17 Temmuz'04
Sayı: 2004/28 (20)


  Kızıl Bayrak'tan
  Genelkurmay direktifleriyle işleyen “demokrasi”!
  Kürt halkına yönelik tarihsel inkar ve imha politikası sürüyor
  Türkiye-Suriye ilişkilerinde hızlı gelişmelerin anlamı...
  CHP’den AKP’ye vekil transferleri...
  Büyüme masalları ve sefalet tablosu
  Aydos halkı yeni yıkım girişimlerine karşı hazırlanıyor!
  Pendik Belediyesi tarafından konduları yıkılmak istenen Aydoslu emekçilerle konuştuk...
  Castleblair direnişi işçi hareketini ve sendikaları felç eden...
  Direnişçi Castleblair işçilerinden sendika ağalarına...
  Direnişteki Castleblair işçilerinin kaleminden...
  Sendikalarımıza çöreklenmiş ihanet şebekelerini dağıtalım!
  Almanya’da onbinlerce Daimler-Chrysler işçisi ayakta!
  Özelleştirme yağmasında sıra TEDAŞ’ta
  Rottweiler tipi özelleştirme
  Mevsimlik tütün işçileri eylemde
  Yasa tanımayan yasadışı devlet: İsrail
  Türkiye-İsrail arası “köklü ilişkiler”i halkların direnişi bozacak!
  Irak’ta direniş kirli planlarla hesaplaşarak ilerleyecektir
  Gericiliğe ve emperyalizme karşı birlikteliğimiz sürecek!..
  Bültenlerden...
  Bültenlerden...
  Gazetemize bazı eleştiriler...
  Kızıl Bayrak’a yönelik eleştirel değerlendirmeler...
  Alişer hevala yanıt...
  14 Temmuz bir çağrıdır!
  Fahrenheit 9/11
  Şahintepesi İşçi Kültür Evi açıldı...
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Genelkurmay direktifleriyle
işleyen “demokrasi”!

Genelkurmay’dan yapılan açıklamanın ardından eski DEP milletvekilleri hakkında soruşturma başlatıldı. Gerekçelerin başında ise, milletvekillerinin katıldıkları mitinglerde Kürtçe konuşmaları geliyor. Ve yine Genelkurmay’ın açıklamasının ertesinde Eğitim-Sen hakkında kapatma davası açıdı. Gerekçe yine Kürtlerle ilgili; sendikanın tüzüğünde yer alan “anadilde eğitim” hakkı. Her ne kadar, tüzük değişikliğine ilişkin istemlerin daha eski tarihlere dayandığı iddia edilse de, davanın Genelkurmay açıklamasının ardından açılmasını “rastlantı” ile açıklamak mümkün değil.

Tablonun açıkça gösterdiği şudur: AB’ye uyum adı altında ne kadar “demokratik açılım” yapılırsa yapılsın, bu ülkede asıl yönetici güç ordudur. Güya MGK bu doğrultuda sivilleştirilmiştir. Fakat görüldüğü gibi, ordunun diğer kurumları yönlendirmesi için ille de MGK kararı gerekmiyor. Bu doğrudan Genelkurmay üzerinden de yapılabiliyor. Sözkonusu açıklama Genelkurmay tarafından değil de MGK tarafından yapılsaydı, yine DEP milletvekillerine soruşturma açılacak, yine “bağımsız yargı” Eğitim-Sen’e kapatma davası için harekete geçecekti.

Çünkü devletin yapılanması bunu gerektiriyor. Avrupa yolunda gerçekleştirilen düzenlemelerin hiçbiri devletin yapısını değiştirmeye yönelik değildir. Bunlar tümüyle göstermelik yasa değişiklikleridir. Hatta yapılan değişikliklerin çoğu demokratik hak ve özgürlükler bakımından daha geri, daha yasakçı ve cezalandırıcı özelliğe sahiptir. Ve bu tür tersten adlandırmalar Türkiye’de ne ilktir ve ne de son olacaktır. Bu devlet cezaevlerindeki toplu katliamına “hayata dönüş” adı koymuştu. Amerika’nın da Irak’a yönelik işgal ve köleleştirme saldırısına “özgürleştirme” gibi bir sıfat yakıştırdığı hatırlanırsa, sözkonusu tarz, Türkiye’de Amerikanlaştırma harekatının artık neredeyse sonuçlandırıldığını, Türkiye’nin gerçekten de bir küçük Amerika halne getirildiğini anlatmaktadır.

“Demokratik açılım” meselesine dönelim, Kürt sorununun çözümüne yönelik “açılımlar”ı ele alalım. Güya Kürtçe eğitim ve yayın hakkı tanınmıştır. Ardından bir takım Kürtçe kurslar açılmış, devlet televizyonunda Kürtçe yayın başlatılmıştır. Sözkonusu yayın bir komedinin ötesine geçmese de, sonuçta başlatılmıştır. Kursların açılış sürecindeki “kapı genişliği” olayı, TRT yayınlarının durumu vb. “açılım”ların anlam ve önemine ilişkin tabloyu yeterince sergilemekle birlikte, konuya ilişkin son gelişmeler, Türk devletinin Kürt sorunu ve “demokratik çözüm”ü konusundaki sahtekarlığının tam bir resmidir. Bu devlet Kürt halkına karşı bırakın demokrat davranmayı, kendi hukuk kurallarına uymayı bile düşünmemektedir. Kürtçe’nin öğrenilesi ve kullanılmasına ilişkin yasal düzenlemeyi yapan ve kendi resmi kuruluşunda yayın yapmaya başlayan da, Kürtçe konuştuğu için DEP’liler hakkında soruşturma başlatan da bu aynı devlettir. Bu soruşturma ile çiğnenen demokrasi değil, bu gerici-faşist devletin hukukudur. Verili yasalar çerçevesinde hiçbir yetkisi olmadığı halde ordunun emir vermesi başlı başına bir hukuk ihlalidir. Bu ihlali yapan, emri veren askerden sonra bu militer devletin ikinci önemli kurumu olan emniyettir. Aynı şekilde, Eğitim-Sen davasında kendi hukukunu çiğneyen, yine devletin en temel kurumlarından biri olmasının yanısıra, güya bir “hukuk kurumu” olan yargıdır.

İhlaller hep devletin en temel kurumları tarafından gerçekleştirilmektedir. Zaten Türkiye’de yazılı hukuk hep kağıt üzerindedir, genelde tüm devlet kurumlarında, ama özelde bu üç temel kurumda (ordu, polis, yargı) işler her zaman “gelenekler”e göre yürütülür. Örneğin; yazılı hukukta anayasayı zorla değiştirmeye kalkmanın idamla cezalandırıldığı bu ülkenin tarihinde, ordunun defalarca ve silah zoruyla anayasa değiştirdiği yazılıdır. Yine örneğin; yazılı hukukta her zaman “eziyet ve işkence” yasağı bulunmasına rağmen, polis karakollarında her türlü işkence aleti bulundurulur, zaman zaman teftişlerde ele de geçirilir, dahası çeşitli emniyet görevlileri işkence eğitimi için Amerika’ya gönderilir. Yargı kurumunun da elbette ordu ve polisten geri kalması sözkonusu değildir. Bu ülked (Menderes ve ekibi dahil olmak üzere) nerdeyse tüm siyasi idam kararları, yazılı hukukun ihlali üzerinden verilen siyasi kararlarla gerçekleştirilmiştir. Siyasi kararları veren hep militer güçler olmuş, yargıya sadece imza atıp kalem kırmak kalmıştır.

Son gelişmeler, Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuksuzluk geleneğinde en küçük bir değişikliğin olmadığını göstermesi bakımından anlamlıdır. Bunu böyle anlamaya en fazla ihtiyacı olanların başında Kürt halkı geldiği halde, ne yazık ki, ona önderlik iddiasını sürdürenler durumu anlamazdan gelerek, dün bildiklerini bugün inkar ederek, hem kendilerini hem halklarını kandırmayı sürdürüyorlar. DEP milletvekillerinin devlete tam ilhak hatta ajanlık anlamına gelen teklifi kabul etmeleri için sürekli biçimde tehdit edilmeleri de, onları bu “yanılma” ve yanıltma tutumundan alıkoyamıyor.

Avrupa emperyalizminin basıncıyla Türk devletinin Kürt halkının hakları konusunda “demokratik” açılımlar gerçekleştirebileceği yanılsaması, Amerikan emperyalizminin basıncıyla Irak’ta Kürtlerin özgürleşebileceği yanılsamasıyla başbaşa gidiyor. Sonuçta; emperyalist bir paylaşım savaşı ertesinde parçalanıp paylaşılan, ezilip sömürülen, sistemli asimilasyon politikalarıyla, toplu katliamlarla tarihten silinmeye çalışılan bir halkın tüm umutları, bu yoketme politikasının mimarı emperyalizme bağlanmaya çalışılıyor.

Türkiye’de sermaye devletinin sahtekarlıkları hususunda kitleleri yanıltma faaliyeti Kürt halkının ihanetçi önderliğiyle de sınırlı değil. Tıpkı, devletin demokrasi sahtekarlığının Kürt halkının haklarıyla sınırlı olmadığı gibi. En başta ceza hukukunda yapılan değişiklikler, atılan demokratik adımların nasıl bir demokrasiyi yerleştirmeye yönelik olduğunu tüm çıplaklığıyla göstermektedir. Değiştirilen maddeler, öncekilere göre daha yasakçı, daha baskıcı ve daha büyük cezalar öngörmektedir. Nasıl ki, Amerikan emperyalizminin tüm dünyaya hakim kılmak üzere kılıç kuşandığı demokrasisi, Guantanamo ve daha adı bile anılmayan onlarca “gizli” toplama kampını, Ebu Garib ve benzeri işkencehaneleri içerebiliyorsa, ve Türk devleti nasıl Amerikan demokrasisine hayranlığını ve onu taklit etmeyi sürdürüyorsa Avrupa emperyalizminin sözde dayatmalarıyla kurulmaya çalışılan yeni Türk demokrasisi de emperyalizmin tüm dünyaya silah zoruyla yaymaya çalıştığı bu “demokrasi”den farklı olmayacaktır.

Emperyalist demokrasi, her türlü muhalefetin (ulusal, dinsel, siyasal) ezilmesi, biat ettirilmesi, olmazsa ortadan kaldırılması (Filistin ve Irak örneklerinde görüldüğü gibi) üzerine kuruludur. Emperyalizmin en fazla zorlandığı ve zorlanacağı konu ise sınıfsal muhalefettir. Çünkü onu ezmesi, sindirmesi, susturması mümkün olmakla birlikte geçicidir. Sınıf mücadelesindeki durgunluğun geçiciliği, kapitalist sömürü ve soygunun kalıcılığı yüzündendir. Sınıf üzerindeki bu azgın sömürü sürdüğü sürece mücadele kaçınılmazdır.

Kapitalist sistemde demokrasi, işçi sınıfının demokratik hak ve özgürlükler mücadelesine bağlı olarak gelişmiş veya gerilemiştir. Yaklaşık ikiyüz yıllık tarihi boyunca kapitalist sistemde işçi ve emekçilere hak ya da özgürlüklerin bahşedildiğini gösteren tek bir örnek yoktur. Sınıf mücadelesinin güçlü olduğu ülkelerde ve güçlü olduğu sürece demokratik hak ve özgürlüklerin fiilen ve yasal olarak genişlediği, geri olduğu ülkelerde ise uygulamanın da yasaların da daha geri ve baskıcı olduğu görülür. Bu genel durumla çelişmeyecek biçimde, sadece, Büyük Ekim Devrimi ve bu devrimle kurulan Sovyetler Birliği’nin basıncıyla, Avrupa’da bir “sosyal devlet” uygulaması görülmüştür. Bu uygulama da yine sosyalizmin basıncının yanısıra Avrupa’da iş¸i sınıflarının yürüttüğü sınıf mücadelesi sayesinde gerçekleşebilmiştir.

Emperyalist-kapitalist sistem üzerindeki sosyalizm basıncının kalkması üzerine, Avrupa’nın “sosyal devlet” uygulamalarının da son bulduğu biliniyor. Türkiye’de olduğu gibi Avrupa ülkelerinde de işçi ve emekçilerin tüm sosyal, siyasal hakları bir bir tırpanlanıyor. İşte, Türkiye’ye demokrasi vaadeden (AB’ye katılım için şart koşan) Avrupa demokrasisinin bugünkü tablosu bu. Bu tablo ortada iken, AB’ye üyelik üzerinden demokrasi hayalleri yayan liberaller emekçileri aldatıyorlar.

Bu demokrasi sahtekarlığının en çarpıcı örneklerinden biri de, iş yasasında yapılan değişikliklerdir. Bu yeni yasayla işçi sınıfının tüm örgütlenme, dolayısıyla mücadele imkanları ortadan kaldırılmaya çalışılırken, öte yandan işçileri köleleştirebilmeleri için kapitalistlere sınırsız özgürlük tanınmaktadır. Daha önce kapitalist emek pazarı emek-gücünün serbest dolaşımına göre işlerken, şimdi o emek-gücü kapitaliste ait bir mal gibi “kiralanabilir” bir nesne olarak görülmektedir. Ve tüm bu değişiklikler, Avrupalı emperyalistlerin “demokrasi” dayatmaları üzerinden yapılmaktadır. Aynı emperyalistlerin İMF ve Dünya Bankası üzerinden, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin sefaletini derinleştiren ekonomik dayatmalarını ise saymıyoruz. Bunun son örneklerden biri emekli yaşı ve maaşı üzerine olandır.

Sonuç olarak, emperyalistlerin yaymaya çalıştığı “demokrasi” işçi sınıfı ve emekçi kitlelere, yoksul halklara daha fazla baskı, daha fazla kölelik, daha fazla işkence ve ölüm anlamına gelmektedir. İşçi sınıfı ve emekçi kitleler, gerek emperyalizmin demokrasi ihracı adı altında yürüttüğü bu saldırıları püskürtmek, gerekse yeni hak ve özgürlükler elde edebilmek için örgütlü ve dişe diş bir mücadeleyi yükseltmek zorundadırlar.