Konuya girmeden önce lütfen geçen hafta basına yansıyan şu haberlere bakar mısınız? İngilterede üst düzey bir istihbarat görevlisi BBCye, savaştan önce, hükümetin istihbarat örgütlerine, Irak raporlarının seksapelini arttırmaları yönünde baskı yaptığını ve kimi bilgileri güvenlik örgütlerinin uyarısına rağmen rapora koyduğunu açıkladı. The Independentın aktardığına göre İngiltere Silahlı Kuwetler Bakanı Adam Ingram; Blairin, Saddam biyolojik ve kimyasal silahları 45 dakikada harekete geçirebilir iddialarının, doğrulanmayan istihbarata dayandığını itiraf etti. The Times: ABDnin Iraktaki silah araştırma timinin bildirdiğine göre, savaşın ilk günü Saddamı öldürmek için roket atılan yerde, sığınak, yeraltı kenti, hatta ceset bile yokmuş. Rmsfeld geçen hafta Belki de Saddam kitle imha silahlarını savaştan önce imha etmiştir dedi. Diğer bir deyişle Saddam, BMnin 1441 sayılı kararına uymuş olabilir. Wolfowitz de Kitle imha silahları sorunu, kongre ve kamuoyunda savaşın meşruiyetini arttırmak için öne çıkan bürokratik bir gerekçeydi diyerek durumu açıklığa kavuşturdu. Nihayet, Washington Post, müttefiklerin Irakta daha önce planlanandan a çok daha fazla, 250.000in üstünde asker bulundurmaya karar verdiklerini bildirdi. Irakta sivil siyasi yönetime geçilmesinden de, zaten daha önce vazgeçilmişti.
Özetle, yine gazetelere göre, savaşın kararını daha geçen aralıkta alan Bush hükümeti; bürokratik, yani siyasi olmayan nedenlerle Kitle İmha Silahları sorununu ortaya attılar. Bunu desteklemek için de gerekli kanıtları ürettiler. Şimdi de büyük bir küstahlıkla, bu kanıtların gerekçelerinin zaten önemli olmadığını söylüyorlar. Ama, imparatorluk kurmak böyle bir şeydir.. salt güce dayanır.. meşruiyet, etik, verilen sözler, hatta insan hakları ve hayatı (geçen hafta Financial Times, teröre karşı savaşta eldivenlerin çıkarıldığının, yani kurallardan vazgeçildiğini, işkencenin olağanlaştığını, 11 Eylülden bu yana tutuklanan, 3000 El Kaide üyesinin kaderinin meçhul olduğunu yazdı) hiçbir anlam taşımaz, esas olan jeostratejik hedeflerdir. İmparator adayı; herkesi, kendini hiçbir ilkeye bağlı hisetmeden kullanır, Bush yönetiminin Tony Blairi kullandığı gibi. İmparatorluk yoluna çıkmış bir güçle stratejik ittifak kurulamaz (İlginç bir çalışma: John Mearsheimer, Tragedy of Great Power Politics, W. V. Norton, New York 2002).
Yine o eski parça
Bunları hatırlatmak istedim çünkü, ABD hükümeti bir taraftan Türkiye üzerindeki baskıları arttırırken (hatanızı kabul edin, affederiz ama unutmayız vb..) diğer taraftan, Irak trajedisinde ouverture müziği olarak çaldığı parçanın aynısını bu kez İran için çalmaya başladı.
Bush yönetimine göre İran kitle imha silahları üretiyor, teröristlere yataklık yapıyor, komşu ülkelerde istikrarı bozuyor. Bu bilgilerin kaynaklarından biri de son haftalarda, elektronik ortamda artan dedikoduymuş (chatter). Evet gözlerinize inanamıyorsanız bir kez daha okuyun. ABD dedikoduya dayanarak İranı hedef gösteriyor? Rumsfeld İranda rejim değişikliği politikasının resmen benimsenmesini istiyor (Financial Times, 29/05). Irak için de aynı gerekçeler ileri sürülmemiş miydi? Bu ouvertureün içinde bir leitmotif de vardı: Saddam diktatörlüğünden bunalmış Irak halkı, ABD yönetimine kucak açacak, hatta üzerinde Saddamın resmi olan Irak paralarını yakacak, hemen dolar kullanmaya başlayacaktı. Hayret bir şey! Irak halkı hala kendi parasını kullanıyor ve doların değeri Irak parası karşısında yükselmiyor (New Statesmen 2/06). Ama ders alan, hata aldıran kim?. Şimdi de İran halkının, yöneticilerinden nasıl hoşnutsuz olduğuna, rejimin bir vuruşta iskambil kağıdından şato gibi yıkılacağına dair bir hikaye anlatılıyor. Zaten bir yıldır, yeni muhafazakar yazarlar Wall Street Journalda yazdıkları yazılarında, İranda ABD yanlısı sokak gösterileri yapıldığını, hiçbir kanıta dayandırmaya zahmet etmeden, ileri sürüyorlar. Şu sırada gelişmeleri Tahrandan izleyen kimi yazarlarsa, ABD bskısının İran rejiminin şahinlerini güçlendirdiğini, reform yanlısı güçleri zayıflattığını bildiriyorlar (The Observer 1/06).
Demokrasi mücadelesi mi dediniz?
ABD İranda kukla bir rejim kurmak, hatta belki de Şahın oğlunu geri getirmek istiyor olabilir, ama bugünkü iktidar, ABD kuklası bir rejimi deviren bir devrimin dinamikleri, çalkantıları içinde kurulmadı mı? İran halkı daha sonra, yine bir ABD kuklası olan Saddam rejiminin saldırısı karşısında bağımsızlığını korumak için dereler gibi kan akıtmadı mı? Son 10 yıldır İran halkı, muhalefetiyle Molla rejimini yavaş da olsa bir demokratikleşmek sürecine sokmadı mı?.
Üstelik Rumsfeld, Bush bilmez ama, İranda demokrasi hareketi, Hatemiyle başlamadı. Kökleri Kajar Hanedanının mutlak monarşisini meşruti monarşiye dönüştüren 1906 anayasa reformuna kadar gidiyor. Bu muhalefet Pehlevi Hanedanını da sarstı 1953te.. ancak, bir ABD-İngiltere destekli darbeyle bastırılabildi. Demokrasi hareketi 1960larda yeniden baş verdi, ama bu kez da Şah tarafından kanla bastırıldı. Demokratik muhalefet 1976da yeniden yükselmeye başladı. ABD kuklası Şah 1979da bir halk hareketiyle devrildi. Ancak demokratik güçlerin ve solun çeşitli hataları yüzünden bu devrim iktidara Şii bürokrasisini taşıdı. Şii rejimi, demokratik muhalefeti, Yoksullar Hareketini, sendikaları kanla bastırdı. Ama, 1980lerin başından bu yana bu Şii rejimi, kapitalizmin sınıf çelişkilerinin etkisiyle, toplumsal muhalefetin baskısıyla dışa açılmaya, toplum üzerindeki baskısını yumuşamaya başladı. Bu toplumsal muhalefet, 1990ların ikinci yarısında bugün reformcu denen laik demokratik eğilimli akımı yarattı. Bu hareket önce Hatemi liderliğinde birleşti, ama giderek Hateminin aslında rejimin koruyucusu olduğunun ayırdına vararak bölünmeye, gerçekten laik, demokratik bir hatta oturmaya başladı. Özetle ABDnin karşısında, uzun bir demokratik, anti-emperyalist, ABD karşıtı geleneği olan bir toplumsal muhalefet var. Uuml;stelik İran, Iraktan çok daha kalabalık, büyük.. ekonomisi, toplumsal dokusu çok daha güçlü ve karmaşık; yönetici sınıfı etik ve tarihsel kökleri güçlü bir ideolojiye sahip bağımsız bir ülke.
Uluslararası ilişkilerin artık (ve yeniden) askeri güç dengelerinin prizmasından görünmeye başlandığı; imparator adayının, küçük çaplı, kullanılabilir nükleer silahlar yapmaya giriştiği bir dünyada bunların ne önemi var diyebilirsiniz. Yarın ABD basıncı altında, çeşitli vaatlere kanarak İran toprağında bir macerayı göze alacak şaşkınlar olabilir diye düşünerek yazdık bunları. İmparatorun sofrasından atılanlarla geçinmeyi umanların nasıl bir şeyle karşı karşıya olduklarını görmelerine yardımcı olabilmek için...
Irak Savaşından sonra ne olacağı belli değil. Ama ne olmayacağı belli.
Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Bunu en iyi Amerika biliyor ve istiyor. Kendi başlattığı oyunun kurallarını koyuyor. Atlantik ittifakının diğer ağırlık merkezi olan Avrupa ise bu realiteyi görüyor, hissediyor ama Irak sonrası dünyada kendisine nasıl bir rota çizeceğini bilemiyor. Atlantikin Amerika kıyılarına kararlılık, fütursuzluk, istediğimi yaparım hakim. Avrupa başkentlerini ise kararsızlık ve şaşkınlık tanımlıyor. Avrupa kamuoylarında ise Amerikan yönetimine karşı duyulan öfke yükseliyor.
Amerikalılara gelince onlar da, başta Fransa olmak üzere Bush yönetimine destek vermeyen eski müttefiklerden yaka silkiyorlar.
İslam Dünyasında ise Amerikaya karşı duyulan öfkenin dozu ve yoğunluğu uygarlıklar çatışması özelliği göstermese de mutlak bir Amerika nefretine dönüşmüş durumda. Çünkü Müslüman kamuoyu, Batının değil ama Amerikanın İslamı tehdit ettiğini düşünüyor. Amerikayı düşman gibi algılıyor. Amerikanın Ortadoğuyu istikrarsızlığa sürüklediğini düşünüyor. Buna karşılık İslam ülkelerinde kamuoyunun yarısı Batı demokratik sisteminin bu ülkelerde işleyebileceğine inanıyor.
Bu sonuçlar, Amerikanın eski Dışişleri Bakanı Madeleine Albrightın başkanı olduğu Pew Research Centerin yaptığı bir araştırmanın bazı noktaları. Irak Savaşının dünya kamuoyu tarafından nasıl algılandığını ortaya koyması bakımından son derece ilginç.
Bu çalışmadan çıkan en önemli sonuç şu: Irak Savaşından sonra dünya kamuoyu Amerikaya daha az güveniyor. Amerika yalnızlığa itiliyor.
Pewnun verilerine göre Türk kamuoyunun yüzde 83ü Amerika hakkında olumsuz düşünüyor. Geçen yıl yapılan araştırmada Amerika hakkında olumsuz düşünen Türklerin oranı yüzde 55 idi.
Araştırmanın çarpıcı bir başka boyutu da NATO ülkelerinde kamuoyunun Amerikaya bakış açısındaki değişim. NATO ülkelerinin kamuoyları Amerika ile sıkı fıkı ilişkiden rahatsızlar. Güvenlik ve dış politika kararlarında Batı Avrupanın daha bağımsız davranması gerektiğini düşünüyorlar. Bu noktada, başı Fransız kamuoyu çekiyor. Güvenlik konularında Amerikaya karşı daha mesafeli olunmasını isteyen Fransızların oranı yüzde 76. Türklerin ve İspanyolların oranı ise yüzde 62. İtalyanın yüzde 61, Almanya ve İngilterenin ise 45.
Bu rakamlar aslında güvensizliğin istatistikleri. Amerikan yönetiminin Irak Savaşına karar verip yönetme biçimiyle ortaya çıkan büyük bir güven bunalımı var dünyada. Bu, Avrupa ülkelerinde Amerikaya karşı duyulan öfke ile kendisini belli ediyor.
Endonezya, Ürdün, Fas, Pakistan ve Filistinde ise Bin Ladenin popülerliğinin artmasına kadar varıyor.
Bu kadar nefret, öfke ve yalnızlığa mahkumiyet Washingtonın umrunda mı? Irak sonrası dünyada neler olacağını tahmin etmek açısından bu sorunun yanıtı çok önemli. Bu noktada şöyle bir gerçek şekilleniyor: Bugünkü Amerikan yönetimi Avrupayı Atlantik camiasının diğer yarısı olarak algılamıyor. Kendilerini de Batının hamisi gibi de görmüyorlar. Avrupaya, özellikle Fransaya karşı belli bir kızgınlık içindeler. Ama aslında artık Avrupayı önemsemiyorlar.
11 Eylül sonrasında Amerika kendisine müttefik aramıyor. Hele eski müttefiklerine karşı hiçbir vicdan borcu da duymuyor. Bundan sonra Amerikanın dostu değil, felsefeci Pierre Manentın dediği gibi müşterisi olmak önemli! Çünkü Amerika, dünyayı artık bu ilişki setinin mantığından görüyor.
Bu gelişmelerden yeni bir Avrupa doğar mı? Avrupa, savunduğu evrensel değerlerin liderliğini yapabilir mi? Avrupanın geleceğini de bu soruların yanıtı belirleyecek.