12 Haziran 2009
Sayı: SİKB 2009/22

  Kızıl Bayrak'tan
  Mücadele sertleşirken...
  “Ekonomik teşvik ve istihdam paketi”nin özü özeti
Kürt sorununun “çözüm”üne yönelik yeni ekonomi paketi...
Kent AŞ direnişi
İşçi ve emekçi hareketinden…
  Kapitalizmin krizine karşı 15-16 Haziran Direnişi'nden öğrenilmesi gerekenler
  Tersaneler cehennem,
işçiler köle kalmayacak!
AKP’nin sözde Alevi açılımı...
  Eğitimde fırsat eşitliğinden ve seçme özgürlüğünden bahsedenler sermayenin sözcüleridir...
  ÖSS mitinglerinden...
  Kapitalizm doğanın ve insanlığın geleceğini yok ediyor!
  Dünya Emekçi Kadınlar
Konferansı’na doğru
  Obama’nın Kahire vaazı…
  Pakistan’da iç savaşın perde arkası - Knut Mellenthin
  Taraf’ın Taraf’ı...
  Engin Çeber davası sürüyor...
  Bir kitap tanıtımı ve
yazarının okura çağrısı...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Taraf’ın Taraf’ı...

K. Ali

“Taraf” logosunun altında “Düşünmek taraf olmaktır” diye yazar. “Düşünmek taraf olmak”sa, burada nesneyle düşünce arasındaki bağ bilerek tersten sağlansa da, asıl sorun kimin hangi tarafta olduğudur. Taraf olmak, sınıflı toplumlarda bir sınıfın tarafı olmaktan başka bir anlama gelmez. Ancak bu açık gerçeği, komünistlerin dışında hiçbir siyasal akım veya toplum “bilimcileri” itiraf etme cüretini kendilerinde bulamazlar. Herhangi bir sınıfın tarafı oldukları gerçeğini gizlemek ve anlaşılmaz kılmak, çoğu zaman uğraşlarının asli unsuru olur. “Demokrasi”, “insan hakları”, “barış” vb, klişelerin arkasına gizlenerek, “taraf” oldukları tarafı anlaşılmaz kılmaya çalışırlar.

“İnsanların varlığını belirleyen, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen toplumsal varlıklarıdır..” (Marks). Düşünceyle varlık arasındaki bu basit bağ, bu “düşünürler” tarafından hep bilinmezlikten gelinir. “Düşünmek taraf olmaktır” diye “Taraf” logosunun altına yazan “Taraf” da öyle olduğu için değil ama, güya “düşündüğü” için “taraf” olduğuna bizi inandırmaya calışıyor. “Bir saraydaki insanla, kulübedeki insan aynı düşünmez” diyen Ludwig Feuerbach da, maddi varlıkla düşünce arasındaki kopmaz bağı ortaya koymuştu. Ancak ait oldukları “taraf”ı açıkca ilan etme cüretini gösteremeyenler, kendilerini birer yaman “demokrasi”, “barış”...vb savaşçıları olarak lanse ederek, kimden taraf olarak, kime karşı savaştıklarını gizlemeye özen gösterirler.

Taraf’ın kuşandığı kılıç, kimin kılıcı?

6 Haziran tarihli Taraf‘ın üç yazarının üç yazısı var önümüzde. Murat Belge’nin “Futbol fanatizmi”, Ahmet Altan’ın “Kiboş”, Yasemin Çongar’ın “Obama sizi ‘cesur yeni dünya’ya çağırıyor” yazıları. Hiçbir şey tesadüfi değildir. İdeolijik ve politik mücadelenin aracı olma gibi bir misyonu üslenen Taraf için bu çok daha doğrudur. Bu üç yazar kendi köşelerinde ve biribirlerine paralel olarak, kurulu kapitalist-emperyalist düzeni kutsuyorlar.

M. Belge’nin “Futbol fanatizmi”, başlıklı yazısında okur, bu toplum “bilimci”sinden “Futbol fanatizmi”nin kurulu düzenle olan bağını ve başlı başına bir endüstri halini alan, milliyetçi-ırkçı söylemin kendisini yeniden ve değişik biçimlerde üretme alanı bulan profesyonel spor ve futbolu eleştireceği beklentisine giriyor. Heyhat, sivil toplum ve sivil toplum kuruluşlarının ideologluğunu üstlenen M. Belge, “Yalnız, şu da var: “Fanatizm” son analizde “insana özgü” bir tavır, bir üslûp. Bazı insanlar bunu kendi hayatlarında “ideolojik fanatizm” olmaktan çıkarıp bir futbol takımı fanatizm halinde yumuşatmayı başarabiliyor, yani futbolda böyle olmakla hayatlarının başka alanlarını rahatlatabiliyorlarsa, eh, bu da iyi bir şey. Böylesine sözüm yok” diyor.

Sömürücü sınıfların asıl korktukları, sömürülen sınıfların kendi sınıfsal ideolojileriyle buluşmalarıdır. Ne pahasına olursa olsun bu buluşmanın önünü almaya çalışıyorlar. Baskı, işkence, idam, katliam gibi salt açık zor araçlarıyla bunu başaramayacaklarını, kendi tarihsel deneylerinden biliyorlar...“kendi hayatlarında ideolojik fanatizm” olmaktan çıkarıp bir futbol takımı fanatizm halinde yumuşatmayı başarabiliyor.. eh, bu da iyi bir şey. Böylesine sözüm yok” diyerek asıl meramını ortaya koyuyor. Egemen sömürücü sınıflarla birlikte M. Belge için asıl “iyi bir şey” olmayan “ideolojik fanatizm”dir. Ya sizlerin “ideolojik fanatizminiz”? Hayır bu bayların yaptığı “ideolojik fanatizm” değil basitçe “düşünmek” oluyor!

Uzaklara gitmeye gerek yok. Faşist cunta şefi K. Evren, Ankara Gücü futbol takımı birinci ligden ikinci lige düşünce, toplumu oyalayacak bir aracı yitirmemek için tepeden bir kararla, Ankara Gücü’nü 1. Lig’te bıraktırdı.

M. Belge’nin, egemen burjuva siyasetinin ve yönetmesinin açık bir aracı olana “...eh, bu da iyi bir şey. Böylesine sözüm yok” diyerek, asil sözünün kimlere olduğunu ve taraf’ını ortaya koyuyor.

Ahmet Altan’ın “Kiboş” yazısı ise kaderciliğin, mevcut sömürü düzeninin ebediliği üzerine bir güzellemedir. Kurulu her düzenin kendisi hakkındaki düşüncesi hep olumlamak ve ebedileştirmek olmuştur. Feodal ortaçağın küçücük prenslikleri bile zamanlarında kendilerini bir sonsuzluk halesi ile kutsamışlardır. Burjuva toplumu da bu aynı geleneğin sürdürücüsü olmuştur.

Ahmet Altan da bu zırvayı değişik şekil ve bağlamlarda bilgi dağarcığının yardımıyla, ezilen emekçi sınıfların bilincine çakmaya çalışıyor. “Kiboş” sekiz yaşında, çingene bir dilenci. Ve doğru veya yanlış, (ya da bir senaryo mu?) A. Altan’ın yolu, “kiboş”la bir şekilde kesişiyor. Ona makarna yedirip kola içirerek, hamburgerini de paket edip eline vererek, daha bir de bütün bunların üstüne bir de yirmi lira bahşederek, böylece “Kiboş”u mutlu ediyor! Yazısının finalini de şöyle bağlıyor, bu liberal ve de aynı zamanda hala “solcu” A. Altan:

“Sekiz yaşındaydı.

“O gece onu mutlu eden otuz beş lirası ve her gece kirli çıplak ayakları vardı.

Değiştirilebilecek bir kaderi olduğunu ve o kaderi değiştirecek gücümüz olmadığını biliyorduk.

“Sustuk, uzun zaman sustuk.

“Çıplak ayaklı bir ışık ve hayata duyduğumuz korkunç bir öfke kaldı içimizde...”

Neymiş? “Değiştirilebilecek bir kaderi olduğunu ve o kaderi değiştirecek gücümüz olmadığını biliyorduk.”! Bu “yufka” yürekli burjuva bayımız bu kaderi değiştirecek gücün olmadığını “biliyor” ve ne yapıyor? “Sustuk, uzun zaman sustuk”! Devamla ekliyor; “Çıplak ayaklı bir ışık ve hayata duyduğumuz korkunç bir öfke kaldı içimizde.”

“Sus”muş, ve “bir öfke”ye bürünmüş. Kime karşı susmuş bu bayımız? “Kader”e karşı! Kime “öfke duy”muş? “Değiştirilme gücü olmayan hayata”!.. Bunlar edilgen tespitler mi, yoksa bilinçli telkinler mi?

Bu “Hayat”ın sosyo-ekonomik, sınıfsal bir anlamı ve anlatımı yok, Ahmet Altan’da. İşte öylesine bir hayat, bunun sınıfsal, siyasal bir anlatımı yok, bu “iyi” yürekli “sol”cumuzda...

Bunları, logosunun altında “Düşünmek taraf olmaktır” diye yazan, Taraf’ın “solcu” geçinen liberal yazarı Ahmet Altan yazıyor. “Değiştirilemeyecek hayata ve kadere karşı” bu kadar “öfke” duymak için solcu olmak gerekmiyor. Kazın ayağı öyle değil, açık gericilik ve kadercilik adına bunları söyleyenler bu memlekette zaten var. Bu baylara düşen görev bu gerici zırvaları “sol” soslarla servis ederek, kaderciliği, bu düzenin degişmezliğini, bir de “sol” adına bilinçlere kazımaktır. “Kiboş”lara kalan da, kaderin cilvesi olarak, yollarının bu “iyi” yürekli baylarla kesişmesini beklemek, onların sofrasından çöplenmektir. “Değiştirilemeyecek hayatın”, kendilerine acı bir sürpriz olarak, doğuştan sağladığı “kadere” lanet okumaktır. Murat Belge’nin nasihatına uyarak, “kendi hayatlarında ideolojik fanatizm” olmaktan çıkarıp bir futbol takımı fanatizmi halinde yumuşatmayı başar”manın yollarına bulmaktır.

Sahi biz bu cins Yeşilçam yapımı filmlerle büyümedik mi?...Ahmet Altan’a “Kiboş” senaryosunda düşen rol, iyi yürekli, babacan ve kadere lanetler yağdıran zengin Hulusi Kentmen olmaktır...

Yasemin Çongar’ın yazısının başlığı bile başlı başına fütursuzca: “Obama sizi ‘cesur yeni dünya’ya çağırıyor”muş!.. “İdeolojik fanatizme” karşı savaş açan Murat Belge, kaderciliğin, çaresizlik ve biçareliğinin teorisini yapan Ahmet Altan’dan sonra,Yasemin Çongar Obama aracılığıyla da olsa,” cesur” olmaya çağırıyor. Parayı veren düdüğü çalar kuralı gereği, Yasemin Çongar bu “cesaret” çağrısını, Obama’nın dünyasına bağlılık (yoksa uşaklık mı) olarak yapıyor.

Barack Obama’nın, Kahire’de yaptığı konuşmayı köle ruhuyla ballandırarak aktarıyor. Ve bu görevde kendisinin yalnız olmadığının altını çizerek, “Şundan eminim; bugün dünyanın dört yanında bu dev adımı alkışlayan yazılar okuyacaksınız” diyor. Neden emin olmayasın ki, senden bile belli değil mi? Tüm bu tiyatro ABD’nin hizmetindeki tüm ağızlar ve kalemler onu dünyaya yayıp kitleleri sersemletsin diye değilse niye peki?

“11 Eylül’ün muazzam travmasının Amerika’yı kendi değerlerinden uzaklaştır”dığını, “işkenceyi kesinkes yasak”layacağını, “Guantanamo Cezaevi’ni kapattıracağını” söylemişmiş!. Dahası “bir tercih savaşı” için girdikleri Irak’tan tümüyle çekileceklerini, bir “mecburiyet savaşı” için girdikleri Afganistan’da kalıcı olmayacaklarını da”... Sıraladıklarıyla kendinden geçen Yasemin Çongar, adeta huşu içinde ekliyor: “Ve o adam, Amerika’yı yönetiyor... O adamın adı Barack Hussein Obama. O adam Amerikan Başkanı.”

Her uşak gibi Çongar’ın da şanssızlığı katı ve inatçı gerçekler. 1999-2008 arası, yani yalnızca dokuz yıllık bir sürede emperyalist dünyada silahlanma %45 artmış, 1 trilyon 464 milyar dolara ulaşmış. Ve bilindiği gibi, bu hummalı, pahalı ve dehşetli boyutlarda tehlikeli gelişmenin başını “O adam”ın başkanı olduğu ABD emperyalizmi çekiyor! BBC’nin haberine ve “SIPRI raporuna göre, 2002’den beri dünyanın en büyük 100 silah ihalesinin değeri, reel olarak %37 art”mış!

Şöyle devam ediyor haber: “ABD savunma harcamalarında birinci sırayı yine kimseye kaptırmadı. Son 10 yıldaki harcama artışlarının %58’inden ABD sorumlu.”

“İdeolojik fanatizme” karşı savaş açan Murat Belge, kaderciliğin, çaresizlik ve biçareliğinin teorisini yapan Ahmet Altan’dan sonra, Yasemin Çongar da emekçileri ve ezilen halkları “O adamın” ipine sarılmaya çağırarak, böylece, “düşünmek taraf olmaktır” derlerken, kimden yana ve kime karşı “taraf” olduklarını tüm açıklığı ile gözler önüne seriyorlar.