22 Mayıs 2009
Sayı: SİKB 2009/19

  Kızıl Bayrak'tan
  Sınıf hareketinin gelişiminde mevzi direnişlerin artan önemi
  DTP milletvekillerinin dokunulmazlıkları boşa çıkartılmaya çalışılıyor…
Erdoğan’ın Bakü-Moskova ziyaretleri…
Kayseri’de işsizliğe isyan eden bir işçi katledildi…
Sermaye “Personel Rejimi” adı altında kamu emekçilerinin haklarına göz dikti...
  Direnişlerden...
  İşçi ve emekçi hareketinden…
  Bayramtepe’de yıkım saldırısı püskürtüldü!
  Mevzi direnişler ve önderlik müdahalesi
  Kriz derinleşiyor, sorunlar büyüyor, emekçi kadınlar daha çok etkileniyor...!
  Tekstil İşçileri Kurultayı’na çağrı!
  Taksim iradesi karşısında EMEP
reformizminin utanç verici tutumu!
  Mayıs şehitleri anmalarından...…
  Üniversitelerden… .
  Tamil Kaplanları’nın trajik sonu…
  Berlin’de krize karşı kitlesel eylem…
  Dünya işçi ve emekçi hareketinden…
  Resmi çizgi aşılıyor mu, yoksa yeniden mi üretiliyor? - M. Can Yüce
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Resmi çizgi aşılıyor mu, yoksa yeniden mi üretiliyor?

M. Can Yüce

Son dönemlerde devlet ve egemen medya cephesinde Kürt sorunu yeniden tartışılıyor, “çözüm” umutları verilmeye çalışılıyor…

Önce Genelkurmay Başkanı geniş bir konuşma yaptı, resmi çizginin aşılmaz çerçevesini çizdi, bu çerçevede “esneme” noktalarını belirtti. Türk Milleti kavramının içini açtı, Türk milletinin Cumhuriyeti kuran “Türkiye halkı” olduğunu belirtti. Bu üst kimlik bağlamında alt kimliklerin bireysel haklar çerçevesinde kendilerini ifade edebileceğini anlattı. Ama bütün bunların “devletin vatanı ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesiyle çelişemeyeceğini” vurgulayarak, aslında yapılan ve yapılacak “açılım” ve tartışmaların kalın çizgilerini de net bir biçimde ortaya koydu.

Ardından A. Gül, farklı zaman ve mekânlarda Kürt sorununda önemli gelişmelerin olabileceğini, ortada önemli bir fırsatın olduğunu, bunun kaçırılmaması gerektiğini belirtti. Bu açıklamaları egemen medyayı heyecanlandırmaya yetti. Hükümetin de Erdoğan’ın ağzından bunları destekleyen genel ifadeleri oldu.

Tartışmaları gündemin ilk sıralarına taşıyan diğer bir gelişme de PKK-KCK cephesinden geldi. Gazeteci Hasan Cemal’in Kandil’e giderek Murat Karayılan ile yaptığı röportaj ve burada ortaya konulan “çözüm platformu” önemli bir gelişme, çözüme dönük bir adım olarak değerlendirildi. Aslında dile getirilen düşüncelerde bir yenilik yoktu. Yenilik devlet ve hükümet cephesiyle açık veya gizli, dolaylı veya dolaysız bağlantısı olan bir gazetecilik girişimiyle bu görüşlerin dile getirilmiş olmasıdır. Bunun bir kamuoyu oluşturma boyutu olduğunu da eklemek gerekir. Bu zamanlama ve yöntemin rastlantı olmadığını vurgulayarak geçelim.

Böylece tartışma süreci boyutlandı, devletin “açılımları”, hangi konularda adım atacağı noktaları vurgulandı. Tartışmaların ortak noktası şuydu: Artık eski tarzda ve salt askeri yöntemlerle bir yere varılamaz. Son seçimlerde DTP’nin kazandığı oylar da bunu göstermektedir. Bölgenin dengeleri, Irak ve Güney Kürdistan’daki fiili yapı ve bununla ilişki zorunluluğu, ABD’nin tutumu Kürt sorununda bazı adımların atılmasını zorunlu kılıyor. Bu, Kürt sorununun devrimci dinamiklerini tecrit etmek, daraltmak ve sonuçta tasfiye etmek için de artık kaçınılmazdır. 

Tartışılan yöntemlerden biri, PKK ve DTP muhatap alınmadan devlet, bir paket olarak bu adımları sindire sindire atmalıdır biçiminde somutlandı. Diğeri de PKK ve DTP atlanarak, görmezden gelinerek bu konuda atılacak adımların sonuçsuz kalacağını, bu nedenle anılan örgütlerin bu sürece katılması formülü üzerinde düşünülmesinin çözüm için gerekli olduğunu ifade eden eğilimdir! Devlet cephesinde ağırlık kazanan eğilimin birincisi olduğu anlaşılıyor.

Belli ki, kendilerinin de itiraf ettikleri gibi, bu konuda devletin çeşitli kanatları ve kurumları arasında ulaşılmış bir uyum ve mutabakat var. Bunun “çok önemli” olduğunu vurgulamaktan geri durmuyorlar. Bunda Ergenekon operasyonu ile kimi unsurların etkisizleştirilmesi önemli bir rol oynamıştır.

Açmak istedikleri paketin ipuçları da ortaya çıkmaya başladı. Üniversitelerde seçmeli dil olarak Kürtçe’nin okutulması, öğretilmesi, bir üniversite bünyesinde Kürt dili ve kültürü ile ilgili bir enstitünün kurulması, adları değiştirilen köy, dağ ve ovalara eski adlarının yeniden verilmesi gibi… Buna çerçevesi genişletilmiş ve esnetilmiş pişmanlık yasası eklenmek istenmektedir.

Bu yaklaşımın anlamı şu: Belli kırıntılar verilmeli, ama bunlar, PKK’ye “başarı” malzemesi olarak sunulmamalıdır. Devlet her aşamada ve her sonuçta denetimi, psikolojik ve siyasal üstünlüğü elden bırakmamalıdır!

Tam da bu dönemde PKK-KCK 1 Haziran’a kadar sürecek bir “eylemsizlik” kararı aldı. Bütün bu gelişmelerin yanında askeri operasyonlara ve legal cephede DTP’ye yönelik kapsamlı tutuklama kampanyası, bazı DTP milletvekillerinin zorla mahkemeye götürülme olasılığının gündeme gelmesi tartışılan “açılımların” niteliği, çerçevesi konusunda önemli bir fikir vermektedir.

Kuşkusuz bu yaklaşım kendi içinde tutarsızdır ve dolaysıyla sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. Devlet henüz PKK’yi tam anlamıyla tasfiye etme, İmralı platformuyla kabul etme konusunda bir karara varmış değildir. Yoksa PKK’nin istediği çok fazla bir şey yok. Özünde dedikleri şu: “Bizi Cumhuriyet Kürdü yapın, buna hazırız. Elbette yasal olarak siyaset yapma ve yaşam seçeneği sunma, kimi kırıntılarla ikna edilme koşuluyla...” İmralı Programı, M. Karayılan’ın Hasan Cemal röportajında söyledikleri, yine aynı dönemde KCK’nın yaptığı resmi açıklamanın politik özü budur!

Henüz devletin anılan “açılımlarının” bütün çizgileri net olarak ortaya çıkmamasına rağmen ortaya çıkan veri ve ipuçları birlikte değerlendirildiğinde, öne sürülen “paket” ile genel olarak resmi çizginin aşılması değil, bir-iki unsurla yeniden üretilmesi, belki de daha doğru bir ifadeyle tekrarı söz konusudur. Daha önce Genelkurmay Başkanı’nın açıklamasını değerlendirirken resmi tavrı, “Cumhuriyet cephesinde yeni bir şey yok” biçiminde özetlemiştik. Yaşananlar bu değerlendirmemizi doğrulamıştır.

Açık ki, TC, 2007 Kasımı’ndan bu yana Güney Kürdistan politikası üzerinde önemli bir inisiyatif kazandı. Bunu geliştirmek ve daha da kalıcı hale getirmek istiyor. Bununla birlikte ABD ile geliştirilen ilişkiler bağlamında Irak, Suriye ve İran üzerinde de belli bir etkinlik kazanmış bulunuyor. Aynı şekilde Ermenistan ve Azerbaycan ilişkilerinde, Rusya ile ilişkilerinde bir “bölge devleti” inisiyatifi kazanmak ve kazandığı adımları geliştirmek istiyor. Bu konum ve rolünü kalıcı hale ve gerçekten sonuç alıcı bir düzeye getirmek için Güney Kürdistan ile ilişkilerini belli bir noktaya taşıması, bu konuda ABD ile daha uyumlu bir çizgide yürümesi gerekiyor. Ayrıca kendi iç sorunlarını da engel olamayacak düzeye indirmesi gerekiyor. TC devleti böyle düşünüyor. Bu noktada Kürdistan sorunu kendisi için temel bir sorun olarak duruyor. Dolayısıyla bu arayış, tartışma ve “açılım” çabaları böyle bir politik ve stratejik arka plana dayanıyor. Sıkışma ve “bölge devleti” olma isteği TC’yi Kürdistan sorununda yeni arayışlara zorlamıştır. Ama hemen vurgulamak gerekir ki, bu arayışlar ve tartışmalar resmi çizgiyi aşma düzeyine varmış değildir.

Bu tartışmalarda “Kürt Cephesi”nin sergilediği tutum gerçekten üzücü ve utanç vericidir. Dilenciliği, sömürge statüsünü, kendini tam eşit bir konumda görmeme duruşu ve ruh hali, saygınlığı değil, “parya muamelesini” koşulluyor. Bu, düşünsel ve ruhsal yenilgidir, politik karşılığı da sadaka dilenciliğinden başka bir şey değildir. Önce bir halk, bir ulus olarak, onun politik temsilcileri olarak kendini her açıdan eşit görmek durumundasın. Bunun dışındaki ve bununla çelişen yaklaşımları reddetmelisin! Böyle bir ruhsal ve düşünsel duruş, dostunda da düşmanında da saygı uyandırır. Tersi duruşlar ise aşağılanmayı…

 

DTP’lilere saldırılar sürüyor!

22 Temuz 2007 genel seçimleri sonrasında TBMM’ye milletvekili olarak giren DTP’lilerin savcılık tarafından ifadelerinin alınması için mahkemeye davet edilmeleri gündeme oturdu.

DTP’li Selahattin Demirtaş, Emine Ayna, Fatma Kurtulan, Aysel Tuğluk ve Sabahat Tuncel’in milletvekili olmadan önce haklarında açılan davalar nedeniyle ifadelerini almak isteyen savcılık, TBMM Başkanlığı’na gönderdiği yazıda, DTP’li milletvekillerinin savcılığa ifadeye gelmemeleri durumunda meclisten polis zoruyla getirileceklerini belirtti.

TBMM Başkanlığı’na iletilen yazının ardından yaşanan tartışmalar, Ankara’da 1994 yılında Meclis kapısında DEP milletvekillerinin polis tarafından gözaltına alınmalarını hatırlattı. SHP kontenjanından Meclis’e giren DEP milletvekillerinden Leyla Zana, Selim Sadak, Hatip Dicle ve Orhan Doğan hakkında Meclis’te Kürtçe yemin ettikleri gerekçesiyle, dönemin Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde “bölücülük suçlamasıyla” dava açılmıştı. TBMM’nin bu dört milletvekilinin dokunulmazlığını 2 Mart ‘94’de kaldırmasının ardından ise Zana, Sadak, Dicle ve Doğan TBMM’den çıkarken polis tarafından yaka paça gözaltına alınmışlardı.

Konuyla ilgili açıklamalarda bulunan TBMM Başkanı Köksal Toptan, ilgili ağır ceza mahkemelerinin dokunulmazlığı olan milletvekillerini seçilmeden önce işledikleri davalarla ilgili mahkemeye davet ettiğini söyledi. İfade vermeye gitmedikleri takdirde polis zoruyla götürülebileceklerini vurguladı.

DTP milletvekilleri ise, dokunulmazlığa dikkat çekerken ifade vermeye gitmeyeceklerini belirttiler. DTP milletvekili Emine Ayna, “Eğer böyle bir hak varsa, AKP’li ve CHP’li milletvekilinin ne kadar hakkıysa bizim de o kadar hakkımızdır. Hala gidip herhangi bir ifade vermeyi düşünmüyoruz. Ne zaman Başbakan hakkında hazırlanan fezlekelerle ilgili gidip savcılığa ifade verir, biz de düşüncelerimizi açıkladığımızdan dolayı açılan davalarla ilgili oturur, yine düşünür, değerlendirir ve bir karar alırız” diye konuştu.

DTP Grup Başkanvekili Selahattin Demirtaş ise kararın siyasi olduğuna işaret ederek, “ayağımızla gidip kuzu kuzu bu hukuksuzluğa ortak olmayacağız” dedi.