1 Mayıs'04
Sayı: 2004/17 (09)


  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalist NATO Zirvesi'ne Denizler'in anısından güç ve ilham alarak hazırlanalım!
  Geleceğin devrimci 1 Mayıslar'ına doğru!..
  12 Eylül ürünü cübbeli faşist terör aygıtı olarak DGM'ler...
  Varşova polis işgali altında!
  Telekom'da özelleştirme süreci başladı!
  Emperyalizme karşı mücadele programı ve EMEP
  BDSP'nin "İşçilerin birliği, halkların kardeşliği!" pikniği başarıyla gerçekleştirildi...
  Mamak BDSP 1 Mayıs çalışmalarından...
  "Kamu Reformu", sendikalar ve KESK'in tutumu
  TKİP, geçmişin devrimci mirasının biricik gerçek savunucusu ve temsilcisidir
  Irak halkı emperyalist barbarlığa teslim olmuyor
  Siyonistler Arafat'ı ölümle tehdit ediyor!
  İsrail barışın bedelini ödemek istemiyor"
  ABD emperyalizminin Kosova planları
  Medya: "Güç bende artık"!
  Eğitim-Sen Ege Bölge toplantısı yapıldı...
  Kıbrıs ve Annan Planı
  Bültenlerden...
  Bir roman: "Direnen Haliç"
  İsrail: Bir Büyük Cephanelik
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
“İsrail barışın bedelini ödemek istemiyor”

“İsrail terörden korkuyor ama Filistinlilerle olası bir barışı da reddediyor. Bu da bütün bir topluma bunalım olarak yansıyor.”

Taz: İsrail bugün ‘90’lı yılların İsrail’i değil. Korkuyla yönetilen bir toplum, kendini oldukça dışa kapatmış durumda. Neden?

M.Z: Bunun bir yığın nedeni var. Günlük bir terör, dayanılmaz ölçülerde ve giderek artan ekonomik kriz. Ayrıca her geçen gün yokedilen sosyal güvenceler ve demokratik haklar.

Taz: Ekonomiden sorumlu devlet bakanı ekmeğe uygulanan sübvansiyonu kısarak, yoksullar için yeterli yardım sağladığını zannediyor. Çünkü DVD’ler için gümrüğü düşürüyor.

M.Z: Evet. İsrail’deki sınıflar arası sorun ciddi boyutta. Sınıflar arası uçurum açısından, denilebilir ki Batı dünyasının en dayanılmaz koşulları şu an İsrail’de var. Tabii ki günlük yaşanan “terör” insanları etnik kökende birleşmeye zorluyor. Bütün bir İsrail toplumunun varlığı tehdit altındaymış gibi bir his var insanlarda. Bir belleksizleştirmeyle de karşı karşıyayız. Kısacası insanlar varlıklarını koruma telaşında.

Taz: Bu etnik kökene bir geri dönüş mü gerçekten? Dayanışmayı kendi içinde sağlayan ve aynı zamanda dışa kapalı bir toplumun siyonist mitolojisi su yüzüne çıkabilir mi?

M.Z: Bu toplumun kendi içinde parçalanmışlığı bir realite. Yani kendi içine dönük toplumun mitolojisi derken haklısınız. Siyonizm ve güvenlik sorunları gibi konular toplumu birbirine bağlayıcı etkenlerdi. ‘90’lı yıllarda ortaya çıkan post-siyonizm de yine bu amaçla ortaya atılmış bir fikirdir. Fakat onun da yaşama şansı görüldüğü gibi çok kısa oldu.

Taz: Barış olasılığının İsrail halkı üzerindeki etkisi nedir?

M.Z: Tartışmalar daha alenen yürür hale geldi. Bu da içerideki karışıklıkların daha açık bir biçimde kendini göstermesine neden oldu. Yahudiler arasındaki sorunun doruk noktasına çıkması bir tesadüf değildi.

Örneğin Schas partisi tarikatçı Yahudiler’e karşı bir tepki olarak kuruldu. Aynı şey dindar ve dünyevi bakışlı Yahudiler için de geçerli. Başka hiçbir ülkede olmayan bir kavga. ‘90’lı yıllarda İsrail’de yaşayan Filistin azınlığıyla da bir çatışma gündeme geldi. Buna Rusya’dan gelen azınlığın akımı eklendi. Bunların yüzde 30-40’ı Yahudi değildir. Dolayısıyla 50 yıl öncesinden daha çok Yahudi akın etmiş oldu. Bu önemli, dinleriyle ilgilendiğim için değil, sadece bu sığınmacıların siyonist olmadıkları ve öyle tahmin edildiği kadar da kolay asimile olabilecekleri görüşünün doğru olmadığı da ortaya çıkmış oldu. Bu yeni bir şey! Halkın kendi içinde parçalanmasını güçlendiren bir neden.

Taz: Bu parçalanma korkutuyor mu?

M.Z: Evet. Parçalanmış bir toplumun kendisini bir toplum olarak hissetmesi için dışardan bir tehlikeye ihtiyacı var.

Taz: Kısa bir zaman önce göstericiler ilk defa asker tarafından kurşunlandı. Yurt içi gizli istihbarat örgütünde barış eylemcilerini içeren bir kara liste var. Tel Aviv’in ortasında eşcinseller polisin dayağına maruz kalıyor. Bu şiddet içeriye yönelik de uygulanıyor.

M.Z: Bir toplum ne kadar kendi içindeki muhalif odakları yokederse, kendisini de o kadar daraltmış olur. Bugün şaşırtıcı bir şekilde Filistinliler’in sürülmesinden, yokedilmesinden büyük bir doğallıkla bahsediliyor. Aynı durum askerin İsrail barış eylemcilerini öldürmesi için de geçerli. Aslında bununla yapılmak istenen şey, faşizmin toplumun bütün hücrelerine bir doğallık içinde yedirilmesidir.

Taz: İsrail toplumu için barış bir anahtar rolü oynuyorsa, neden İsrailliler bu konuyu daha da karmaşık bir hale getiriyor?

M.Z: Öncelikle İsrail’in tarihsel bir yol ayrımında olduğunu söylemek gerekir. Birinci olasılık şu; İsrail tamamıyla işgal altındaki bölgelerden vazgeçecek. Fakat yerleşim bölgelerini boşaltmak, öyle sanıldığı kadar kolay olmaz -bir iç savaş söz konusu olabilir. İkinci olasılık ise İsrail’in işgal ettiği bölgelerde daha uzunca bir süre kalmasıdır. Görüldüğü kadarıyla da bu olasılık bir çözüm gücüne sahip değildir. Tabii bir de bu topraklarda demografik bir sorun var. Filistinliler er ya da geç bu ülkede çoğunluğu ele geçireceklerdir. Bu da bugünkü İsrail devletinin veya var olan “demokratik” formun ortadan kalkmasını kabul etmek anlamına gelir. Her ortalama İsrailli’ye de bu seçenek, veba ile kolera arasında bir tercih yapmak gibi görünüyor. Bütün bu olasılıklar da, bu ükedeki bunalımın büyümesini ve derinleşmesini beraberinde getirmektedir.

Taz: Nasıl bir barış antlaşması olmalıdır? Ana hatlarıyla bu antlaşmanın niteliği belli midir? Yoksa dışarıdan bir müdahale gerekli midir?

M.Z: Walter Grab, şu an yönettiğim Alman Tarih Enstitüsü’nün kurucusudur ve şöyle der: “Her halk kendi kendini özgürleştirmek zorundadır.” Akla yakın olan da sanırım budur. Barışı istemek için evvela onun bedelini ödemeyi göze almak gerekir. Fakat İsrail’in barışı istemediğini, onun bedelini ödemeyi göze alamadıklarını düşünüyorum. Bu bedeli ödemektense, bütün bir toplumu bunalımlarla yönetmeyi İsrail devletinin temel bir refleks haline getirdiğini görüyorum. Bu sebeple de, bu soruna dışarıdan bir müdahaleyi şu an için gerekli görüyorum; bu her ne kadar uluslararası hukukun çiğnenmesi anlamına gelse de.

Moshe Zuckermann

(Tel Aviv Üniversitesi’nde Alman Tarih Enstitüsü Başkanı) Tsafrir Cohen tarafından yapılan bu röportaj 26 Mart ‘04 tarihli Alman
Tageszeitung gazetesinde yayınlandı...
Çev: M. Sinan)




İtalya’nın “paralı askerler”i

Ülkesindeki yoğun tepkilere karşın Berlusconi hala, 1.300 İtalyan askerinin Irak’ın güneyindeki “halka yardım” için konuşlandırıldığını iddia ediyor. 17 İtalyan askerinin öldürülmesinin ardından hükümet içinde de savaşa yönelik tartışma ve eleştiriler yükseliyor.

Son olarak, İtalya’nın Irak’ta “resmi askerler”inin dışında başka “güvenlik birimleri”nin de yer aldığının ortaya çıkmasından sonra, Berlusconi hükümeti köşeye sıkışmış durumda. Felluce yakınlarında yakalanan dört “paralı asker”den birinin öldürülmesi üzerine, Irak’taki sivil güvenlik firmalarının rolü üzerinde tartışmalar giderek alevlendi.

İtalyan kamuoyu bugüne kadar bu konuda herhangi bir bilgiye sahip değildi. Şimdi ise “paralı asker sorunu” geniş bir kesim tarafından tartışılıyor.

Resmi verilere göre bugün Irak’ta değişik görevler üstlenen 20 bin silahlı “sivil görevli” bulunmaktadır. Bu “paralı askerler”in görevlerinin başında, firmaları ve değişik sömürge ülkelerin memurlarını korumak gelmektedir. Paralı askerlerin büyük kesimi ABD ve İngiltere’den gelmektedir. Bunlar borsalarda önemli bir paya sahip güvenlik firmalarının “memurları”dır. Bu “görevliler”in Irak’taki günlük kazancı 1.000 dolar civarındadır.

Sömürge valisi Paul Bremer’i 450 “sivil görevli” korumaktadır. Irak’ın birçok bölgesinde bunların operasyonlarda yeraldığı, bazı “gizli işler”de kullanıldığı bilinmektedir. “Özel işler” için kullanılan bu “paralı askerler”in kayıpları ise resmi “askeri istatistikler”de yer almamaktadır.