02 Temmuz 2005
Sayı: 2005/26 (26)


  Kızıl Bayrak'tan
  Yolunu bulamayan öfke!
  Genelkurmay'dan itiraflar; ABD'nin her istediğini yerine getirdik
  İmam hatipler ve türban tartışması
  Tüm düzen kurumları ABD emperyalizminin hizmetinde
  Telekom çalışanları eylemde; İşçi-memur elele genel greve!
  Kamu TİS'lerinde özelleştirme ağırlığı
  Sendika şubeleri Ankara'da ortak mücadele platformu oluşturdu
  Tariş'te grev başladı
  Samsun'da gözaltı ve tutuklama terörü
  Saldırı ve katliamlara karşı protesto eylemleri
  Mercan katliamını protesto eylemleri
  MKP'nin Mercan Şehitleri'ne ilişkin açıklamasından... 17'ler ölümsüzdür! (Orta sayfa)
  Dersim şehitlerinin ardından.. /M. Can Yüce
  DİSK: 35 yıl önce, 35 yıl sonra / Yüksel Akkaya

  Kayseri Sosyalist Kamu Emekçileri'nden panel

  DTCF'de dekan, polis, faşist çeteler işbaşında... Üniversitelerimizi savunacağız!
  İran'da Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı
  Bulgaristan'da seçimlerden sosyalist parti galip çıktı...
  Irak Dünya Mahkemesi Bush-Blair ve savaş çetesini mahkum etti
  Özelleştirme saldırısı ve kadın
  Şakirpaşa İşçi Kültür Evi'nin coşkulu kampanya şenliği
  Kazım Koyuncu'nun ardından
  Basından: İran'da sınıf savaşları
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

İran'da sınıf savaşları

İran Başkanlık seçimlerinin sonuçları, dünya halklarının, kendilerini yönetenlere karşı, her fırsatta, ellerinde hangi örgütlenme ya da ideoloji varsa onunla seslerini yükseltmeye, onların hesaplarını bozmaya başladığını bir kez daha gösterdi. Bir süredir Latin Amerika'da belirgin biçimde izlenen bu trend, Avrupa Anayasası oylamasında da sürece damgasını vurmuştu. Kimsenin kafasına kakıyor gibi olmasın (ya da olsun, hak etmiyorlar mı?) ama tüm bu gelişmeler, tarihin, ideolojilerin, sınıf savaşlarının hatta sınıfların sonunun geldiğine ilişkin iddiaların aksine, yaşamın, hâlâ maddenin, yasalarına göre işlemeye devam ettiğini, ‘'bastırılanların'' , yine ‘'geri gelmeye'' başladığını gösteriyor.

Başkanlık seçimlerinde yarışın, muhafazakâr Rafsancani ile reform yanlısı adaylar arasında gerçekleşmesi bekleniyordu. Her iki taraf da serbest piyasa, özelleştirme yanlısıydı, ağırlıklı olarak iş çevrelerini, kentli orta sınıfları, temsil ediyorlardı, ABD ile ilişkileri ‘'normalleştirmekten'' yanaydılar. Üstelik 2004 başındaki meclis seçimlerinde, ‘'reform yanlısı'' kesim tasfiye olurken muhafazakâr kesim (Şii nomenklaturası) içinde bir görev değişikliği olmuş, genç, yüksek tahsilli, hatta doktoralı, serbest piyasa, bireysel özgürlükler düşüncesine yakın, siyaset ve ekonomide dini söylemi terk etmeye başlamış, avukat, mühendis vb. bir kadro meclise girmişti (MERIP 22/07/04). Böylece ‘'reform yanlısı'' akım zayıflarken rejimin bel kemiği, Şii ‘'nomenklaturası'' , giderek kendini serbest piyasa ekonomisinin kurallarına, iç ve dış iş çevrelerinin isteklerine göre değiştirmeye başlamıştı. Diğer bir deyişle oyun kurulmuş, kim kazanırsa kazansın, genel trendin sürekliliği garanti altına alınmıştı.

Dahası, Tahran Belediye Başkanı, köktendinci Ahmedinecad‘ın ikinci turda Rafsancani karşısındaki aday olarak öne çıkması, Rafsancani'nin reformcu oyları da alarak gericiliğe hatta kimilerine göre ‘'faşizme'' karşı, Chirac‘ın Le Pen‘e karşı kazandığı zafere benzer bir biçimde, büyük bir meşruiyet kazanarak başkanlığa yükselmesi olasılığı bile doğmuştu.

Ancak 1979 devriminden bu yana gittikçe yoksullaşan, devrimin ilk yıllarında elde ettikleri ekonomik olanakları kaybeden petrol gelirlerinden faydalanamayan, buna karşılık vakıflara çöreklenmiş Şii nomenklaturasının ve onlarla iyi ilişkiler içinde olan iş çevrelerinin gittikçe zenginleşmesine şahit olan kır ve kent yoksulları ve çarşı esnafı (küçük burjuvazi) bu oyunu bozdu, Ahmedinecad'ı destekleyerek molla rejimine hiç beklemediği, bu yüzden de korunaksız olduğu yerden, din ve adalet cephesinden büyük bir darbe vurdu.

İran seçim konjonktürü, New York Times'tan The Times'a, Washington Post'tan The Economist'e, Dei Welt'ten Le Figaro'ya kadar muhafazakâr, neo-liberal eğilimli basında, sınıfsal özellikleri vurgulanarak tartışıldılar. Örneğin, Washington Post, ‘'sınıfsal konumlar merkezi rol oynuyor'' diye yazarken The Times'in haberinin başlığı ‘'Temkinli reformcu işçi sınıfı kahramanına karşı'' ydı. Die Welt için Mahmud Ahmedinecad adeta ‘'Sakallı Lafontain''di. Bu yorumcular Ahmedinecad için, toplumsal desteği, köktendinci görüşlerinden daha çok sınıfsal, halkçı politikalarından, dürüst insan imajından kaynaklanıyor diye yazdılar.

Tahran Belediye Başkanı Ahmedinecad, kendini ‘'muhafazakâr'' değil, ‘'köktenci'' (fundamentalist) olarak betimliyor. Basici denen köktendinci milislerin içinden ve İran ordusundan geliyor. Ahmedinecad, bu özellikleriyle bireysel özgürlükler, kadın hakları ve modernite açısından hiç iyi bir haber değil. Ama, bunların yanısıra adam ‘'namuslu'' . Şaşaalı belediye başkanlığı sarayında değil kendi mütevazı evinde oturuyor, başkanlık maaşını almıyor, yoksullar ve kentin güzelliği için çalışıyordu. (...)

Diğer tarafta İran'ın en zengin adamlarından biri Rafsancani, artık, halk arasında ‘'Eskiden bir şah vardı şimdi 1000 molla var'' deyimine yol açacak kadar nefret çekmeye başlayan ruhban sınıfının içinden geliyordu. İran ekonomisinin giderek neo-liberal politikalara açılması, Batı'yla bütünleşmesi konusunda, İran'daki ve uluslararası iş çevreleri, Avrupa ülkelerinin liderleri umutlarını ona bağlamışlardı. İki kez devlet başkanlığı yapmıştı, tecrübeliydi, tarzı biliniyordu, ne kadar baskıcı olabileceği de? Ama bu ikincisi hiç önemli değildi? Üstelik adam seçimlere girerken Batı'ya hoş görünmek, reformcuların oylarını çekmek için, başını bile açtı, ikinci turdan az önce, Rusya'da yangından mal kaçırırcasına yapılan, kamu mallarının yağmalanmasıyla, oligarkların (süper zenginlerin) oluşmasıyla sonuçlanan, özelleştirme yöntemini vaat etti halka: ‘'Devlet işletmelerinin hisselerini size dağıtacağım!'' Ya sonra? Halbuki Ahmedinecad, devlet işletmelerini korumaktan ama gelirlerini halka transfer etmekten söz ediyordu. Bu emekçiler için iş olanakları, daha yüksek ücret, esnaf için ise paralı müşteri demekti.

(...)

İran başkanlık seçimleri de aynen Avrupa Anayasası referandumunda olduğu gibi, alttan alta sürmekte olan çok karmaşık sınıf mücadelelerinin su yüzüne çıkmasına olanak sağladı. Bir yandan, emekçi sınıfların ekonomik talepleri, yöneticilere kızgınlığı öne çıkarken demokratik taleplerinin (ekonomik kazanımları korumaya olanak sağlayacak ifade ve örgütlenme özgürlüğü olanaklarına ilişkin taleplerinin) ikinci plana itiliyor olması, öbür yandan demokratik özgürlüklerden yana olduklarını söyleyenlerin emekçilerin ekonomik taleplerine ilgisiz kalması, bu sınıf mücadelesinin geleceğini daha da belirsizleştiriyor.

Ama İran başkanlık seçimleri için en azıdan iki saptama yapmak olanaklı. Birincisi, ‘'yaşam tarzına'', tüketim toplumu seçeneklerine indirgenmiş bir demokrasi mücadelesi (reformculuk) halkın ilgisini çekmiyor, desteğini almıyor aksine, kuşkuyla karşılanıyor. İkincisi, özel yaşamı, siyasi retoriği, dile getirdiği politikalarıyla, aldığı halk desteğiyle, orduyla ilişkisiyle, büyük petrol ve gaz rezervleriyle, Hugo Chavez‘i anımsatan Ahmedinecad eğer verdiği sözleri tutmaya çalışırsa, sınıf çelişkilerini ve rejimin (Şii bürokrasisi) iç çelişkilerini, seçilmiş (meclis) ve seçilmemiş kurumlar (Koruyucular Konseyi vb..) arasındaki çatışmayı, kaynakların (vakıfların) başına oturmuş Şii nomenklaturasının üst kesimiyle bu kaynaklardan faydalanamayan alt kesimi arasındaki düşmanlığı daha da derinleştirecek, ekonomik siyasi istikrarsızlığı arttıracak. Bu yüzden, başkanlık seçimlerini köktendinci bir adayın kazanmış olması rejimi güçlendirmek şöyle dursun, sonun başlangıcı noktasına getirmiş gibi görünüyor..

Ergin Yıldızoğlu

Cumhuriyet, 27 Haziran ‘05

------------------------------------------------------------------------------------------

Asla başaramayacaklar...

Mevcut ABD yönetiminin küresel egemenlik projesinin başarısız olacağı kesin. Ancak bu proje, dünyayı tahammül edilemez bir yer haline getiriyor. Soğuk Savaş döneminin küresel ABD'si ile, 2001'den bu yana dünyaya hâkim olma çabasına giren ABD arasında üç süreklilik sözkonusu. Birincisi, ABD'nin uluslararası egemenlik konumu; Soğuk Savaş sırasında komünist rejimlerin nüfuz alanının dışına taşan, SSCB'nin yıkılmasından sonra küresel nitelik kazanan bir egemenlik bu. Bu hegemonya ABD ekonomisinin büyük gücüne dayanmıyor artık. Hâlâ fazlasıyla güçlü olsa da, Amerikan ekonomisi 1945'ten beri inişte ve bu nispi gerileme sürüyor. ABD küresel üretimin devi değil artık. Sanayileşmiş dünyanın merkezi hızla Asya'nın doğu yarısına kayıyor.

Eski emperyalist ülkelerden ve diğer kalkınmış ülkelerin çoğundan farklı olarak, ABD net bir sermaye ihracatçısı veya başka ülkelerde şirketler satın almak veya kurmaktan menkul uluslararası oyunun en büyük oyuncusu olmaktan çıkmış durumda. Ve Amerikan devletinin mali gücü, diğerlerinin, yani çoğunlukla Asyalıların, başka türlü dayanılamayacak olan bir bütçe açığını sürdürmeye gönüllü olmasına bağlı.

Bugün Amerikan ekonomisinin nüfuzu büyük oranda Soğuk Savaş'ın mirasına dayanıyor: ABD Dolar'ının küresel para birimi olarak rolü, sözkonusu dönemde (özellikle savunma sanayiinde) kurulan ABD şirketlerinin uluslararası bağlantıları, uluslararası ekonomik işlemlerin yeniden yapılanması ve Amerikan tarzına göre işleyen ticari pratikler bu mirasın sacayakları. Bunlar güçlü kozlar ve kaybedilmeleri muhtemelen sadece bir zaman meselesi.

Diğer yandan Irak savaşının da gösterdiği üzere, ABD kendi dışındaki muazzam siyasi nüfuzu (SSCB'ye karşı bir gerçek ‘gönüllüler koalisyonu' üzerine temellenmişti bu nüfuz), Berlin Duvarı'nın yıkılışından beri kendisine benzer bir zemin bulamıyor. Artık ABD'nin rakipsiz olduğu yegâne alan, elindeki devasa askeri-teknolojik güç. Bu güç bugün ABD'yi, dünyanın herhangi bir köşesinde kısa sürede zafere ulaşan etkili askeri müdahalelerde bulunmaya muktedir tek ülke kılıyor; küçük savaşları büyük bir hızla kazanma kapasitesini iki kez gösterdi de. Ve ama, yine Irak savaşının gösterdiği üzere, bu rakipsiz yıkabilme gücü bile direnen ülke üzerinde etkin bir kontrol sağlamaya yetmiyor, değil ki dünya çapında bir kontrol kurabilsin. Bununla birlikte ABD hâkimiyetinin gerçek olduğuna ve SSCB'nin dağılmasının bu hâkimiyeti küresel hale getirdiğine de şüphe yok.

Zikrettiğim sürekliliğin ikinci unsuru, ABD imparatorluğunun kendine has tuhaf tarzı; bu tarz uyarınca ABD, uydu devletleri daima bildik sömürgelere yeğledi. Atlantik'in doğu kıyısındaki 13 bağımsız sömürge için tercih edilen isme baktığımızda (Amerika Birleşik Devletleri) yayılmacılığın sömürgeci değil, kıtasal bir nitelik gösterdiğini kavrayabiliriz. ‘Takdiri ilahinin' sonraki yayılmacılığı hem yarı küreseldi hem de Doğu Asya'ya doğruydu, aynı zamanda Britanya İmparatorluğu'nun küresel ticaret ve donanma hâkimiyeti modelini esas alıyordu. Şu bile söylenebilir: Batı yarıküre üzerinde topyekûn egemenlik çabasında ABD, bölgenin belli parçaları üzerinde sömürge yönetimleriyle kendisini sınırlamayacak kadar hevesliydi.

Yani Amerikan imparatorluğu, Washington'ın isteklerini yerine getiren teknik olarak bağımsız devletlerden menkuldü, fakat, bağımsızlıkları hesaba katıldığında bu, söz konusu ülkelerin hükümetleri üzerinde daimi bir baskı uygulamayı gerektiriyordu. Buna ‘rejim değişikliği' yönündeki baskılar ve koşullar uygun olduğunda (Karayip kuşağının mini cumhuriyetlerinde olduğu gibi), periyodik askeri müdahaleler de dahildi.

Sürekliliğin üçüncü noktası George W. Bush'un neomuhafazakarlarıyla ilgili. Bu şahıslar, Püriten sömürgecilerin, Tanrı'nın dünyadaki aracıları olduklarına dair o mutlak inancını taşıyorlar. Yanısıra Amerikan devriminin, aynı diğer büyük devrimler gibi, kendilerine dünyayla ilgili görevler yüklediğine inanıyorlar. Ama bu inanç, potansiyel olarak evrensel özgürlüğün yeni toplumunu, iler tutar yanı olmayan eski dünyanın hastalıklarından koruma isteğinden ibaret kalıyor. İzolasyonculuk ile küreselleşme arasındaki bu çelişkiyi ustaca gizlemenin, 20. asırda sistematik bir biçimde bol bol kullanılan en etkili yoludur bu ve 21. yüzyılda Washington'ın işine yaramaya devam ediyor.

Washington, Amerikan yaşam tarzına ve vatandaşlarının hayatlarına yakın, ölümcül tehdit teşkil eden yabancı bir dış düşman bulmalıydı. SSCB'nin sonu, buna en uygun adayı da ortadan kaldırdı; fakat 1990'lara gelindiğinde, Batı ile Batılı değerleri benimsemeye gönülsüz kültürler, özellikle de İslam arasındaki ‘çatışmada' yenisi tespit edildi. Böylece Kaide'nin 11 Eylül'deki vahşetinin doğurduğu muazzam siyasi potansiyel derhal fark edildi ve Washington'ın dünya egemenliğine göz dikmiş üyeleri tarafından suiistimal edildi.

Tarihteki bütün büyük güçler, yalnız olmadığını bilirdi ve hiçbiri küresel egemenlik hedefleyen bir konumda olmadı. Hiçbiri kendisinin yenilmez olduğuna inanmadı.

Bu yüzden ABD siyasetinin aşikâr megalomanlığını, bir grup Washington sakininin 11 Eylül'ü nasıl olup da tek yanlı bir dünya hegemonyası için ideal fırsat olarak görebildiğini anlayabilmek gerçekten zor. Sadece şunu görmek yeter: Böyle bir politika 1945 sonrası ABD imparatorluğunun, dışişlerinin, silahlı kuvvetlerinin ve istihbarat kurumunun, yanı sıra Soğuk Savaş hâkimiyetinin mimarı olan devlet adamları ve ideologların (sözgelimi Kissinger ve Brzezinski) geleneksel dayanaklarından yoksun. Onlar da en az Rumsfeld'ler ve Wolfowitz'ler kadar acımasız insanlardı. (1980'lerde Guatemala'daki Maya soykırımı onların döneminde yaşandı). Dünyanın büyük bölümünde emperyalist bir egemenlik politikasını iki kuşak boyu tasarlayıp yürüttüler ve bu politikayı bütün dünyaya genişletmeye gayet teşneydiler. Fakat olguları ve gerçekleri de hesaba katıyorlardı.

O yüzden bugün Pentagon plancılarını ve neomuhafazakârları sert şekilde eleştiriyorlar, çünkü bugünkülerin, egemenliklerini askeri güçle dayatmak dışında hiçbir somut fikri olmadığını, dahası ABD diplomasininin ve askeri planlamasının büyük birikiminin de kale almadıklarını görüyorlar.

Velhasıl ihtiyar generallerin ve ABD'nin dünya imparatorluğunun sömürge valilerinin fikirlerini paylaşmayanlar bile, mevcut Washington politikasının, Amerika'nın emperyalist hedefleri veya ABD kapitalizminin küresel çıkarları bakımından hiçbir mantıklı tarafı olmadığını teslim edecektir.

Mevcut ABD yönetiminin küresel egemenlik projesinin başarısız olacağı kesin. Ancak bu proje uygulanırken, dünyayı da tahammül edilemez bir yer haline getirmeye devam ediyor. Özellikle ABD'nin silahlı işgaline doğrudan maruz kalanlar bunun ceremesini çekiyor. Ve biz geri kalanlar, artık daha güvensiz bir dünyada yaşıyoruz..

Eric Hobsbawm

Tarihçi, 26 Haziran 2005