12 Haziran'04
Sayı: 2004/23 (15)


  Kızıl Bayrak'tan
  Ya ABD askeri olunacak ya da sosyalizmin neferi!
  İMF ile kölece ilişkiler sürüyor...
  Sermaye düzeni tepeden tırnağa bir mayfa düzenidir!.
  BM şemsiyesi de işgalcileri rahatlatmaya yetmeyecek!
  İncirlik bölge halklarına yönelik bir saldırı üssü olarak kullanılacak!
  İtalya ve Fransa’da onbinler katil Bush’u protestolarla karşıladı!
  NATO karşıtı faaliyetlerden..
  NATO karşıtı faaliyetlerden...
  NATO karşıtı faaliyetlerden...
  Büyük Ortadoğu Projesi ve Kürdistan sorunu
  İnsert’ten atılan bir işçinin kaleminden İnsert deneyimi...
  Özelleştirme saldırısını işçilerin birleşik-militan mücadelesi püskürtebilir
  DİSK 12. Genel Kurulu’ndan notlar
  DİSK Genel Kurulu’nda delege konuşmalarından...
  DİSK Genel Kurulu’nda delegelerle konuştuk...
  İsrail meclisi Filistin topraklarını gaspetme tasarısını onayladı.
  Arjantin: İşçilerin eylemleri ve hükümetin çıkmazı
  Kızıl Bayrak 10 yaşında!
  Genç komünistlerle nice 10 yıllara!
  “Kızıl Bayrak, güneşin önündeki bulutları dağıtan rüzgardır”
  Kızıl Bayrak karanlıkları yırtan aydınlık oldu
  Casstleblair işçisi mücadelesine ve toplusözleşmesine sahip çıkmalıdır!.
  Devrimci değerlerden elinizi çekin!
  TÜPRAŞ yargıya rağmen satılır mı?
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Arjantin: İşçilerin eylemleri ve
hükümetin çıkmazı

Arjantin’de onbinlerce işçi sendika federasyonu CTA’nın çağrısı üzerine, 18 Mayıs günü ülkenin değişik yerlerinde, “Arjantin’de aç bir ev olmayacak” şiarı altında kitlesel gösteriler gerçekleştirdi. Başkent Buenos Aires’te gerçekleştirilen merkezi mintingte konuşan federasyon başkanı Victor de Gennaro, devlet başkanı Nestar Krichner’e çağrıda bulunarak, vergi gelirlerinin yoksullar lehine kullanılmasını istedi. Gösterilerde Krichner’in vaadlerini tutması istenirken, zenginliğin adaletli paylaşımı ve halk lehine bir demokratikleşme çağrısında bulunuldu. Kamu emekçilerinin de katıldığı eylem Krichner hükümetinin açmazlarını sergiledi, vaadler ve gerçekler arasındaki derin uçurumu ortaya koydu.

Egemen sınıflar kitle hareketlerini denetlemek ve paralize etmek için genellikle iki yönteme sarılırlar. Ya devlet güçlerini harekete geçirip sistematik bir biçimde zorla bastırmak yolunu tutarlar, ya da popülist söylem ve yöntemlerle sisteme entegre etmeye çalışırlar. Arjantin de bu yöntemlere defalarca tanık olmuş bir ülke. Peronizmin yoğun sosyal demogoji ve popülist ekonomik-politik pratikleri, yerini faşist askeri darbeye ve azgın bir terör dönemine bıraktı. ‘80’li yıllarda askeri rejim yerini parlamentoya bıraktı ve bunu ‘90’lı yıllarda Menem’in azgın neo-liberal ekonomi politikaları izledi ve sonuç Arjantin’in iflası oldu.

2001 yılındaki ekonomik çöküşü büyük kitle hareketleri izledi. Bu hareketliliğin bir hafta içinde üç devlet başkanını ardarda yönetimden uzaklaştırdığını hatırlarsak, 2001 ve 2003 yılları arasında süregiden bu büyük kitlesel kaynaşmanın gücünü ve boyutlarını da tahmin edebiliriz. Bu süre boyunca halkın ezici çoğunluğu farklı örgüt ve inisiyatiflerde örgütleniyor ve gerçekleştirilen halk toplantılarında talep ve istemlerini formüle ediyordu. Devrimci bir politik önderlikten yoksun olan emekçi kitleler yazık ki süreci devrimci bir doğrultuda ilerletmekte etkisiz kaldılar.

Mayıs 2003’te yapılan devlet başkanlığı seçimlerine bu süreç sonrasında gelindi ve sol peronist söylemlerin temsilcisi Nestor Kirchner devlet başkanı seçildi. Yeni başkan, tepkilerini canlı tutan kitlelerin taleplerine yanıt vermek durumundaydı. En azından verdiği vaadleri kısmen de olsa yerine getirmek zorundaydı. Nitekim ilk önlemler bir ölçüde buna işaret ediyordu. Başkanlık törenine Latin Amerika’nın en saygın ve popüler kişileri katılıyordu. Fidel Kastro’nun yanısıra, Brezilya devlet başkanı Lula ve Venezuella devlet başkanı Hugo Chavez de törende yeralanlar arasındaydı.

Kirchner’in ilk önlemleri, bu çatışma sürecinde halkın nefretini üzerine çekmiş bazı kurum ve kuruluşların arındırılması oldu. İlk hafta orduda teşhir olmuş bazı generaller görevden uzaklaştırılırken, mahkemelerde adı rüşvetle anılan bazı hakim ve savcıların da işine son verildi. Bazı polis komiserleri, emekli sandığı müdürleri ve gizli istihbaratın teşhir olmuş şahsiyetleri de görevlerinden alındılar.

Konuşmalarında ABD ve küreselleşmeye karşı da tutum takınan Kirchner, bir Amerika Serbest Pazar Sahası (ALCA) öneriyor ve Arjantin için de, uluslararası sermayenin etkisinden kurtulmuş bir “ulusal kapitalizm”i propaganda ediyordu. Bu süreçte işsizlik sigortası destekleniyordu, kamu borçları donduruluyordu . İMF ile görüşmelerde borçların ancak % 25’ini ödeyebileceklerini bildiren Kirchner, bunu resmi olarak kitlelere de açıklıyordu. Bu gelişmeler doğal olarak Bush yönetimini huzursuz ediyor ve ABD’nin Latin Amerika’dan sorumlu bakanı Roger Noriega, Kirchner’i Bush’u ziyaret etmeye zorluyordu. Özellikle Fidel Kastro ile olan sıcak ilişkiler ABD’nin tepkisine yol açıyor ve Bush’un sözcüleri bu gerçeği gizlemeye gerek dahi duymuyorlardı.

Fakat ABD yönetimi, bu tür liderlerin Fidel Kastro’nun politik formatında olmayacaklarının bilincinde. Bu tür popülist liderlerin kitlelerin enerjisini denetim altına aldıktan sonra İMF’ci olacaklarını bölgedeki deneyimlerden biliyor. Nitekim Kirchner’in ABD karşıtı radikal söylem ve alternatif programları yerini “adaletli uzlaşma” çağrılarına bıraktı. ABD’ni tepkisi üzerine Kirchner, Bolivya’da güçlü olan radikal “Sosyalizm İçin Hareket”i (MAS) desteklemekten vazgeçtiğini duyurdu. Nihayet, borçları ödememe propagandasına karşı Kichner daha sonra İMF temsilcileri ile ödeme prensipleri üzerinde anlaştı.

Alınan önlemlere karşın emekçi sınıfların ekonomik-sosyal konumunda bir düzelmeden sözetmek mümkün değil. Arjantin’de asgari geçim için aylık 1.500 Pesos (560 Euro) hesaplanırken, ücretler 550 (220 Euro) Pesos’tur. Halkın %58’i yoksulluk sınırı altı

nda yaşarken, %30’u mutlak yoksulluk ile yüzyüzedir.
1970 yılından bu yana ücretlerdeki gerileme %60 oranındadır. İşsizlik oranı resmi verilere göre %22’dir . Özellikle ‘90’lı yıllardan itibaren sistematik bir taşeronlaştırma uygulanmaktadır. Tekstil ve metal sanayiinde işgüvencesinin olmaması azgın bir sömürüye zemin hazırlamıştır. Sendikal örgütlenmenin yasaklandığı bu sektörlerde, kadın işçilere %37 oranında düşük ücret ödenmektedir. Ağır çalışma koşulları nedeniyle iş kazalarında ayda 60 civarında insan ölmektedir. İzin günleri sürekli azaltılmaktadır. Ortalama işgünü 9.5 saattir. Bu durum işçi sınıfının 19. yüzyılın çalışma koşullarıyla yüzyüze geldiğini göstermektedir.

Buna rağmen, krizi birlikte aşmak, neo-liberalizme ve küreselleşmeye karşı “milli kapitalizm” söylemleriyle Kirchner, işçi sınıfını sermaye ile işbirliğine çekmeye çalışmaktadır. Ancak, kitlelerin radikal eylemlerinin su yüzüne çıkardığı bu pragmatist liderlerin teşhir olması uzun sürmüyor. Bir yıl bile geçmeden gelişen işçi eylemleri bunun ifadesi. Bunu diğer kitlesel tepkiler izleyecektir.


Almanya’da eğitime saldırılar hızlanıyor!

Dünyanın üçüncü büyük ekonomik gücü, AB gibi emperyalist bir oluşumun lideri durumundaki Alman sermaye devleti, iktisadi ve sosyal alandaki saldırılarına her gün bir yenisini ekliyor. Son on yılda, işçi ve emekçilerin can bedeli mücadelelerle kazandıkları haklar birer birer ellerinden alınmaktadır. Yoksulluğun pençesine itilen milyonlarca insan, sermayenin çıkarları uğruna gözden çıkarılmış durumdadır. “Sosyal devlet” artık taşınamaz bir yük olarak görülmekte ve saldırganlıkta hiçbir sınır tanınmamaktadır.

İnsanların en temel hakkı olan eğitim, ekonomik kriz bahanesiyle, kapitalist ekonominin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden düzenlenerek, parası olanın yararlanabildiği bir hak haline getirilmiş durumdadır. Özellikle son bir yıl içerisinde eğitim alanına dönük saldırılar farklı bir boyut kazanmıştır. Eğitim sisteminin baştan sona bir dizi ayrımcılığı ve faşizan uygulamaları içerdiği yetmiyormuş gibi, yeni yasal düzenlemelerle eğitim işçi ve emekçi çocuklarına kapatılmak istenmektedir.

Orta ve lise dengi okullarda yaşanan saldırıları yüksek öğrenime dönük saldırılar takip etti. 2003 yılında uygulamaya konulan yüksek öğrenimin paralı hale getirilmesi, üniversiteleri öğrencisiz bıraktı. Almanya genelindeki bütün ünversitelerde her 7 öğrenciden 1’i okuldan kaydını silmek zorunda kaldı. Tek başına Münster’deki üniversiteden kaydını silen öğrenci sayısı 10 bin, Bochum Üniversitesi’nden 8 bin, Köln Üniversitesi’nden 12.500 civarındadır. Bu rakamlar, Almanya genelindeki bütün üniversiteler için aşağı yukarı aynıdır. 100 binin üzerinde öğrenci ‘03’ün sonbaharından bu yana üniversite ile ilişkisini kesmiştir.

Eyalet bütçelerinden üniversitelere herhangi bir yardım yapılmadığı için ve üniversiteler ekonomik olarak içinde bulundukları krizi aşmak bahanesiyle yeni saldırıları gündemlerine almış durumdadırlar. Sosyal ödeneklerden oldukça büyük miktarda gelir elde eden üniversiteler, öğrenci sayısındaki azalmayla bu kârlı alanını kaybetmiş oldular. Bu açığı kapatmak için sosyal ödeneklere bir anda 12 ile 50 Euro arasında değişen miktarlarda zam yaptılar. Yine öğrenci yurtlarına ödenen kiralar fahiş bir biçimde yükseltildi.

Tam bir ticarethane görüntüsü alan üniversiteler, gün geçtikçe varoluş amaçlarından uzaklaştırılmaktadır. Eyalet parlamentolarının önerileri doğrultusunda hareket eden üniversiteler, ellerindeki ekonomik imkanları yeni işyerleri açarak değerlendirmektedir. Üniversitelere ait barlar, oteller, borsalardaki hisseler bugünkü üniversitelerin gerçek yüzüdür. Her türden etik değerin ayaklar altına alındığı üniversitelere bilim yuvaları demek, bilime yapılabilecek en büyük saygısızlıktır. Hiç kuşkusuz bu saldırıların temel amacı herkesin de bildiği gibi “elit üniversiteler” olarak tanımlanan, “yeni yüksek” öğrenim sistemine bir an önce geçişin sağlanmasıdır. Adım adım paralı hale getirilen eğitimle, işçi ve emekçi çocukları cehalete mahkum edilmek istenmektedir

Bütün bu saldırılar yaşanırken öğrenci temsilciliklerinin edilgen kalmaları bir başka sorundur. Uzun bir süreden beri öğrencilerin sorunlarından bağımsız bir gündemi olan, farklı politik çevrelerin birbiriyle kapıştığı ve bir bakıma işlevsiz hale getirdikleri öğrenci derneği Asta’ların pazarlık gücü ellerinden alınmış ve giderek varlıkları tartışılır bir duruma getirilmiştir. Üniversitelerdeki öğrenci temsilcilikleri ve öğrenci parlamentolarının saldırılara karşı sessizliğinin gerisinde elbette öğrenci hareketinin geriliği durmaktadır. Ciddi bir devrimci gençlik hareketinin olmayışı, üniversite öğrencilerinin politik yaşama ilgisizlikeri bu saldırıları kolaylaştırmaktadır.

Sermayenin “elit üniversiteler” projesine karşı öğrenci temsilcilikleri ile öğrencilerin ortak bir gündem etrafında mücadele etmeleri kaçınılmazdır. Eğer bu dağınıklık ve örgütsüzlük giderilemezse, her dönem tabur tabur öğrenci üniversitelere elveda demek zorunda kalacaktır.