa Birliği cephesinde son yıllarda yaşanan gelişmeler, temel hatlarıyla yukarıdaki saptamaya uygun şekillenmektedir. ‘90’ların başında duvarların yıkılması ve her biri revizyonist kastlara dönüşmüş bulunan Doğu Avrupa’daki “sosyalist ülkelerin” ardı ardına çöküşü ile birlikte kapitalist sistemin lehine değişimler yaşanmıştı. Dün Varşova Paktı’na bağlı olan bu ülkeler, Avrupa Birliği çatısı altında, kapitalist sisteme entegre edildiler. Hızla Avrupa Birliği’ne dahil edilen bu ülkeler, aynı zamanda emperyalist savaş aygıtı NATO’ya eklemlendiler. Batılı emperyalistleri kısa süreliğine rahatlatan bu ülkelerin sisteme entegre edilmeleri, kapitalizmin derdine merhem olmadı. 20 yıldan az bir sürede kapitalizmin küresel krizi tüm haşmetiyle sistemi sarsmaya başladı.

Kapitalist sistem içerinde yaşanılan güç dengelerindeki değişimler özellikle BRİC ülkelerinde hızla yaşanan ekonomik büyüme, batılı emperyalistleri rahatsız ediyor. Bundan dolayı yeni katılımlarla büyüyen Avrupa Birliği ve NATO, eski Doğu Bloku ülkelerine dayanarak Rusya ve Çin’in enerji ve hammadde kaynaklarına ulaşımını sınırlamak istiyor. Geçerken belirtelim ki, Ukrayna’yı savaşın eşiğine getiren bu yayılmacı politika, Rusya’nın kararlı tutumundan dolayı hedefine ulaşmaya muvaffak olamadı.

2010 yılında Portekiz’in başkenti Lizbon’da toplanan savaş aygıtı NATO zirvesinde bir araya gelen üye devletler, özellikle Avrupa Birliği ülkelerini ilgilendiren şu kararları almışlardı:

Avrupa Birliği ülkeleri, enerji ihtiyaçları bakımından büyük bir oranda başka ülkelere bağımlıdır. Bugünün şartlarında birlik üyesi ülkeler enerji ihtiyaçlarının %50’sini ithal ederek karşılamak durumundadırlar. Ama 2030 yılına kadar birliğe üye ülkeler enerji ihtiyaçlarının %70’ni ithal etmek zorunda kalacaklardır. Bu durumun kendisi birlik üyesi ülkelerin enerji ihtiyacı konusunda kendilerini garantilemek ihtiyacını bir zorunluluk olarak dayatmaktadır.” (NATO Zirvesi, Lizbon 2010)

Bu somut durumun bir ürünü olarak, NATO’nun Lizbon toplantısında şu kararları almışlardır:

- Avrupa Birliği’nin askeri olarak güçlendirilmesi, bu amaçla 150 bin olan birliğin asker sayısının 200 bine çıkartılması ve birliğe üye ülkelerin askeri donanımlarının geliştirilmesini bir zorunluluk olarak belirler.

- Avrupa Birliği ile NATO arasında var olan işbirliğinin daha da geliştirilmesi.

- Dünyanın her tarafında olası sınır dışı askeri operasyonlar için hazırlık yapılması; bu amaçla birlik üyesi ülkelerin gerekli sorumluluklarını yerine getirmesini bir zorunluluk olarak belirler.

Bu temel belirlemelerin ışığında ABD, NATO, Almanya ve Avrupa Birliği ülkeleri, yeni askeri stratejilerini şöyle belirlemişlerdir: “Güvenlik kelimesi günümüzde yeni bir anlam kazanmış bulunmaktadır. Kazandığı yeni anlamla güvenlik, kendi ülke ve bölgelerimizin savunulması ile sınırlı kalamaz. Tersine ekonomik çıkarlarımızın korunması, özellikle enerji ve hammadde kaynakları üzerinde egemenliğin güvenceye alınması için batının gelişmiş sanayi ülkeleri ordularını, her an kriz bölgelerine gönderilecek, özel biçimde eğitilmiş ve en ileri askeri teknoloji ile donatılmış saldırı birlikleri biçiminde yeniden biçimlendirilmeleri gerekmektedir.”

Bu hazırlıkların üzerinden Avrupa Birliği ordusu, geride kalan 10 yıl içerisinde 22 askeri operasyonda, dünyanın dört kıtasında on binlerce asker ve polisi ile sömürgeci işgal güçleri olarak görev yapmıştır. Afrika’da, Kongo’da, Çad’da, Somali’de Ruanda’da Irak’ta, Yugoslavya’da, Afganistan’da, Libya’da “demokrasi”, “insan hakları”, “barış” yalanları adına, ülkeler yerle bir edilmiş, milyonlarca insan katledilmiş, on milyonlarca insan yerinden yurdundan sürülmüş, geride kalanlar ise büyük bir açlık ve sefalet içerisinde yaşamaya mecbur edilmişlerdir.

Rüzgar ekenler, fırtına biçecekler!

İşçi ve emekçilerin ürettiği bütün bir zenginliği gasp ederek varlığını sürdüren asalak kapitalistler ve onların hizmetindeki emperyalist saldırgan devletler, yeryüzünü ve onun gerçek sahibi olan milyarlarca işçi ve emekçiyi büyük felaketlerle yüzyüze bırakmışlardır. İşçi sınıfıyla emekçilerin alınteriyle yaratılmış bunca zenginliğe rağmen, insanlığa mübah görülen dünya orta yerde durmaktadır.

Uluslararası Çalışma Örgütü (İLO) tarafından yapılan bir çalışmanın, aşağıdaki sonuçları, insanlığın nasıl bir felakete sürüklenmiş bulunduğunu gözler önüne sermektedir.

- 67 ülkeden 37’sinde insanlar açlık içerisinde yaşamaktadır.

- 14 ülkede 5 yaş altı çocuk ölümleri inanılmaz boyutlara ulaşmış durumda ve her yıl 30 milyona yakın çocuk basit, önlenebilir hastalıklardan dolayı ölmektedir.

- 1,3 milyar insan (dünya nüfusunun beşte biri) içecek bir bardak temiz su bulamamaktadır.

- 2,4 milyar insan sağlık hizmetlerinden yararlanamamaktadırlar.

- 1,5 milyar insan günlük 2 Dolar karşılığında çalıştırılmaktadır.

- 2008 yılı krizi ile birlikte açlık içerisinde yaşamak zorunda kalan insan sayısı 848 milyondan 923 milyona çıkmış bulunmaktadır. (İLO Globale İşsizlik Krizi Raporu Şubat 2009)

Bu araştırmanın yapılmasının üzerinden geçen beş yılda, tablonun çok daha vahim hale geldiğini belirtelim.

Burjuvazinin, kapitalizmin ebediliği ve tarihin sonunu ilan ederken, ikiyüzlüce insanlığa vadettiği “sosyal adalet ve refah toplumları”nın ne anlama geldiği orta yerde duran bu korkunç tablodan yansımaktadır. Başta işçi ve emekçiler olmak üzere insanlık bu gidişe hiçbir biçimde tahammül etmeyecektir. Tersini düşünmek her anlamıyla bilimi reddetmek anlamına gelir. Sınıflar mücadelesinin bugünkü düzeyi ve ortaya çıkarttığı somut verilere bakıldığında, özel mülkiyete dayalı bu sömürü ve kölelik sisteminin ömrünü tükettiği ve sosyal bir devrimle mutlaka tarihin çöplüğüne atılacağı, sınıf devrimcileri için bilimsel bir gerçektir.

Burjuvazi sınıf çıkarlarının bir gereği olarak var olan bu sosyal gerçekliği çok iyi bilmekte ve tüm hazırlıklarını buna göre yapmaktadır. 2008’te patlak veren kapitalizmin küresel krizinin hemen ardından Amerikan Haber Alma Örgütü’nün (CIA) şefi olan Dennis Blair tarafından yapılan şu açıklama, emperyalist devletlerin neye hazırlandığını gözler önüne sermektedir:

Dünyanın ve Amerika’nın güvenliğini tehdit eden asıl tehlike terörizm değildir. Aksine evrensel ekonomik kriz ve onun ortaya çıkarttığı sonuçlardır. Çünkü bu kriz, özellikle ekonomisi zayıf ülkelerde yoksulluğu, açlığı ve gelecek korkusunu hızla büyütmekte ve buna bağlı olarak sosyal patlamalar kontrol edilemez boyutlara ulaşmaktadır. Amerika gözlerini bu gerçeklere dikmelidir.” (www.nytimes.com2009/02/13 Washington)

Bu öngörünün boş bir iddia olmadığı, krizin hemen başında dünyanın farklı bölgelerinde bulunan Haiti, Kamerun, Tunus, Mısır, Etiyopya, Hindistan, Senegal gibi ülkelerde yaşanan ve yer yer halk isyanı noktasına varan eylemlerde milyonlarca işçi ve emekçinin büyük mücadelelerine tanık olduk. Bu isyanlar sonucu onlarca yıldan beri işbaşında bulunan diktatörler, alaşağı edildi.

Avrupa cephesinde ise, kapitalizmin küresel krizinin yarattığı sosyal yıkımlara karşı işçi sınıfının, emekçilerin ve gençlerin mücadelesi kitlesel ve militan bir hal aldı. Kapitalist/emperyalist sistemin kabesi ABD başta olmak üzere İngiltere, Yunanistan, İtalya, İrlanda, Fransa, İspanya, Bulgaristan, İzlanda, Letonya, Litvanya gibi ülkelerde kitle gösterileri, grevler, genel grevler ve işgaller yaşandı.

Devasa boyutlara ulaşan militan kitle eylemleri, özellikle Avrupa Birliği ülkelerinin burjuva sınıflarında derin kaygı ve korkulara neden oldu. Bunun bir sonucu olarak Avrupa burjuvazisi kendi hizmetindeki Avrupa Birliği Güvenlik Enstitüsü uzmanlarına rapor hazırlattı.

- Avrupa birliği güvenlik stratejisi 2020- başlığıyla 2010 yılında yayınlanan raporda dünyadaki ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeler kapsamlı şekilde değerlendirildikten sonra Avrupa Birliği’nin “güvenliği” konuları da ele alınıyor. Avrupa burjuvazisine, nasıl bir yönelim ve hazırlığa başlaması gerektiğini anlatan rapor, esas olarak askeri alanda kime karşı ve nasıl bir hazırlık yapılması gerektiği konusunda öneriler içeriyordu.

Raporun temel tespitlerinden birinde şöyle deniyor:

21. yüzyılda gelişmiş Avrupa Birliği ülkeleri ve onların şampiyonu olan ABD arasında çatışma ihtimali yoktur. ABD ile AB’ye yönelik herhangi bir ülke tarafından başlatılabilecek bir savaş ihtimali de neredeyse imkansız. Zira bu kadar gelişmiş bir savaş teknolojisi karşısında böyle bir girişimde bulunanların intiharı ve sonu olacağı açıktır…” (-Avrupa Birliği Güvenlik Stratejisi 2020, sayfa 14)

Kendi içlerinde ve kendilerine yönelik bir savaş ihtimalinin neredeyse hiç mümkün olmadığı ifade ediliyor olmasına rağmen, Avrupa Birliği ortak ordusunun 150 binden 200 bine çıkartılması ve en gelişmiş askeri teçhizatla donatılması ihtiyacı nereden doğmaktadır. Bir tezat gibi görünmesine rağmen raporu kaleme alan uzmanlar tarafından bu ihtiyacın neden gerekli olduğu kendi mantık silsilesi içerisinde açıklık kazanmaktadır: “Bu elit ülkeler içerisinde yaşanması muhtemel olan çatışmalar ve savaşlar asıl olarak, ülke sınırları içerisinde yaşayan farklı sosyal ve ekonomik sınıflar arasında politik ve sosyal nedenlerden dolayı yaşanacaktır.” (Avrupa Birliği Güvenlik Stratejisi 2020, sayfa 57)

Burjuvazi, kurulu düzeninin geleceği açısından, yaşanılan toplumsal olaylara işçi ve emekçi hareketinin gidebileceği sonuçlarına bilimsel veriler üzerinden bakmakta ve tüm hazırlığını buna göre yapmaktadır. Çünkü o, yüzyılların deneyimi üzerinden sınıf savaşımlarının ne anlama geldiğinin, örgütlü bir işçi hareketinin gücünün nelere muktedir olabileceğini, devrimci mücadele tarihimizden fazlasıyla öğrenmiş bulunmaktadır.

Tam da bu deneyimlerden dolayıdır ki, kendisini her anlamda burjuvaziye satmış olan bu aşağılık “bilim adamları” kılıklı uzmanlar takımı, son bir uyarı ile burjuvaziyi asıl tehlike konusunda uyarma ihtiyacı duyuyorlar.

Dünya global bir köye dönüşmüştür, ama çevresi büyük bir devrim tehlikesiyle sarılı olan bir köye” (Avrupa Birliği Güvenlik Stratejisi 2020, sayfa 62)

Günümüzde sınıflar mücadelesine teori ve politikada, olayların gelişim seyrine marksist ve bilimsel veriler üzerinden bakmak, buna uygun bir devrim programına sahip olmak ayırdedici bir önem taşır. Bunun pratik karşılığı ise, bilimsel sosyalizm düşüncesi ile işçi sınıfının devrimci birliği demek olan leninist ihtilalci bir partiyi var etmektir. Bu ayırdedici temel iki özellik, dönem değerlendirmesine bağlı olarak “Devrime hazırlanıyoruz!” şiarını yükselten devrimci sınıf partisi tarafından temsil edilmektedir.

 
§