13 Mart 2020
Sayı: KB 2020/11

AKP iktidarının İdlib hezimeti!
Dinci-faşist diktatörlüğün “beka çırpınışları”
Sınırda göçmen dramı ve burjuva ikiyüzlülüğü
Korkuları büyüdükçe saldırganlaşıyorlar
Sığınmacılara karşı insansız hava aracı
Koronavirüs Türkiye’de
Paşabahçe grevi: DİSK’e giden yolda son durak
Sermayenin gözü demiryollarında
Kurtuluş elimizde
Paris Komünü 149. yılında... “Toplumsal devrimin öncüsü”
Koronavirüs, açgözlü sermaye ve halk sağlığı
Irk ve ırkçılık üzerine
“Süper Salı”dan sonrası sistem açmazında umut arayışı
Avrupa’da 8 Mart eylemleri
Türkiye’de coşkulu ve kitlesel 8 Mart
İstanbul, İzmir ve Ankara’da 8 Mart coşkusu
Kürt illerinde 8 Mart
Savaşa, baskıya, geleceksizliğe karşı birleşelim!
Beyazıt faşizme mezar olacak!
Özgün bir mücadele alanı: İnternet yayıncılığı
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Kurtuluş elimizde, birlikte ve
örgütlü mücadelemizde!

 

7 Şubat 2016 gecesi 686 sayılı kanun hükmünde kararname ilan edileli beri işsizim. İhraç edildiğimiz o gece hissettiklerimle dört yıldır yaşadıklarımın belirlediği şu an hissettiklerim aynı duygular değil. Bu dört yıla öyle şeyler sığdırdım ki, “asla yapmayacağım” dediğim şeyleri yaptım ve “asla başıma böyle şeyler gelmez” dediğim bir sürü şey geldi başıma.

Bu süreçte çok ama çok güzel şeyler yaşadım. Bunların en başında direnmenin onurunu yaşamak geliyor. Direniş bitene kadar hep haklı bir gurur taşıdım içimde, gerçekten alnım açık başım dikti. Direniş bittiğinde -hem de bizden habersiz ve belirsiz bir şekilde- büyük bir boşluğun içinde hissettim kendimi. Sanki o an tekrar ihraç edilmiştim ve sanki o an işsiz olduğum yüzüme daha sert çarpılmıştı. Sanki o an tüm gerçekler hem de en kötü gerçekler çözümsüz bekliyordu önümde.

İhraç edildiğim günden bugüne kadar, hayatım boyunca hayatıma giren insanların ne kadar değerli olduğunu, dayanışmanın güzelliğini bir kez daha yaşayarak öğrendim. “Senin ne kadar arkadaşın var böyle, insanlara çok zaman harcıyorsun, biraz kendini düşün” diyenler yanıldı ve dostlarım, arkadaşlarım hiçbir karşılık beklemeden hep bizimle birlikte oldular. Onlara, tüm dostlara, arkadaşlara, benim insanlığa olan inancımı diri tuttukları ve hayal kırıklıkları ve pişmanlık yaşamama izin vermedikleri için çok çok teşekkür ediyorum.

Bu süreçte çok şey yaşadım ve öğrendim dedim ya, bunlardan bazıları gerçekten yüreğimde çok büyük yaralar açtı. Mesela ev kadını olmanın, sadece anne olmanın ve geleneksel aile ilişkilerinin, kadını köleleştirilen, özgüvenini yıkan sonuçlarını tekrar deneyimledim.

İhraç olduktan bir müddet sonra eşimin annesi oğlunun ihraç edilmesine ayılıp bayılırken benim ihraç edilmeme tepkisi “bir şey olmaz sen zaten çocuk bakacaktın” oldu. Eşimin annesi böyle derken kendi annemin tepkisi bundan geri kalır değildi. “Kızım kocan var sana bakar” sözleriyle annem de binlerce yıllık ataerkil kültürün taşıyıcısı olduğunu bir kez daha göstermiş oldu. Oysa tırnaklarımla kazıyarak elde etmiştim öğretmenliği ve en azından annem bunu biliyordu. Ama binlerce yıllık ataerkil kültür beni kocama “emanet” ediyordu.

İhraçtan sonra eşimin ailesinin yanına gittiğimde eski “saygınlığımın” yerinde yeller esiyordu. Artık onlar için ben sadece “torunlarının annesi ve onlara hizmette kusur etmemesi gereken gelinleri”ydim. On beş yıl aradan sonra ilk defa gelinleri olmuştum ve bu çok zor bir görevdi. Ev işi yapmaktan, çocuk bakmaktan her günü aynı rutinde yaşamaktan dolayı üretmekte zorlanmaya, üretememeye başladım. Direniş alanı benim yeniden üretmemi, yeniden rutinin dışına çıkmamı sağlıyordu, güç veriyor moral ve motivasyonumu arttırıyordu. Bu süreçte ihraç edilmeye ve ataerkil kültüre karşı mücadeleyi birlikte vermek zorunda kaldım.

Her 24 Kasım’da -yani bize dayatılan öğretmenler gününde- öğrencilerim arıyor ve benim içim her defasında sızlıyor. Oysa çalışırken 24 Kasım benim için hiç anlam ifade etmezdi. Ama şimdi öğretmen olmadığımı ve ihraç edilme gerçeğimi yüzüme çarpan günlerden biri.

Bu süreçte beni en çok yaralayan şey, biz ihraç edildikten sonra sendikamızın direniş gösterememesi oldu. Oysa sendika bu süreçte yaygın ve tok bir duruş sergileseydi biz zaten ihraç olmayacaktık ya da işimize geri dönebilecektik. Sendika örgütlü gibi gözüken koskoca örgütsüz bir vahameti yaşıyordu.

Burada şuna değinmeden geçemeyeceğim. Ben Eğitim Sen’liyim. Ve şunu çok iyi biliyorum. Bulunduğumuz okullarda hepimiz pek çok bedeller ödüyoruz. Her Eğitim Sen’li parasız, bilimsel, demokratik, laik, anadilde eğitim için mücadele ediyor ve bu mücadele çok çetin, çok zor. Biz tüm bu yaşayacaklarımızı biliriz ve buna rağmen bu mücadeleyi tercih ederiz. Çok bilinçli bir tercihtir bu ve bu yüzden de çok değerlidir. Ancak tüm bunlara rağmen beni çok fazla hayal kırıklığına uğratan ve beni boğan duygu durumumu da anlatmadan kendimi alamıyorum. İki şey sürekli kafamda dönüp dolaşıyor. Nasıl oldu da biz ihraç olduğumuzda, bu kadar direnen dostlarımız bizimle mücadelenin bir parçası olmadılar. Biz ihraç edilen öğretmenler, okulları -öğrencilerimizi- çok seven ve okullarda geçirdiğimiz zamanlardan keyif alan, kendini yeniden var eden kişileriz. Mesela ben okulda içtiği çaydan bile çok keyif alan biriydim ve soruyorum kendime sürekli, benim sendikalı arkadaşlarım o okullarda,  öğretmenler odasında bizsiz nasıl mutlu olabiliyorlar, o çayları nasıl içiyorlar. Sakın “bizi suçluyorsun” diye düşünmeyin, sadece şaşırıyorum. Bilincini küçümsediğimiz apolitik fabrika işçileri bile fabrikada arkadaşları haksız hukuksuz işten atılsa şalteri indirip işi durduruyor. Greif Direnişi böyle başladı, Metal Fırtınası böyle büyüdü. Biz ne yaptık? 5000’e yakın KESK’li ihraç oldu birkaç kentteki direnişler dışında hiçbir şey yapılmadı. Var olanlar da sahipsiz bırakıldı ve “yapacağız, edeceğiz” diye koskoca dört yıl geçti.

Evet yaptığınız çok şey var. Böyle bir süreçte hala KESK’li olmak bile çok anlamlı. İhraç edilen bizleri yalnız bırakmadınız, verdiğiniz aidatlarınızla sendikalarımız bizlere düzenli para yatırıyor. Belki de bunları yaptığınız için vicdanen rahatsınız. Yapılanlar elbette çok önemli ve benim için çok çok değerli ama dostlar sizce yeterli mi? Eminim ki yeterli olmadığını siz de biliyorsunuz. Çünkü yüz yıllık kamu emekçileri mücadelesi tarihi bunun böyle olmadığını söylüyor bize. Bizler fiili-meşru mücadele geleneğinden gelen, bir arkadaşı için bile Türkiye’yi ayağa kaldıran bir gelenek yaratanların taşıyıcılarıyız. Kusura bakmayın dostlar, evet söylemek zorundayım, evet suçlu devlet, suçlu direnenlere ve direnişlere sahip çıkmayan sendika. Peki ya ihraç olmamış çalışan dostlarımız suç biraz da sizlerde değil mi? Hem devlete hem sendikalarımıza, yaptıklarından kaynaklı sessiz kaldınız. Sessizlik derken örgütlü karşı duruştan bahsediyorum, yoksa her birinizin bunu çok derinden hissettiğini ve tepki duyduğunu biliyorum. Sessiz kalmak onaylamaktır. İhraç edilmeyenler olarak; ihraç edilenlerin iki üç yıldır işsiz olmasını, her gün ekonomik sorunlarla boğuşmasını, özellikle benim gibi kadın ihraçların ataerkinin pençesinden yeniden yeniden kurtulmaya çalışmasını, tüm bunlardan kaynaklı yaşadığı siyasal, toplumsal ve psikolojik sorunlarını örgütsüz sessizliğinizden kaynaklı onayladınız. Bizler KESK’li emekçileriz, yüzyıllık kamu hareketinin temsilcileriyiz. Yeniden eski değerlerimizi -fiili, meşru, militan mücadeleyi- kuşanma zamanı ve hiçbir şey için geç değil. Gelin haklarımız için yüzümüzü mücadeleye çevirelim ve değerlerimizi kaldığımız yerden yeniden yaratalım.

Kişisel olarak yaşadığım tüm olumsuzluklara rağmen mücadeleyle kazanacağımıza inanıyorum. Bundan başka bir yol da göremiyorum. Kurtuluş elimizde, kurtuluş birlikte ve örgütlü mücadelemizde.

KHK’li ihraç bir kamu emekçisi kadın