12 Haziran 2009
Sayı: SİKB 2009/22

  Kızıl Bayrak'tan
  Mücadele sertleşirken...
  “Ekonomik teşvik ve istihdam paketi”nin özü özeti
Kürt sorununun “çözüm”üne yönelik yeni ekonomi paketi...
Kent AŞ direnişi
İşçi ve emekçi hareketinden…
  Kapitalizmin krizine karşı 15-16 Haziran Direnişi'nden öğrenilmesi gerekenler
  Tersaneler cehennem,
işçiler köle kalmayacak!
AKP’nin sözde Alevi açılımı...
  Eğitimde fırsat eşitliğinden ve seçme özgürlüğünden bahsedenler sermayenin sözcüleridir...
  ÖSS mitinglerinden...
  Kapitalizm doğanın ve insanlığın geleceğini yok ediyor!
  Dünya Emekçi Kadınlar
Konferansı’na doğru
  Obama’nın Kahire vaazı…
  Pakistan’da iç savaşın perde arkası - Knut Mellenthin
  Taraf’ın Taraf’ı...
  Engin Çeber davası sürüyor...
  Bir kitap tanıtımı ve
yazarının okura çağrısı...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Obama’nın Kahire vaazı…

Emperyalistler egemenlik, sömürü ve yağmanın peşindedir!

Medya tekellerinin diline doladığı ABD Başkanı Barack Obama’nın Mısır ziyareti gerçekleşti. Başkent Kahire’deki Kahire Üniversitesi’nde konuşan Obama, sorunların kaynağına tek kelime ile değinmeden, herkese “mavi boncuk” dağıtma yolunu seçti. Medya tekellerinin “tarihi” diye lanse ettiği konuşma, üslubu dışında herhangi bir yenilikten yoksundu.

Tam bir mizansen şeklinde hazırlanan Obama’nın konuşması belli ki, ABD’li Ortadoğu uzmanlarının kaleminden çıkmış. Müslümanların kutsal kitabı Kuran’a yapılan atıflar, Müslümanlığı yücelten sözler, ABD’nin İslam dünyasına verdiği öneme yapılan vurgular, Ortadoğu’ya barış vaat eden söylemler… Tüm bunlar, konuşmanın, bölge halkları nezdinde yerlerde sürünen ABD’nin imajını düzletmeye odaklandığını ortaya koyuyor. Konuşmasında temel sorunların bir kısmına değinen Barack Obama, çözüme nasıl ulaşılacağına dair elle tutulur tek bir söz bile söyleyemedi.        

Bir kez daha demokrasi vaazı…

Neofaşist çetenin şefi Bush, Amerikan savaş makinesinin yıkıcı gücünü kullanarak demokrasi ve özgürlük ihraç edeceklerini kaba, patavatsız üslubuyla söylüyordu. Obama ise demokrasi ihracından vazgeçmedi, ancak bu işi savaş makinesine havale etmekten kaçınıyor. Çünkü ortada Afganistan ve Irak yıkımları dururken, üslup değişikliği artık bir zorunluluk haline gelmişti. Temel sorun, “demokrasi ihracı”ndan vazgeçilmemesidir.

ABD başkanları bu tiksinti verici vaazları her zaman tekrarlarlar. Dini bir ritüel havasında demokrasiden bahseden ABD başkanları, gerçekte demokratik kazanımların dünyadaki en büyük düşmanlarıdır. Bunlara yeni ABD başkanı da dahildir.

Obama’nın gerici, zorba bir rejimin hüküm sürdüğü Mısır’ın başkentinde demokrasiden bahsetmesi bile tam bir ikiyüzlülüktür. Zira Amerikancı Mısır rejimi, en sıradan demokratik hakların kullanılmasına bile azgınca saldırmaktadır. Fakat asıl ikiyüzlülük, 1945’ten beri dünyada gerçekleşen askeri faşist cuntaların tümünün ABD’nin desteğini alıp onayından geçmiş olmasına rağmen, demokrasiden söz edilmesidir. Yakın geçmişe bakıldığında, Türkiye’dekiler dahil tüm faşist provokasyon ve katliamların arkasında emperyalist Amerikan rejiminin olduğu görülecektir. Geçmişteki suç dosyası bir yana, Gazze’de etnik kıyım gerçekleştiren siyonist katilleri destekleyip silahlandıran, Afganistan’ı, Irak’ı harabeye çeviren bir rejimin başkanı olarak Obama’nın demokratikleşmeden söz etmesi, kaba bir riyakarlıktan başka bir şey değildir. Dahası bu tutum, Obama’nın da önceki başkanların izinden gideceğini kanıtlamaktadır.

Yahudi yerleşimlerinin durması, iki devletli çözüm...

Konuşmanın öne çıkan bir diğer vurgusu, İsrail’in Yahudi yerleşimlerini genişletme çalışmalarının durdurulması gerektiğidir. Bu vurgu 1993’teki Oslo Süreci’nden beri yapılmaktadır. Oysa bu dönemde Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki Yahudi yerleşimleri durmaksızın genişledi. Gelinen yerde Yahudi yerleşimleri, her iki bölgeyi da tam bir kalbura çevirmiş durumdadır.

Siyonistlerin, Yahudi yerleşimleri açmayı, geri kalan Filistin topraklarını gaspetmenin bir aracı olarak kullandığı bilinmektedir. Buna rağmen ABD rejimi, bu ırkçı saldırganlığa karşı hiçbir zaman kılını kıpırdatmamıştır. Oslo’dan 16 yıl sonra Obama, bu yöndeki itirazını yüksek sesle dile getirmektedir. Ancak bu itirazın pratikte hiçbir değerinin olmadığı, halen Yahudi yerleşimlerine yenilerinin eklenmekte olmasından bellidir. Hatırlatmak gerekiyor ki, siyonist rejimin bu küstahlığı, tam da ABD emperyalizminin sınırsız desteğinden kaynaklanmaktadır. 

İki devletli çözüm söylemine gelince… ABD başkanının bu konuda kayda değer hiçbir öneri ya da planı yoktur. Zaten İsrail’in güvenliğini sağlamayı temel alan bir devletin başı olarak Obama’nın, iki devletli çözüm yönünde adım atmasının bu koşullarda zemini bulunmuyor. Bu yönde geliştirilecek iğreti bir çözüm için bile, ABD-İsrail ilişkilerinin “radikal” bir değişikliğe ihtiyacı olacak. Bu yönde bir adım atılacağına dair herhangi bir belirtiye ise rastlamak mümkün değil. İcraat bir yana, sadece sarfettiği sözlerden dolayı, Amerika’daki Yahudi lobisinin Obama’dan rahatsız olduğu dillendirilmeye başladı. Hatırlatmak gerekiyor ki, Obama’nın seçim kampanyasını finanse edenlerin başında Yahudi lobisi vardı. Hal böyleyken, Obama’nın iki devletli çözüm vaat etmesinin söylemden öte hiçbir değer taşımamaktadır. Konuşmada siyonist rejimi rahatlatmak için sarf edilen sözlere ise, değinmeye bile gerek yok.

Yıkım ve katliamların hesabını vermeden Irak’tan çekilme vaadi…

ABD başkanının bir diğer vaadi, bütün askeri güçlerin Irak’tan çekileceği, daimi askeri üs kurulmayacağı, ayrıca Iraklılar’ın kendi kendilerini yönetmelerine destek verileceğidir.

Bu sözlerde herhangi bir yenilik olmadığı gibi, emperyalist Amerikan rejiminin Irak halkları şahsında insanlığa karşı işlediği ağır suçlardan hiç söz edilmemektedir. Irak işgalinin “zorunluluk değil tercih olduğu”nun söylenmesi bir itiraf olsa da, ülkenin harabeye çevrilmesi, üretici güçlerin tahrip edilmesi, bilim insanlarının ortadan kaldırılması, 4 milyon insanın yerinden yurdundan edilmesi ve en önemlisi 1.5 milyona yakının Iraklı’nın katledilmesi, ABD emperyalizminin yanına kar bırakılmak istenmektedir.

Amerikan savaş makinesi, direnişin bataklığa çevirdiği Irak’tan her halükarda çekilmek zorundadır. Burada önemli olan, farklı gösterilen Obama’nın Irak halklarına karşı işlenen ağır suçları görmezden gelmesidir. Bu tutum, neofaşist çete ile şefi Bush’un savunulmasından başka bir anlam taşımamaktadır. Vurgulamak gerekir ki, katliamı gerçekleştiren zihniyet ile üstünü örtmeye çalışan zihniyet arasında öze dair bir farklılıktan söz edilemez.

İslam dünyasında kadınlar için eşitlik talebi…

Bu istek, ayakları havada olmasının yansıra gülünçtür aynı zamanda. Zira bütün demokratik haklar gibi kadınların eşitliği sorunu da, kapitalizmin egemenliği altında ancak toplumsal mücadele ile sınırlı bir çözüme ulaştırılabilir. Oysa söz konusu Ortadoğu olunca, toplumsal dinamikleri şiddetle ezen gerici rejimlere her zaman destek veren Obama’nın başkanı olduğu emperyalist ABD rejimidir.

Suudi Arabistan gibi, kadının insan bile sayılmadığı bir şeriat rejimini destekleyen ABD yönetimi veya onun başkanının kadınlar için eşitlik istemesi, İslam dünyasındaki kadınlarla alay emek anlamına gelebilir ancak.

Toplumsal hareketleri baltalamak için petrol zengini Arap ülkelerinde yerli bir işçi sınıfının oluşmasını özel politikalarla engelleyen ABD emperyalizmi ile diğer suç ortakları, bu ülkelerdeki ortaçağ artığı rejimlerin hamiliğini sürdürmektedir. Suudi Arabistan ile diğer Körfez Ülkeleri’ndeki işçiler halen yoksul ülkelerden gelmekte ve her tür haktan yoksun koşullarda çalıştırılmaktadır. Herhangi bir hak arama mücadelesine kalkışan işçiler ise, anında sınırdışı edilmektedir. Bu olgu İslam ülkelerindeki kadınların olduğu kadar, işçi ve emekçilerin de demokratik kazanımları önündeki temel engellerden birinin ABD emperyalizmi olduğunu gözler önüne sermektedir. İslam dünyasındaki kadınların eşitliğinden dem vuracak son kişi, ABD başkanı olsa gerek. 

Tek doğru mesaj: Direniş karşıtlığı!

Barack Obama’nın pek çok ayrıntı da içeren konuşmasının, denebilir ki, tek doğru mesajı, emperyalist/siyonist saldırganlığa karşı yükseltilen direnişi açıktan hedef almasıdır. İsrail işgaline karşı direnen Hamas’ı doğrudan, Lübnan’da direnen Hizbullah’ı ise dolaylı olarak hedef alan ABD başkanı, haddini aşarak, direnişten vazgeçilmesi gerektiğini vaaz etti.

İsrail savaş makinesinin Lübnan’ı hedef alan vahşi bombardımanı ve sivil halkın katledilmesine değinmeyen Obama, siyonist rejimin Gazze’deki yıkım ve etnik temizlik amacıyla gerçekleştirdiği saldırıdan da söz etmedi. Siyonist barbarlığın icraatları orta yerde dururken, dahası Obama’nın bu saldırganlığı desteklediği biliniyorken, direnişi hedef alması iğrenç bir çifte standart olsa da, yine de ABD başkanının düşüncesini açıkça dile getirdiği tek konu bu oldu.   

Kahire vaazının farklı etkileri…

Obama’nın vaazı, gerici Arap rejimleri ile medyadaki borazanları tarafından büyük bir gösteriye dönüştürüldü. Zıvanadan çıkan bazı rejim borazanı gazeteler, Barack Obama’yı, 12. yüzyılda Arap güçlerini birleştirerek Haçlıları Kudüs’ten kovan Selahaddin Eyyubi’ye benzettiler. Tiksinti verici bu dalkavukluk bir yana bırakılırsa, Obama’nın vaazı, sistem içi iğreti bir çözüm özleyenlerde belli bir beklenti yaratmış görünüyor. Sistem içi “onurlu çözüm” önerenler ise, vaazın bazı vurgularını önemserken, konuşmanın bütünlükten yoksun ve çelişkili olduğunu söyleyerek, sürece şüpheyle yaklaşma eğiliminde olduklarını hissettiriyorlar. Boş sözleri değil, icraatları esas alanlar ise, isabetli bir değerlendirme ile ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki politikasının öz olarak değişmediğini, sadece söylemde bir farklılık olduğunu vurguluyor. Denebilir ki, bu son eğilim, bölge halklarının önemli bir kesiminin duygularına da tercüman olmaktadır.

Hariçten yapılan değerlendirmelerde ise Barack Obama’nın geçmişine, derisinin rengine, üslubuna, eğilimlerine, niyetlerine… yapılan vurguların hiçbir kıymet-i harbiyesi bulunmuyor. Zira emperyalist güç odaklarının hesaplaşma alanı olan Ortadoğu gibi bir bölgede belirleyici olan başkanların kişisel özelikleri ya da eğilimleri değil, büyük tekellerinin ve onları temsil eden emperyalist Amerikan rejiminin bölgesel ve küresel çıkarlarıdır.  

Ortadoğu’nun son yüzyıllık tarihi, kapitalist emperyalizmin bölgeye dönük sistem içi bir çözüm üretemediğini döne döne kanıtlamıştır. Bu konuda herhangi bir değişiklik olmadığı gibi bölge, düzen içi çözümlere her zamankinden de uzaktır.

Ortadoğu halklarının önünde anti-emperyalist/anti-siyonist, birleşik direnişle özgürlüğünü söke söke kazanması dışında bir çözüm bulunmamaktadır.

 

Avrupa Parlamentosu seçim sonuçları…

Kriz içinde debelenen kapitalizm, faşist akımları güçlendiriyor!

Genel merkezi Fransa’nın Strasbourg kentinde olan Avrupa Parlamentosu (AP) için 27 ülkede yapılan seçimlerin sonuçları açıklandı. Resmi sonuçlara göre 736 sandalyeli parlamentoda Sağcı Hıristiyan Demokratlar 267, Sosyalist Grup 159, Liberaller 81, Avrupa Uluslar Birliği 35, Yeşiller 51, Avrupa Birleşik Solu 33, Bağımsızlık Demokrasi Grubu 20, diğer gruplar da toplam 90 sandalye elde etti.

Seçimlere katılım, AP tarihinin en düşük seviyesinde gerçekleşti. 375 milyon seçmenin yalnızca yüzde 43’ü sandık başına gitti. 2004’teki seçimlere katılım oranı yüzde 45’ti.

Seçim sonuçları hem her bir üye ülke için hem Avrupa’nın geneline dair bazı göstergeler sundu.

Seçimlere katılımın düşüklüğü, emperyalist güçlerin çıkarlarını savunan Avrupa Birliği’nin (AB) kıta halkları nezdinde umut olmaktan uzak olduğunu birkez daha gözler önüne serdi. Seçimlerden çıkan ve Avrupa kamuoyunun gündemine yerleşen belirgin sonuç ise, ırkçı-faşist partilerin ulaştığı başarı oldu.

27 Avrupa Birliği ülkesinde düzenlenen AP seçimlerinde merkez sağ partiler milletvekili sayısını artırarak çoğunluğu sağladı. Merkez sağ diye adlandırılan gerici partilerin güçlenmesinin yanısıra, ırkçı-faşist partiler de ilk kez AP’ye girmeyi başardılar.

Fransa, Almanya ve İtalya'da iktidardaki muhafazakâr partiler başta gelirken, Britanya, İspanya ve Letonya'daki sol iktidar partileri ise oy kaybetti.

Öte yandan seçim sonuçları, faşist hareketlerin Avrupa’nın hem doğusunda ve hem batısında ırkçılık temelinde güçlendiğini gösterdi. AP seçim sonuçları, bu eğilimin yaygınlığını somut bir şekilde ortaya koydu.

Örneğin bazı ülkelerde faşist partiler parlamentoya ilk kez aday gönderirken, kimi ülkelerde bu partiler grup kuracak kadar aday çıkarabildi.Bu durum faşist partilerin para yardımı alması ve Avrupa Parlamentosu’nda temsil ve söz hakkı kazanmaları anlamına geliyor. Başka bir ifadeyle ırkçı-faşist partiler, Avrupa Parlamentosu’nun organik bir parçası haline gelmiş oldular.

Özellikle Avusturya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Polonya gibi ülkelerde ırkçı-faşist partilerin gösterdiği belirgin güçlenme, Avrupa gündemine yeni bir faşizm tehlikesi mi, tartışmasını taşıdı. Irkçı-faşist partilerin güçlenmesinin, kapitalizmin küresel krizinin işçi sınıfı ve emekçilere faturayı ödetmek için saldırıda bulunduğu bir döneme denk düşmesi, doğal olarak Avrupa burjuvazisinin 1929 bunalımından çıkabilmek için faşizme başvurmasını akıllara getiriyor.

Macaristan, Slovakya ve Çek Cumhuriyeti’nde faşist partilerin, yarı askeri milis teşkilatları kurması, dahası gençliği bu yapılar içinde örgütlemesi, faşist tehlikenin somut bir olgu olduğuna işaret ediyor. Görünen o ki bu gelişme, Avrupa’nın hem sağ hem sol merkez partilerini ürkütecek noktaya da gelmiş bulunuyor.

Kapitalizmin yapısal sorunlarından biri olan krizin işsizlik, yoksulluk, moral yozlaşma, umutsuzluk gibi pek çok sorunu derinleştirdiği bilinir. Bu sorunların biriktirdiği tepkiyi düzene yöneltmek, devrimci sınıf hareketinin geliştiği koşullarda mümkün olur. Ancak düzenin efendileri ile her çeşit yardakçılarının, sınıf hareketinin gelişimini engellemek için ilan ettikleri seferberlik başarıya ulaşırsa, biriken öfkenin ırkçı-faşist güçlerin kanallarına akarak, kapitalizme hizmet ettiği de, tarihsel deneyimlerden bilinmektedir. Bu olguyu iyi bilen düzenin efendileri, devrimci sınıf hareketinin önünü alabilmek için faşist akımı güçlendirirler. Tüm faşist rejimlerin gösterdiği gibi, hem devlet aygıtının temel kurumları, hem egemen sınıfı temsil eden büyük tekeller her durumda yerli yerinde dururlar. Naziler döneminde olduğu gibi, öncesi ve sonrasında da büyük Alman tekellerinin palazlanmaya devam etmesi, bu olguyu gösterir.

Resmi söylemde parlamenter yönetime yapılan vurgulara rağmen, rejimin bekası söz konusu olduğunda, hiçbir gerici burjuva devlet aygıtı, faşist bir yönetime dönüşmekten geri durmayacaktır. Bu olgu, faşizmin tekelci kapitalizmin özbeöz çocuğu olduğunu döne döne kanıtlar.

21. yüzyılın başından beri polis devletine geçişin yasal zeminini hazırlamakla uğraşan Avrupa burjuvazisi, sınıf çatışmalarının sertleşme eğiliminin farkında olduğu için bu hazırlıklara ihtiyaç duydu. Küresel krizlerin kapitalist rejim için en tehlikeli dönemler olduğu dikkate alındığında, Avrupa’da faşist akımların güçlenmesinin nedeni daha iyi anlaşılır.

Kapitalizmin krizine karşı mücadelede devrimci sınıf hareketini geliştirmek, salt krizin faturasını kapitalistlere ödetmek için değil, toplumsal hareketin faşist baskı ve terörle ezilmesinin önüne geçebilmek için de büyük önem taşımaktadır. Belirtmek gerekiyor ki, devrimci sınıf hareketi, hem krizden hem bunun sonuçlarından biri olan faşizmden kurtulmanın tek yolu olan devrim yürüyüşünün önemli kilometre taşlarından biridir aynı zamanda.