13 Nisan 2018
Sayı: KB 2018/15

Halklar için tek çıkış yolu birleşik direniştir!
Krizi manipülasyonla yönetme çabası
Şovenizm dalgasını kırmak ya da işçilerin birliğini başarmak!
Akkuyu’da nükleer santralin temeli atıldı
TKİP: Sosyalist bir dünya için 1 Mayıs’ta alanlara!
1 Mayıs kimin günüdür?
Performans saldırısı ve AKP iktidarının gerici hesapları
Kaza mı, cinayet mi?
Tarihten güncelliğe dünyada ve Türkiye'de 1 Mayıs
Özgürlüğümüz ve geleceğimiz için 1 Mayıs’a!
Karanlığı yırtmanın adımlarını hızlandıralım!
“Dünyada en büyük adaleti ölüler ister!”
Çifte sömürüye ve gericiliğe karşı 1 Mayıs’a!
Kapitalizmin insanlığa dayattığı fatura
Fransa’da kavga büyüyerek sürüyor
İngiliz eğitim sektöründe yükselen direniş
İsviçre’de polis devleti yasaları
Taşeron işçileri “güvenlik soruşturması” gerekçesiyle işten atılıyor
TTE saldırısına sessiz kalmak tek tipleşmektir
1 Mayıs’ta alanlara!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kaza mı, cinayet mi?

 

Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) verilerine göre dünyada her yıl 270 milyon “iş kazası” meydana gelmekte ve bu “iş kazaları”nda günde ortalama 5 bin, yılda ise 2 milyon işçi ölmekte. Ayrıca yılda 160 milyon işçi meslek hastalığına yakalanmaktadır. Avrupa’da iş kazalarına bağlı ölümlerde Türkiye açık ara birinci durumda. Türkiye’yi dünya sıralamasında ise yine listenin ilk sıralarında görmek mümkündür. Bu anlamda Türkiye’nin dünya ortalamasını da etkilediği söylenebilir.

“İş kazaları”na bağlı ölümler üzerinden en büyük tartışma bu ölümlerin gerçekten önüne geçilemeyen bir kaza mı yoksa öngörülebilir bir ölüm mü, yani cinayet mi olduğu noktasında yaşanmaktadır. Söz konusu soruya her ne kadar pozitif hukuk açısından mevzuat referans alınarak yanıt aramak mümkünse de, bu yöntem sorumuza tatmin edici bir cevap vermekte yetersiz kalacaktır. Neo-liberal ekonomi politikaları yaşamımızda birçok alanı şekillendirdiği gibi hukuk alanını da kaçınılmaz bir şekilde etkilemiştir. Dolayısıyla çalışma koşulları ve üretim ilişkileri göz ardı edilerek bu soruya Türk Ceza Kanunu bakımından kast-taksir, olası kast-bilinçli taksir ya da işverenin hukuki sorumluluğu tartışması yapılarak cevap aramak problemin kaynağını göz ardı etmek anlamına gelecektir.

Hukuk penceresinden işçi ölümlerine bakış

Antik Yunan’dan Roma İmparatorluğu’na, Çin Uygarlığı’ndan Hititlere, Hint Uygarlığı’na kadar tarihte birçok coğrafyada kölelik sistemi var olmuştur. Kölelik sisteminde köle insan olarak değil eşya-mal olarak kabul edilmiştir. Kölenin hukuki statüsü vatandaşlık değil vatandaş olan efendisinin mal varlığı içinde bir değer olmasıdır. Her hukuk sisteminde değişebilmekle birlikte, köle bir eşya olarak nitelendirildiği için bir köleyi öldürmek çoğu kez mala zarar verme olarak görülmüştür. Kölenin değeri hesaplanarak (genç ya da yaşlı oluşu, okuma yazma bilmesi ya da bilmemesi gibi sahibine sağladığı faydalar gibi kriterler üzerinden) köleyi öldüren kişi hakkında para cezası uygulanmıştır. Bugünkü çalışma koşulları işçileri, yaşamlarını sürdürebilmek için işverene bağımlı modern köleler haline getirmiştir. İşçi ölümleri karşısında hukukun durduğu noktanın ilkel olarak nitelendirilebilecek hukuk sistemlerinden çok da farklı bir yerde olmadığı açıktır. Bugün de işçilerin ölümlerine sebep olan işverenler cezasızlıkla ya da para cezası sonucuyla karşılaşmaktadırlar. İşçinin ölümü için verilecek tazminat miktarı da kölelik sisteminin uygulandığı dönemdekine benzer yöntemlerle hesaplanmaktadır.

İş kazalarına bağlı işçi ölümleri sadece iş güvenliği alanıyla sınırlandırılacak ya da iş sağlığı ve güvenliği mevzuatı üzerinden değerlendirilebilecek bir sorun değil; kişinin en temel hakkı olan yaşam hakkı üzerinden değerlendirilmesi gereken bir sorundur. İş güvenliği kavramının tarihi gelişimine bakıldığında kâr mantığıyla hareket eden ve işçiyi üzerinden artı değer sağlayacağı bir araç olarak gören işverenler alınabilecek önlemleri her zaman ek maliyet olarak görmüş, yasa koyucular ise bu sorunlara duyarsız kalmış ve işçinin kendi yaşam hakkını savunmak için girişimlerde bulunması sonucu düzenlemeler yapılmıştır. Günümüzde birçok uluslararası metinde işçi ölümlerinin yaşam hakkı üzerinden değerlendirilmesini bu eylemlilikler sağlamıştır.

Ceza hukuku anlamında da işverenin hem kanundan hem de iş sözleşmesinden kaynaklanan işyerinde gerekli tedbirleri alması ve muntazam bir şekilde sürdürmesi bakımından garantörlük yükümlülüğü bulunmaktadır. İş kazası nedeniyle işçinin ölmesi halinde işverenin sorumlu olmasını sağlayan hukuki neden işverenin bu yükümlülüklerine aykırı davranmasıdır. İş kazalarından kaynaklanan ölümlerde baskın eğilim genel anlamıyla kaza olarak açıklayabileceğimiz taksir, bazen de bilinçli taksir üzerinden ceza yargılaması yapılmaktadır. Hukukun işçi ölümlerine bakış açısını kabaca bu şekilde özetleyebiliriz.

Hukuk kimin tarafında?

Hukukun kaza olarak nitelendirdiği işçi ölümlerini devlet yöneticilerinin de “kader” ya da “fıtrat” söylemleri üzerinden sermaye sahiplerinin tarafında değerlendirdiğini görmek mümkündür. Örnek üzerinden açıkladığımızda taraflı nitelendirmesinin objektif ve gerçekçi bir yorum olduğunu görmek daha mümkün olacaktır. 6 Eylül 2014 tarihinde İstanbul Mecidiyeköy’de inşaatı yapılan Torun Center’da işçileri taşıyan asansör 32. kattan düşmüş, bunun sonucunda 10 işçi yaşamını yitirmiştir. Kamuoyuna bu olayla yansımasına rağmen söz konusu inşaat yapılmaya başlandığı tarihten 10 işçinin ölümüne kadar aslında birçok usulsüzlüğe imza atmıştır. Öncelikle İdare Mahkemesi en başında inşaat projesinde inşaat hakkının usulsüz bir şekilde %80 arttırılması nedeniyle yürütmeyi durdurma kararı vermiş, Başbakanlığa bağlı TOKİ’nin açtığı dava neticesinde dava konusuz bulunarak inşaat yapılmaya başlanmıştır. İnşaat çalışmaları devam ederken 10 işçinin ölümünden birkaç ay önce 19 yaşında bir işçi ölmüştür. Dava sürecinde asansörcülerin hiçbirine asansörle ilgili eğitim verilmediği, düşen asansörün daha önce de sık sık arızalandığı, elektronik ve mekanik sorunlarının olduğu işveren Torunlar Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı’na (GYO) bildirildiği ve 1 yıl içinde 20 iş kazası yaşandığı ortaya çıkmıştır. Yargılama devam ederken 5 kişi tutuklanmış fakat bu kişiler kısa bir süre sonra serbest bırakılmışlardır. Dahası, tutuklanan bu kişilerin hiçbiri işveren değil iş güvenliği uzmanı, mühendis gibi işverene bağlı çalışanlar olup ölümlerle ilgili kusuru olsa olsa tali olabilecek kişilerdir. Olayda en büyük yetki sahibi olanlar, denetleme yükümlülüğü bulunan ve inşaatın sahibi olan kişiler hakkında ise takipsizlik kararı verilmiştir. 3 yılı aşan bir yargılamadan sonra sanıkların çoğu beraat etmiş kalan sanıklar hakkında da 60 bin lira para cezasına hükmedilmiştir.

Torunlar örneğinde olduğu gibi, işçi ölümüyle sonuçlanan benzer birçok olayda aynı süreçler yaşanmakta, patronlar asla yargılanmamaktadır. Olaya ilişkin verdiğimiz bu temel bilgiler ışığında bile yargının taksir nitelendirmesi yapmak suretiyle sermaye sahiplerini koruyarak onlardan yana kararlar verdiği sonucuna varmak kaçınılmazdır. Kaza, taksir, kader veya fıtrat nitelendirmeleri özünde aynı niyetle; patronları koruma refleksiyle yapılmaktadır. İş sağlığı ve güvenliği üzerine birçok çalışma yapmış olan Doç. Dr. Gürkan Emre Gürcanlı sorunu şu ifadelerle anlatmıştır; “‘İş kazaları’nın kaçınılmazlığı aynı zamanda hukuki bir tabirdir, sadece bizim hukuk sistemimizde değil dünyada da hukuksal mütalaalarda yer almaktadır. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler, her türden ‘iş kazası’nı önleyebilecek teknolojinin, üretim tekniklerinin, üretim (iş) örgütlenmesinin gerçekleştirilebilmesine olanak sağlayacak düzeydedir. Koşulları değiştirmeden ve iyileştirmeden, bilim ve teknolojinin olanaklarını insanlık için kullanmadan, ‘kaçınılmazlık’ veya ‘kötü talih’ kavramlarına sığınmak, aslında kitleler nezdinde hakim olan geri ve idealist düşünme eğilimlerine (dinin de etkisiyle) sığınarak, burjuva ideolojisini en geri zeminde yeniden üretmektir. Öte yandan bilim ve teknolojiye ‘tapınmak’, her işin en doğrusunu ‘mühendisler, teknik adamlar’ bilir, hata varsa zaten işçinindir demek de, 19. yüzyıl sonlarında görülen ve hâlâ izleri olan bir eğilimdir.”

Kapitalist sistemde bilim ve teknolojinin insanlık yararına ne ölçüde kullanılabileceği ayrı bir tartışma konusu olsa da işçi ölümlerini taksir ya da işin fıtratı diye nitelendirmek ölümleri sıradanlaştırmak ve meşrulaştırmak anlamına gelmektedir. Torunlar örneğinden de görüldüğü gibi birçok işçi ölümüyle ilgili etkin bir soruşturma yürütülememekte ve bazı ölümlerin “kaçınılmaz” olduğu hakim görüşü nedeniyle cezasızlık sonucuyla karşılaşılmaktadır. Nitekim, en başta kaza mı cinayet mi sorusunun sadece pozitif hukuku referans alarak açıklanamayacağının sebebi budur: Hukuk düzeni mevzuata uygun ölümler yaratmaktadır.

Sonuç

Bugün odağına insan yaşamını değil kârı alan, insan ölümünü ise kâr-maliyet analizi üzerinden değerlendiren neoliberal bir sistem ve bu ekonomik sistemin yarattığı sermaye sınıfı ile karşı karşıyayız. Sermayedarların işçi ölümlerine bakışını şöyle bir analoji ile açıklamak mümkündür: 1970’ler boyunca Ford Pinto, Amerika Birleşik Devletleri’nde en çok satan küçük arabalardan biri oldu. Bu arabanın benzin deposu bir araba arkadan çarptığında patlamaya eğilimliydi. Kaza sonucu Ford Pinto marka arabaların alev alması nedeniyle beş yüzden fazla insan ölmüştür. Kaza kurbanlarından birinin Ford Motor Şirketini dava ettiğinde Ford mühendislerinin benzin deposundan kaynaklanan bu tehlikenin farkında oldukları ortaya çıkmıştır. Şirket yöneticileri bir fayda-maliyet analizi yaptırmış ve bu sorunu gidermenin sağlayacağı faydanın (hayat kurtarmak ve yaralanmaları engellemek dahil) her arabanın benzin deposunu daha güvenli hale getirecek olan 11 dolarlık bir cihazı taktırma maliyetinden daha düşük olduğu ve buna değmeyeceği kararına varmışlardı. Tıpkı örnekte olduğu gibi günümüzde de işverenler alınması gereken önlemleri insan hayatının kurtarılması olarak değil maliyetlerin artması ve kârın azalması olarak görmektedirler. İşverenin tercihini insan hayatından değil kârını arttırmaktan yana kullanması kapitalizmin yasasıdır. Bu yasaya uymayan işveren piyasadan silinmekle cezalandırılmaktadır.

Kapitalizmin dayattığı çalışma koşulları göz göre göre işçileri öldürmektedir. İşverenler işçi sağlığı ve güvenliği önlemlerini almayarak, uzun saatler boyunca işçileri çalışmaya mecbur bırakıp yorarak, işçilere mobbing uygulayarak, dünyadaki en ileri teknolojiyi işçinin yaşamını riske atmak pahasına kullanmayarak, taşeron kullanıp düşük ücretler vererek, sendikalaşmalarını engelleyerek ve daha birçok yolla işçileri öldürmektedirler. En genel tanımıyla, bir insanın başka bir insana ölüme yol açacağını bildiği bir zarar vermesi ve neticenin ölüm olmasına cinayet denmektedir. Yaşanan iş cinayetlerini kaza ya da işin fıtratı olarak nitelendirmek bilimsellikten uzaktır. Ancak iş cinayetlerinin kapitalist ekonomik sistemin fıtratında olduğu, işleneceğini herkesin bildiği cinayet öyküleri yarattığı sonucuna varabiliriz.

Kızıl Bayrak okuru bir Yüksek Lisans Öğrencisi

Not: Yazıda genel olarak iş cinayeti yerine iş kazası ifadesi hukuksal olarak bu ifade kullanıldığından daha objektif olabilmek adına ve sadece iş cinayeti ifadesinin kullanılması başlıktaki soruyu anlamsız kılacağı düşüncesiyle tercih edilmiştir.

 

 

 

 

“Aliağa’da tam donanımlı hastane istiyoruz”

 

İki ay kadar önce Ege İşçi Birliği’nin öncülüğünde başlayan “Aliağa’da tam donanımlı hastane istiyoruz” şiarlı imza kampanyası; pazar yerlerinde, meydanlarda, kahvehanelerde ve çay bahçelerinde emekçilerle birebir sohbetler edilerek, mahallelerde evler kapı kapı dolaşılarak sürüyor. Bu kapsamda yoğun bir şekilde çağrısı yapılan basın açıklaması 8 Nisan’da Aliağa Meydanı’nda gerçekleştirildi.

İşçilerin, emekçilerin ve öğrencilerin katılımıyla gerçekleştirilen eylem; geçmişte Kocaer Haddecilik’teki direnişte yer alan, bugün de Star Rafineri inşaatında çalışan bir metal işçisinin konuşmasıyla başladı. Her iki işletmede karşılaştıkları sorunları anlatan işçi, yaşadığı örnekler üzerinden mücadele etmenin ve birlik olmanın önemine dikkat çekti. Ardından basın açıklamasına geçildi.

“Aliağa’daki hastane yetersiz, ölümlerin önünü açıyor”

93 bin insanın yaşadığı, her gün İzmir’in başka bölgelerinden gelen işçilerle beraber on binlerce işçinin çalıştığı Aliağa’nın, tam donanımlı bir hastaneden mahrum olduğunun altı çizilerek ve Aliağa’da 2017 yılının Ocak ayından bugüne 21 işçinin iş cinayetlerinde katledildiği belirtilerek; “Hayatını kaybeden işçilerden büyük bir kısmı, Aliağa Devlet Hastanesi’nde yeterli ilk müdahale yapılamadığı için, gerekli bölümler ve ekipmanlar olmadığından, Menemen’e veya Ege Üniversitesi Hastanesi’ne sevk edilirken, yollarda hayatını kaybetti” denildi.

Gerekli iş güvenliği önlemlerinin alınmaması ve göstermelik denetimlerin teşhir edildiği açıklamada şu talepler sıralandı: “Tüm fabrikalarda denetimler arttırılmalı, denetlemeler patronlardan bağımsız, içinde işçi temsilcilerinin de olduğu, alanında uzman görevlilerin yer aldığı komisyonlar tarafından yapılmalı, can güvenliği riski olan işlerde, risk ortadan kalkana kadar çalışma yapılmamalıdır. Çalışılmayan sürede işçiler ücretli izinde sayılmalıdır.”

Sloganlarla sona eren eyleme Aliağa’daki sendika ve partiler de destek verdi.

 

 

 

 

Kamu emekçileri direniyor

 

AKP iktidarının KHK’larla ihraç ettiği devrimci, ilerici kamu emekçilerinin İstanbul ve Ankara’daki direnişleri sürüyor.

Şubat 2017’den beri İstanbul’daki Bakırköy, Kadıköy ve Kartal’da oturma eylemleri yapan Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) üyesi emekçiler eylemlerinde ihraçların hukuksuzluğunu, AKP’nin gerici kadrolaşma çabalarını teşhir ediyor. Taşerona kadro getireceği iddia edilen düzenlemeyle işçilerin “güvenlik soruşturması” gerekçesiyle işten atıldığına da dikkat çeken emekçiler, meslek hayatları boyunca savundukları değerlerle birlikte mücadeleye devam edeceklerini vurguluyorlar. Kendi direnişlerinin aynı zamanda işçilerin, emekçilerin, kadın ve gençlerin geleceği için olduğunu anlatan emekçiler direnişlerine destek ve mücadele çağrısı yapıyorlar.

Ankara’da da Kasım 2016’da Nuriye Gülmen tarafından başlatılan Yüksel direnişi, ihraç edilen diğer emekçilerle birlikte sürüyor. Her gün 13.30 ve 18.00’de basın açıklaması yapmak isteyen direnişçilerin önünü Konur Sokak’ta kesen polis valiliğin eylem yasağını gerekçe göstererek saldırıya geçiyor ve işkence yaparak gözaltına alıyor. Saldırılara karşın direniş sürdürülüyor.

 

 

 

 

Çorlu’da 1 Mayıs hazırlıkları

 

1 Mayıs’a yaklaşırken 1 Mayıs hazırlıkları da hızlanıyor. 3 Nisan Salı günü sendikalar ve kitle örgütlerinin katılımıyla ilk toplantı gerçekleşti. İlk toplantı olması nedeniyle hem tanışma hem de geçmiş yılların deneyimleri üzerine konuşuldu.

Yanı sıra 1 Mayıs’ın bu yıl işçiler, emekçiler, kadınlar ve gençlere yönelen baskı, eşitsizlik, gericilik ve yürütülen kirli savaşa karşı daha kitlesel 1 Mayıs’ın önemi enternasyonal karakteri üzerine konuşuldu.

Ardından 1 Mayıs mitingi için başvuru hazırlıkları yapıldı. 9 Nisan’da ise toplanan evraklarla, Çorlu’daki resmi kurumlara başvuruda bulunulacağı belirtildi.

 
§