1 Mayıs'04
Sayı: 2004/17 (09)


  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalist NATO Zirvesi'ne Denizler'in anısından güç ve ilham alarak hazırlanalım!
  Geleceğin devrimci 1 Mayıslar'ına doğru!..
  12 Eylül ürünü cübbeli faşist terör aygıtı olarak DGM'ler...
  Varşova polis işgali altında!
  Telekom'da özelleştirme süreci başladı!
  Emperyalizme karşı mücadele programı ve EMEP
  BDSP'nin "İşçilerin birliği, halkların kardeşliği!" pikniği başarıyla gerçekleştirildi...
  Mamak BDSP 1 Mayıs çalışmalarından...
  "Kamu Reformu", sendikalar ve KESK'in tutumu
  TKİP, geçmişin devrimci mirasının biricik gerçek savunucusu ve temsilcisidir
  Irak halkı emperyalist barbarlığa teslim olmuyor
  Siyonistler Arafat'ı ölümle tehdit ediyor!
  İsrail barışın bedelini ödemek istemiyor"
  ABD emperyalizminin Kosova planları
  Medya: "Güç bende artık"!
  Eğitim-Sen Ege Bölge toplantısı yapıldı...
  Kıbrıs ve Annan Planı
  Bültenlerden...
  Bir roman: "Direnen Haliç"
  İsrail: Bir Büyük Cephanelik
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Medya: “Güç bende artık”!

Küçükken ailece “Zenginler de ağlar” dizisini seyrederdik. Luis Alberto ile Marianna arasında her sorun çıktığında hep beraber ağlardık. Komşular da bizde olurdu, herkesin evinde TRT 2 çekmezdi o zamanlar... Öyle ki, aybaşını nasıl getireceğini kara kara düşünen annem, tek maaşlı karşı komşumuz, masasından kuş sütü bile eksik olmayan adamların dertlerine ağlaşıyorlardı. Resmen birileri alay ediyordu bizimle, “bakın üzülmeyin halinize, zenginlerin de dertleri var” diye.

Medya elindeki gücü bu dizilerle keşfetti bir nevi. Birçok kabarenin konusu, pembe dizi izlemeye dalıp yemek yapmayı unutan kadınlardı. Birçok evin arka odaları, ev sahipleri pembe dizi izlemeye daldığı sıralarda soyuldu. Eskiden bakkala gittiğinde yapılan zammı duyunca sinirlenen Ayşe teyze, artık zihni oldukça dolu, tepkisizce parasını ödüyordu. Çünkü aklı en heyecanlı yerinde kesilmiş olan arkası yarında oluyordu.

Ardından teknolojik gelişmeler, artan kanal sayısı ve her kanalda bir pembe dizi... Kanallar arası transferler... Kadınlarımıza seçme hakkı tanındı. Ancak bu dizilerin hedef kitlesi, yayın saatinin de etkisiyle gitgide daraldı ve sadece ev kadınlarına hitap eder hale geldi. Tabbi bu deneyim medyanın iştahını kabartmıştı, yeni yeni dizilerle yeni yeni kesimler ekran başına hapsedilmeliydi! Bu gücün üstünde bir güç olabilir miydi! Hangi güç yüz binlerce insana 10 yıl boyunca aynı diziyi seyrettirebilirdi?

Medyanın ikinci denek grubu, o dönemler yarım gün olan okullardan eve gelen gençler oldu. Daha doğrusu doğruca eve gelmesi istenen gençler. Önce yabancı sit-comlar (yarım saatlik komedi dizileri), daha sonra gençlere yönelik aşk dizileri aldı sırayı. Öylesine çok ama aynıydılar ki! Gençler bu dizilerle toplumsal sistemdeki dinamik olma rollerinden arındırılıyor ve birey olmak yerine bireyciliğe yönlendiriliyorlardı. Gençlere “hadi hayatınızı yaşayın, aşık olun” deniliyordu.

Tüm bunlar, yayınlandığı dönemde başarılı olsa da, aslında fazlasıyla eksik kalıyorlardı. Bir kere babalara hitap eden bir şey yoktu. Onların iş yerlerinde yaşadıkları sömürüye duyarsızlaşmalarını sağlayacak, işten döndüklerinde zihinlerini adeta kurutacak bir şeyler bulunmalıydı. İşte bu düşünce medyanın son on yıldır yoğun olarak üzerine çalıştığı ve artık 2002-2003 yayın sezonuyla doruk noktasına ulaştırdığı bir saldırının temelidir. “Bir aileyi nasıl topluca apolitize edebilirim?”

Önce masumane mahalle dizileri çıktı. Kötünün cezalandırıldığı, iyinin sonunda hep mutluluğa ulaştığı orta halli insanlar arasında geçen olaylar silsilesi. Hepimize yetecek kadar karakter var. Müthiş bir özdeşleşme dönemiydi bu. Fiko’nun başına gelmeyen kalmamıştı. İpek kanserdi. Hem aynı şeyler her gün bizim, komşumuzun ya da bir tanıdığımızın başına da geliyordu. Yani artık zenginlere ağlamak yerine kendimize ağlıyorduk. Ekrandaki bizdik ve medya bize bizi olduğumuz gibi yansıtıyordu. Tabii iletmek istediği mesajları da katarak... “Kader, ama üzülmeyin, bekleyin, dua edin, geçer”. Süper Baba’daki gibi yaratın bir kutsal ağaç, dua edin, sebatlı olun, geçer.

Oysa geçmiyordu. Tam ‘96’da, zindanlarda ölüm oruçları sürerken, Fiko hapse girdi. İnsanlar yana yakıla ağladılar ona, ailesine, çocuklarına... Fiko direnmedi bile, bunalımlara girdi. Oysa başka bir cephede direnişler vardı. Medya tam da o dönemde insanlar üzerindeki hakimiyet deneylerinin başarılı sonuçlara ulaştığını anladı. Diziyi seyreden herkes, Çengelköy’deki o küçük ama dayanışma dolu mahalleye yerleşebilme hayalleriyle doluydu. Bu dizinin konusu gerçek ve hayatın içindendi. Ama çözümlerin indirgendiği mahalli birlik gerçek dışı ve hayal ürünüydü.

Ve 2002 yılı ile birlikte birbiri üstüne bomba gibi diziler yağmaya başladı. Özdeşleşme devri gelişmiş ve öykünme devrine dönüşmüştü. İyi-kötü karakterlerinin net olarak ayrıldığı Türk yapımı pembe diziler, yanı sıra batı yaşamını yansıtmaya dönük adapte edilmiş sit-comlar... Üçüncü bir kategori de başka hiçbir kategoriye sığdırılamayan “Çocuklar duymasın”...

Önceliği ilk kategoriye verdiğimizde öyle ilginç bir tablo çıkıyor ki ortaya: Doğu-batı sentezi modasına uygun olarak birbirine girmiş hayatlar... Eski feodal beylerin, ağaların, kapitalizme entegrasyonu ve burjuvalaşması adeta gurur duyularak anlatılıyor post ağa dizilerinde. Feodalizmin tasfiyesi bir kez daha gurur kaynağı oluyor; “eski feodal köy ağaları kalmadı, artık hepsi modern” denilerek, yıllarca Türk sinemasında yerden yere vurulup kötülenen ağalar aklanıyor.

Bu dizilerin kadına bakışı ise oldukça tartışmalı. Meşrulaştırılmış tecavüzlerden tutun da, çok eşliliğin teorize edilmesine kadar neler neler... Burjuvalaşan ağa kadın üzerindeki hegemonyasını bir yönüyle sürdürüyor. Zaten sorun da bu; kadın cinsel meta olma konumunu sürdürüyor. Her dizide bir hanım ağa var, ama bu bile sus payı gibi. İçişlerinde bağımsız, dışişlerinde bağımlı, üstü kapatılan tecavüzlerin mağduru modern kadınlar!

Ağa dizilerinde yaşanan olayların yapaylığı konak içerisindeki hiyerarşik ilişkilerde ortaya çıkıyor. Sınıfsal sorunlar gözardı ediliyor. Ağa tüm tebasını gözü gibi koruyor, seviyor. Yaşamların dönüşmeye açık olmadığı kapalı havza yaşamı sürüyorlar. Bu tip dizilere birer de eski ya da yeni solcu karakter konuluyor, ama bu karakterler yaşam tarzı ve dizide yansıtılan mücadele biçimiyle devrimciliğin yanından yöresinden bile geçemiyor.

İkinci kategoriyi oluşturan sit-comlar ağa dizilerinin yanında görece masum kalıyorlar. Bu dizilerin senaryoları zaten yabancı versiyonlarından alındığı için düşündürmeden güldüren bomboş komedileri aşamıyorlar. Zaten ağa dizileri furyası başlar başlamaz, insanların tercih listesinde sona düştüler.

“Çocuklar duymasın” dizisi ise ayrı bir tez konusu. Star TV Genç Parti’nin seçim propagandalarını seyrettirmek için dizinin ilk dört bölümünü satın almış ve bir ay boyunca neredeyse hergün yayınlamıştı. Aynı anda üç ayrı kanalda yayınlanıyordu bu dizi o zaman. Anlaşılamayan nokta bu dizinin nasıl olup da bu kadar çok sevildiği. Dizi liberal yaşam tarzının propagandasını yapıyor. Kesin çizgilerle belirlenmiş karakterler değişime kapalı. Bütün dizi annenin modernlik dersi vermesiyle geçerken, sürekli kendini tekrarlayan birkaç espri diziyi kurtarıyor. Sorun da burada zaten. Ailelere mesaj verme kaygısıyla hareket ettiklerini her fırsatta vurgulayan dizi ekibinin yüz bölümdür dönüp dolaşıp yaptığı espiriler yabancılaşmalara yol açıyor.

“Taş fırın erkeği”, “light erkek” saçmalığı, artık şarkılara da konu olan bu anlamsız espiri, töre cinayetlerinin yerini alacak yeni bir suç tipi oluşturmuş durumda. Bir diğeri, ilkokul çocuğunun cep telefonu saplantısı. Tüketim çılgınlığının eleştirildiği iddiasında bulunulabilir. Ama diziyle bütünleşen cep telefonu reklamlarını da eklediğimizde, sadece cep telefonu firmasının çocuk sömürüsü yoluyla pazarlama tekniği olduğu görülüyor. “Feminist” suçlaması ise ilginç bir aşağılama yöntemi. Kavramların içinin boşaltılması yoluyla da sisteme büyük katkı sağlanıyor.

Peki bu diziler insanımıza ne veriyor? Korkunç düzeyde bir öykünme, hayranlık, hayatına dönük öfke, yaşama ve gerçeklere yabancılaşma... Ya medya patronları, prodüksiyon şirketleri, oyuncular, onlar ne kazanıyorlar? Acaba Asmalı Konak’ın yayınlandığı gün kaç zam kararı sessizce geçirildi?

Yayınlanan birçok dizi insanlar üzerinde afyon etkisi yaratıyor. Ayrıca bu diziler yayınlandıkları bir buçuk saatin dışında tekrar bölümler, magazin programları, ana haber bültenleri ile haftanın büyük bir kısmında gündemde kalıyorlar. Bunun dışında eskiden hiç değilse iyi kötü bazı tartışmaların yapılabildiği Siyaset Meydanı türünden programlar bu dizilere tahsis ediliyor.

Bir dizinin sonunu sinema filmi olarak çekmek ise, televizyon endüstrisinin büyük bir buluşu olsa gerek. Sözde sanatsal olma çabasıyla karmaşık bir olay örgüsü hazırlanmış, dizideki her oyuncu beş dakika gösterilmiş, on dakikada anlatılacak olay yüz dakikada anlatılmış! Bu film için insanlarımız akın akın sinemaya gittiler ve bu belki de hayatlarında gittikleri ilk filmdi.

Yaz sezonuyla verilen ara zihinlerimizde kısmi bir dinginlik yarattıysa da, yeni sezon bu kez lise dizileri ile başladı. Aralarında saçma sapan diyaloglar kuran manken-liseli genç kız ve erkeklerle doldu ekranlar. Medya toplumu uyuşturmak için bütün silahlarını kuşanmış, ama yüzünde güleryüzlü bir maskeyle bu sezon da çalışıyor.

Geçen seneye baktığımızda medyanın başarısı ortada. Ama istediğine ulaşamadığı da çok açık... Çocuklar Irak savaşını duydular! Çocuklar ekonomik sıkıntıları duydular! Ve çocuklar daha birçok şeyi duyacaklar!

A. Eylül