24 Ocak'04
Sayı: 2004 (17)


  Kızıl Bayrak'tan
  Yerel seçimler ve devrimci tutum
  Latin Amerika örnekleri ne gösteriyor?
  ürt halkına kendi kaderini tayin hakkı!
  Neşter çürümüş yarayı deşti!
  Soruşturmalara, cezalara ve YÖK yasa tasarısına karşı Taksim'de taleplerimizi haykıracağız!
  Gençliğin açlık grevi eylemi ve destekler...
  "Şeffaflaşma" adı altında MGK yeniden tahkim ediliyor...
  İşkenceci sermaye devletini hiçbir yasa aklayamaz...
  DİSK Genel-İş Genel Kurulu yapıldı...
  Genel-İş Kurulu'nda işçilerle konuştuk...
  Güncel durum ve devrimci görevler
  Reformist solda oportünist kıvranmalar
  Cargill: Kurşunlarla değil kıtlıkla öldürülen diktatörlük!
  İran'da egemenler arası siyasi kriz!
  Irak bataklığı derinleşiyor, işgalciler açmaz içinde!
  Irak direnişi emperyalist haydutların açmazını derinleştiriyor!
  İtalya: Artan işçi grevleri ve gösterdikleri
  Dünya Sosyal Formu soldan tepkilere konu oldu...
  Sera Tekstil işçileri sendikalaştıkları için işten atıldılar
  Eğitim-Sen bölge toplantısı yapıldı...
  Bültenlerden..
  Bir deneyimden dersler... Kazanmak direnmektir!
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Bir deneyimden dersler...

Kazanmak direnmektir!

Büyük çoğunluğumuz işe yeni girmiştik. Çalışanlardan en kıdemlisi bile henüz 1-2 yılını yeni doldurmuştu. Fabrikada sürekli bir işçi sirkülasyonu yaşanıyordu. İşe girenlerin çoğu 1-2 gün, hatta birkaç saat çalışıp işi bırakıp kaçıyordu. Maaşlar düzenli ödenmiyor, haftalar hatta aylarca gecikiyor, üstelik parça parça harçlık niyetine veriliyordu. Günde 11 saat çalışıyorduk. Üstelik hemen her gün ve hafta sonları da fazla mesaiye kalıyorduk. Birçoğumuz işte yeniydik ve birbirimizi yeni yeni tanıyorduk. Bu nedenle bu sorunları konuşmaktan kaçıyorduk. Birçoğumuzda bir güvensizlik mevcuttu. Hepimiz yaşananlardan rahatsızdık, ancak çoğumuz “bu insanlardan bir şey olmaz”, “bunlara güvenilmez, daha iyi bir iş bulana kadar bu koşullara katlanmaktan başka çare yok” diye düş¨nmekteydik.

Ancak biz böyle düşünüp, işsiz kalma korkusu ile herhangi bir tepki vermezken, daha fazla kâr etme hırsı ile yanan patron, işi gerçek anlamda onun kölesi olmamızı istemeye kadar vardırdı. Hükümetin yeni iş yasası adı altında çıkardığı kölelik yasasına dayanarak hazırladığı sözleşmeleri imzalamamızı isteyen patron, imzalamayan işçiye ise kapıyı gösterdi.

Birçoğumuz bugüne kadar ailemizi, çocuklarımızı düşünerek bunlara sessiz kalmış, sömürüye boyun eğmiştik. Ancak gördük ki, sessiz kaldıkça ailelerimizi yoksulluğa ve artan bir sefalete mahkum etmiş oluyorduk. Bu sözleşmenin imzalanması halinde patron çalışma saatleri, ara dinlenmeleri, hafta tatilleri, zamlar, fazla mesailer, kısacası çalışma yaşamının her alanında sınırsız bir keyfiyete sahip olacaktı. Hepimiz için kabul edilemez bir sözleşmeydi bu. Artık kaybedecek hiçbir şeyimiz olmadığını daha iyi görmeye başlamıştık.

Sözleşmeyi imzalamamak herkesin ortak düşüncesiydi. Ancak işi bırakıp gitmek de bir çözüm değildi. Çözüm birlik olmak ve haklarımız için mücadele etmekten geçiyordu. Biz işçiydik, memleketimiz, dilimiz, dinimiz, mezhebimiz ne olursa olsun, hepimiz aynı sorunları yaşıyorduk. Günün 11 saatini birlikte geçiriyorduk. Birlikte çalışıyor, çay içiyor, yemek yiyor, ailemizden çok birbirimizi görüyorduk. Sorunlarımızı tartıştıkça, birbirimize ve kendimize olan güvenimiz de artmaya başladı. Sonuçta patronun bize dayattığı kölelik koşullarını kabul etmeyip, kendi en meşru ve insani taleplerimizi ortaya koyduk.

Birkaç istisna dışında işçilerin hemen hepsinin gösterdiği bu ortak tutum üzerine patron sözleşmeyi geri çekti ve eski koşullarda çalışmayı dayattı. Ancak artık karşısında dünün susan, boyun eğen işçileri yoktu. Artık hepimiz bir takım gerçeklerin farkındaydık.

Son olarak, çalışma saatlerinin 45 saate düşürülmesi ve maaşların zamanında ödenmesi karşılığında çalışacağımızı söyledik. Patron ise eski koşulları, yani günde 11 saat çalışmayı ve maaşların gecikmesini kabul edenlerin işbaşı yapmasını, diğerlerinin ise istifalarını yazıp işten ayrılmasını istedi. Buna karşılık kimse istifa yazmadı. Topluca çıkıp bölge çalışma müdürlüğüne haksız yere işten çıkartıldığımıza dair dilekçe verdik. Ardından tazminatlarımızı almak için mahkemeye gitmeye karar verdik. Ancak çoğumuz işe yeni girmiştik. Mahkeme harcı, avukat parası, vekalet çıkarma gibi masraflar alacağımızın çok üzerindeydi. Yani bu işin astarı yüzünden pahalıydı. Ve hepimizin maaşları içerideydi. Patronlar da bu durumu çok iyi biliyordu.

Evet, işçiye yasalar mahkeme açma hakkını veriyordu, ancak o mahkemeyi açmak için gerekli koşulları yerine getirmek birçok işçi için çok zordu. Patronlar kurdukları soygun ve sömürü düzeninde her türlü ayrıntıyı düşünmüşlerdi. Bu düzende mahkemesi de, kolluk kuvvetleri de müfettişleri de hepsi patronların arkasındaydı. Yaşadığımız süreç bize bu gerçeği tüm çıplaklığı ile gösterdi. Ancak şu da bir gerçek ki, onlar sömürü ve zulmü arttırdıkça kendi çöküşlerini de kaçınılmaz kılmaktalar.

Patronların en büyük korkusu birleşmemizdir

En son talep ettiğimiz koşullar, maaşların düzenli ödenmesi ve çalışma saatinin yasaya uygun olarak haftalık 45 saate çekilmesiydi. Bunlar patron açısından kabul edilemez şeyler değildi. Ancak mesele bizim isteklerimiz değil, birlik olarak bunu patrona dayatmamızdı. Patron “siz benden bu şekilde bir şey alamazsınız, ancak ben istersem bahşederim” diyerek bunu açık bir şekilde ifade etmekteydi. Bizim toplu olarak taleplerimizi kabul etmeyen patron belki yarın tek gitmemiz halinde ya da bizim yerimize alacağı yeni işçilere daha fazlasını verecek, ancak bunun da hiçbir garantisi olmayacaktı. Biz yaşayarak gördük ki haklar patronlar tarafından verilmez, hak ancak birlik olup mücadele ederek kazanılır. Gerçek budur. Biz bugüne kadar örgütlenip mücadele etmediğimiz için geçmişte işçilerin büyük mücadeleler vererek kazandığı pek çk hakkı da parça parça elimizden aldılar, hala da almaya çalışıyorlar.

Kazanan kim?

Yaşadığımız bu deneyimin ardından işten ayrılan pek çok arkadaş kazandık mı yoksa kaybettik mi ikilemini yaşamaktaydı. Çünkü patron taleplerimizi kabul etmeyip bizi işten çıkarmıştı. Ancak biz de onun koşullarına boyun eğmemiş, önünde eğilmemiştik. Peki bu durumda kim kazanmıştı?

Aslında bu soru işten ayrıldığımız gün hepimizin ruhhaline bakılınca kolayca yanıtlanabilinir. Hiçbirimizde pişmanlık, hayal kırıklığı yoktu. Çünkü doğru olanı yapmıştık. Ve en önemlisi, bir birimize dürüst davranmış, güvenimizi boşa düşürmemiştik. Aramızdan 3-4 kişi geri adım atıp bizden ayrılsaydı ya da yaptıklarımızdan pişman olduğumuzu söyleseydik yenilmiş olacaktık. Biz kazandık, çünkü herşeye rağmen boyun eğmedik, onurumuzu satmadık. Evet işimizi kaybettik, ama yarın yine iş bulur yine çalışırız, ancak onurumuzu kaybetmiş olsaydık böyle kolay bulamazdık.

Kimimizin süt bekleyen küçük çocukları vardı. Kimimizin ekmek bekleyen ailesi, kardeşleri vardı. Ve kimimiz bugün yarın dünyaya gözlerini açacak bir çocuk beklemekteydi. Yani hepimizin bakmakla sorumlu olduğu kişiler vardı. Normalde gece gündüz çalıştığımız, birçok ihtiyacımızdan kesintiler yaptığımız halde zar zor geçiniyorken işsiz kalmak bizler için bir felaket demekti. Patronlar da yıllarca bizleri, bu korkumuzu kullanarak sömürdüler. Ancak gördük ki korkunun ecele faydası yok, yaşadığımız düzen bize bir gelecek ve istikrar vaad etmiyor. İşsiz kalma korkusu sürekli devam ederken, her geçen gün çalışma ve yaşam koşullarımız daha da kötüleşiyor. Biz kazandık, çünkü artık bu gerçeklerin farkındayız.

Küçük ama ciddi bir deneyim yaşadık. Bugüne kadarki hayatımız boyunca bizlere kendine ve parçası olduğu topluma karşı güvensiz, itaat etmeye, haksızlık karşısında susmaya, herşeye rağmen şükretmeye alışmış tornadan çıkma tek tip insan olmak öğretildi/dayatıldı. Bencillik, çıkarcılık, yağcılık, yalakalık meziyet sayıldı. BİZ KAZANDIK, çünkü artık ben değil biz demesini ögrendik. Artık bir sınıfa, işçi sınıfına ait olduğumuzu öğrendik. Şimdi önümüzde yeni bir dönem var. Artık hayata başka bir pencereden, kendi sınıfımızın penceresinden bakabiliyoruz. Yeni fabrikalarda işe girecek ve yeni yerlerde çalışmaya devam edeceğiz. Sömürü ve sorunlar orada da karşımıza çıkacak. Şimdi bizlere düşen görev, deneyimlerimizi işçi kardeşlerimizle paylaşıp, mücadele ateşini yeni yerlere taşımaktır. Ta ki ücrtli kölelik düzeni son bulana kadar.

Bakırcılar Sanayi Sitesi’nden bir metal işçisi



NATO Konferansı’na karşı büyük gösteri

7 Şubat 2004 günü Almanya’nın Münih kentinde yapılacak olan NATO Konferansı’na karşı savaş karşıtı inisiyatifler büyük kitlesel bir gösteri için hazırlanıyorlar. Gösteriye katılım çağrısında özetle şunlar söyleniyor:

Münih’te yeniden savaş hazırlıkları yapılacaktır. Dünyanın değişik ülkelerinden 250 yüksek rütbeli askeri temsilci biraraya gelerek ortak askeri müdahale planları, saldırı itiffakları ve benzeri konularda kararlar alacaklardır. Konferansın gündemini bugünkü açlık ve artan yoksulluğa karşı mücadele oluşturmayacaktır. Tersine NATO’nun geleceği konusunda, ABD ve AB arasındaki görev dağılımı üzerinde durulacaktır. Konferansta daha fazla “modern gelişmiş silah” ve NATO’nun askeri kapasitesinin güçlendirilmesi talep edilecektir. Konferansta tabii ki silah sanayi en yüksek düzeyde temsil edilecektir. Bu yasal olmayan bir toplantıdır. Bu nedenle çok sayıda inisiyatif bu konferansa karşı kitlesel gösteri çağrısı yapmaktadır. Uluslararası büyük gösteri 7 Şubat Cumartesi günü saat 12:00’de yapılacaktır.