Sermaye medyası birçok kavram ve değerin içini boşaltarak misyonunu güçlendirmek çabasında. Bu konuda güçlü araçlara da sahip. Açlık, sefalet, tecavüz, aile içi şiddet gibi birçok toplumsal sorun, ekranlarda bol gözyaşı içeren programlara konu edilebiliyor. Böylece bu sorunların doğrudan muhatabı ve tarafı olan kesimler bir şekliyle seyirci olmaya mahkum ediliyor. Sorunlara dair yaklaşımlar ve önerilen çözümler de elbette insanların gözlerini bağlayan cinsten.
Medyanın hizmet ettiği sosyal, kültürel ve ekonomik sistem bütün olarak, birçok başka ihtiyaçlara da sahip. Kendisini geliştirmesi, sürekli yeni araçlar üretmesine bağlı. Ama salt üretimle oturtulabilir basit bir mekanizma değil sözünü ettiğimiz, zira bir yandan da tüketebilmesi gerekiyor. Elbette tükettikleri kendi yarattığı imgeler ve değerler olmuyor. Zira bu noktada bir kısır döngü sözkonusu. Kendisine ait olan değerler, modası geçtikçe yeniden ambalajlanıp, tekrar kullanıma sürülebiliyor. Yapılmak istenen, bu mekanizmanın bir parçası olmayı reddeden, onu değiştirebilme iradesini ortaya koyan, onun yarattığı kültüre alternatif yaratmaya çalışan bir değerler bütününün içini boşaltarak tüketebilmek, anlamsız kılabilmek... Bu yakın geçmişimizde başlatılmış birygulamadır aslında.
Medya önceleri kapitalizme alternatif bir değerler bütününü, bir algı düzeyi ve üretim tarzının varlığını yadsımayı tercih etmişti. Bu, sol görüşlü bir türkücünün televizyona çıkmasına yasak koymak biçiminde ortaya çıkabileceği gibi, bir filmin sansürlenmesi, bir dizinin yayından kaldırılması şeklinde de görülebilirdi. Ama yadsıma yöntemi ile istenilen başarıya ulaşılamıyordu. Sonuçta bütün bu değerler vardı ve bunlar medyanın yoz kültürel yaşamının bir parçası haline getirilmediği ölçüde, varlığını sürdürüyordu. Bu değerlere açıktan saldırmak bir çözüm olabilirdi. Ancak bu, kamuoyunda yaygın bir tartışmaya dönüştüğü ölçüde, bir anlayışın reklamı olma riskini taşımaktaydı. Bu durumda geriye tek bir yol kalıyordu. İ&ccedi;ine alıp eritmek, varlığını kabul edip, onun üzerinden politika üretmek, en azından benzerlerini yaratıp aslıymış gibi pazarlayarak, asıl olanı çarpıtmak! Bunun sonucu nedir? Deniz Gezmişi anlatma iddiasında olan bir filmi televizyonlarda göstermek, tartışma programlarında sol görüşü temsilen Bedri Baykama söz hakkı tanımak, Ortadoğu sorununda Nihat Gençi bilir kişi ilan etmek ve Yılmaz Güneye alternatif bir Yılmaz rdoğan yaratmak!!!
Yılmaz Güney üzerine söylenebilecek söz çoktur. Eleştiriye konu edilebilecek yanları da vardır elbette. Ancak ödünsüz devrimci sanatçı kimliği ve kişiliği ile orta yerde durmaktadır. Yılmaz Erdoğan üzerine söylenmesi gereken ilk söz ise, kendisinin Yılmaz Güneyi tartışabilecek bir kimliğe sahip olmadığıdır. Geçtiğimiz günlerde Yılmaz Erdoğanın Tayyip Erdoğana abi diye seslenmesi üzerine açılmış gereksiz bir tartışma üzerine söylüyoruz bunları. Yılmaz Erdoğan abi demiş, bir grup insan da onu eleştirmişti. Yılmaz Güney olsaydı asla böyle bir şey yapmazdı demişlerdi. Evet, Yılmaz Güney asla böyle bir şey yapmaz, protokollü sahnelerde milyonlarca liraya yapılan programları elinin tersiyle geriye çevirirdi. Yılmaz Güneyin kaygısı düzenin çuml;plüğünden beslenerek popüler olmak hiç değildi. Ve en önemlisi Yılmaz Güney, Yılmaz Erdoğanın verdiği yanıtı vermez, ben de adam öldürmem! demezdi.
Elbette tartışmanın kendisi gereksizdir öncelikle. Çünkü Yılmaz Erdoğanı Yılmaz Güney ile kıyaslama eğiliminin kendisi abesle iştigaldir. Böyle bir kıyaslamaya girilmesini gerektirecek bir alternatif yoktur ortada. Yılmaz Erdoğan, Yılmaz Güneyin karşısına çıkarılabilecek bir kimliğe sahip değildir. Kendisi Deli Emin ve Mükremin kırması, paparazilerin çapkın delikanlısı, hazır cevaplılıkla mizah üretimini karıştırmış bir popüler imge olmanın dışında nedir, kimdir? Doğum yerinin Hakkari olmasını bile kendisi için bir malzemeye dönüştürebilmiştir, ama toplumcu bir bakışaçısına sahip değildir. Yılmaz Erdoğanın zekası, onun bu sistem içinde tutunmasını sağlayan, bunun araçlarını üreten bir zekadır. Kendi istediği de Yılmaz Güneyin saygınlığı değil, Tayyip Erdoğanın sistem i&ccedl;inde sahip olduğu konumdur. Yılmaz Güneyle özdeşleştirme çabasının altında yatan ise, sistemin kendi Yılmaz Güneyini yaratma kaygısı ve gerçek Yılmaz Güneyi öldürme arzusudur.
Yakın zamanda Yılmaz Erdoğanın Yılmaz Güneyin hayatını filmi çekeceği ve bu filmde Yılmaz Güneyi canlandıracağı basına yansıdı! Operasyonu tamamlamaya dönük bir adım daha. Yılmaz Erdoğan bu projeyi açıkladığı etkinlikte bir de Kürtçe şarkı söylemiş. Ne güzel!? Devlet eliyle Kürtçe yayının başlatıldığı bir dönemde, Yılmaz Erdoğan da yaratılmış olan sözde demokrat atmosferin rahatça bir parçası olmuş durumda. Üstüne düşeni fazlasıyla yapıyor.
Baştan beri yarattığı imajla, aslında herkesle dalga da geçmiş oluyor. Bıçkın Kürt delikanlısı! Ama duygusal. Medya da onu bağrına basıyor. Uygarlaşabilmiş bir Anadolulu! Verilen mesaj başkaca bir şey değildir. Törpülenmiş bir isyan! Farklı kanallara akıtılmış bir eleştirel bakış safsatası!
Yılmaz Güneyin hayatın filme çekiliyor ve başrolde Yılmaz Erdoğan! Bu durumda söylenecek tek bir şey kalıyor: Yılmaz Erdoğan, Yılmaz Güneyin kötü bir kopyası dahi olamaz! Yılmaz Erdoğan yıllardır aslında hep aynı oyunu oynuyor! Düzenle bütünleşmiş, düzenden beslenen, Kürt kimliğini kullanarak popüler olmaya çalışan bu zat hep aynı rolde, aynı kostümle dolaşıyor! Ama beyaz perdede, ama cam ekranda... Ancak renkli ışıklar gerçekleri gizleyemiyor.
12 Haziran günü saat 13.00de İstanbul Liseli Gençlik Platformu olarak Beyazıtda bir basın açıklaması gerçekleştireceğiz. ÖSS sınavına karşı düzenleyeceğimiz açıklamada, liseli gençliğin özgün sorunlarına vurgu yapacağız. Ülkenin genel politik gündemleri ve toplumsal sorunlar karşısında duyarsız, gerçek yaşamdan yalıtılmış liseli gençlik yaratmak isteyen sisteme karşı liseli gençliğin alternatifsiz olmadığını haykıracağız.
Meslek liselerinin sınav sistemi içindeki konumu, ÖSS sisteminin kendi iç mantığı, yarattığı rekabet duygusu, öğrencileri yaşamdan soyutlaması, baskıcı disiplin yönetmelikleri, gerici, anti-bilimsel eğitim müfredatı, liselerde yaygınlaşan uyuşturucu sorunu... Bütün bu saldırılar toplamda liseli gençliğin geleceksizleştirilmesine dönüktür.
20 Hazirandaki ÖSS sınavı da aslında bir zirvedir. Lise son öğrencilerinin önlerine konulacak 180 soruyla onların yakın gelecekleri hakkında karara varılacaktır. Ve hemen akabinde 28 Haziranda başka bir zirvede, NATO Zirvesinde biz liseli gençlerle beraber bütün bir insanlığın geleceğine dair kanlı ve kirli planlar yapılacaktır.
Biz geleceğimize sahip çıkıyoruz. Emperyalistler, sermayedarlar, işbirlikçiler kendi çıkarları için pazarlıklar yürütebilirler. Bu kirli pazarlığı bozmak için bizler de plan yapıyoruz. Bu gidişe bir son demek gerekiyor. 12 Haziranda liseli gençlik alanlarda olacak ve NATO Zirvesine karşı yapılmış tüm eylem ve etkinliklerde yeralacak. Emperyalistlerin 28 Hazirandaki zirvesine karşı da alanlarda olacak. Liseli gençliğin yeri işçi ve emekçilerin yanıdır.
Herkesi 12 Haziran Cumartesi günü yapacağımız basın açıklamamıza desteğe çağrıyoruz.
Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!
Gençlik gelecek, gelecek sosyalizm!
ÖSSnin kurbanı, NATOnun askeri olmayacağız!