25 Aralık 2009
Sayı: SİKB 2009/49

 Kızıl Bayrak'tan
TEKEL direnişi, sorunlar ve görevler.
Direnişçi TEKEL işçileri
yol gösteriyor!
Düzen sınırlarını aşmayan her yol
tasfiyeye götürür!
Emekçi Kadın Komisyonları’ndan TEKEL işçileriyle dayanışma çağrısı
TEKEL’de direniş günlüğü...
Türk-İş’ten 1 saatlik
iş bırakma kararı
Patronlar işçi öldürür,
mahkemeler serbest bırakır!
TÜİK il bazında işsizlik rakamlarını açıkladı..
Esenyurt-Avcılar polisi devrimci sınıf faaliyetine saldırıyor
Entes’te direniş güncesinden
İşçilerden köprü ve Taksim eylemi
Volkan Yaraşır’ın Parti etkinliğinde yaptığı konuşma...
19 Aralık Katliamı lanetlendi! 
Genç-Sen 3. Olağan Genel Kurulu Ankara’da toplandı!
DLB’lilere gözaltı ve işkence
Katiller düzeninden hesap soralım!
Onlar, Kürt halkına düşman...
Köhnemiş sistemin çürümüş oyunları
Yunanistan’da kapitalist sistem iflasın eşiğine dayandı.
Almanya’nın gündeminden
Kunduz bombardımanı düşmüyor!
Ulusal soruna devrimci yaklaşımın paradoksları - 4 M. Can Yüce
Hasta tutsaklara özgürlük!
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Volkan Yaraşır’ın Parti etkinliğinde yaptığı konuşma...

Devrimin imkanını örgütlemek
ya da devrimi güncelleştirmek!.. 

Merhaba,

Aranızda olmaktan son derece coşkulu ve kıvançlıyım. Önce Alaattin arkadaşın katledilmesinden dolayı hepimizin başı sağ olsun. Yaşasın devrim ve yaşasın komünizm!

Konuşmamı kapitalizmin doğası, kapitalist kriz, krizin sonuçları ve olası gelişmeler üzerine yapacağım.

Kapitalist sistemde emekle sermaye arasındaki çelişki, hepinizin bildiği temel çelişkiyi gösterir. Ayrıca bu çelişkinin yanında bir de sermayeyle sermaye arasında çelişki vardır. Emekle sermaye arasındaki çelişki antagonist içeriktedir. Sermayeyle sermaye arasındaki çelişki ise rekabetle kendini dışa vurur. Bu iki çelişki kapitalist sistemin doğasını açığa çıkarır. Bu doğanın anlaşılması bir başka bağlamda kapitalist krizlerin anlaşılması demektir.

Kriz kapitalist sistemin ruhuna ve doğasına içkindir. Kriz, kapitalist sistemin ontolojisinden kaynaklanır. Kendisi toksin ya da zehirli bir varlık olan kapitalizm sürekli krizler üretir. Kriz bir başka bağlamda kapitalizmin gelişme biçimidir.

Kapitalizmin işleyişini ve ruhunu şöyle tanımlayabiliriz:

Bir, kapitalist sistemde sizler yani işçiler çalışır, üretir, bütün değerleri yaratır ama üretim araçlarına sahip değildir, bundan dolayı fakirdir. Sermaye ya da burjuvazi üretmez, çalışmaz ama üretim araçlarına sahiptir ve ondan dolayı zengindir. Veya bir başka ifadeyle kapitalist sistemde üretim kolektiftir, üretim araçları ise özel mülkün elindedir. Üretim araçlarını elinde bulunduran sermaye tüm değerlere el koyar, gasp eder, üretimin kaderini belirler. Özel mülk kapitalizmin varoluşudur.

İki, kapitalist sistemde üretim insan için yapılmaz, üretimin tek bir amacı vardır: Üretim kar, kar ve daha fazla kar için yapılır. Teorik bir tanımla kapitalist sistemde kullanım değeri değil, değişim değeri belirleyicidir. Ya da kapitalizmin temel çelişkisi kullanım değeri ile değişim değeri arasındadır. Tarihte gerçekten kıtlıktan dolayı insanlar aç kalmışlardır. Fakat kapitalizmde insanlar bolluktan dolayı açtırlar. Bu sistemin paradoksu değil, sistemin doğasından kaynaklanır. Çünkü kapitalist sistemde tüm ürünler metadır ve pazar için üretilir. Örneğin yakın dönemde yaşanan pirinç krizi bunun somut göstergesidir. Kriz, dünya pazarında pirincin olmamasından dolayı değil, tam tersine pirinç bol olmasına rağmen istenen fiyattan satılamamasından dolayı yaşanmıştır.

Üçüncü olarak, sermayenin organik yapısı bize kapitalizmin yapısı hakkında fikir verebilir. Ne demektir sermayenin organik yapısı? Aslında canlı emek ile cansız emek arasındaki orandır. Canlı emek kimdir? Canlı emek sizsiniz, yani işçi sınıfı. Cansız emek kimdir? Makineler ve teknolojidir.

Sermaye hiçbir zaman canlı emeğe yatırım yapmaz. Yani kime yatırım yapmaz? Size yatırım yapmaz. İşçiyi aç ve işsiz bırakır. Peki neye yatırım yapar? Cansız emeğe yatırım yapar. Peki onu neden yapar? Başka bir sermaye grubuyla hesaplaşmak ve rekabet etmek için yapar.

Konuşmanın başında bir tanımlama yapmıştık. Ne demiştik? Kapitalist sistemin doğasında iki çelişki vardır. O çelişkilerden bir tanesi sermaye ile emek arasındaki antagonist çelişkiydi. Diğeri sermaye ile sermaye arasındaki rekabet esaslı çelişkiydi. Sermayenin canlı emeği aç ve işsiz bırakması veya başka bir tanımlamayla daha fazla sömürmesi, aslında antagonist çelişkinin bir yansımasıdır. Sermayenin teknolojiye yatırım yapması ya da mekanizasyona yönelmesi, yani cansız emeğe yatırım yapması ise iki sermaye grubu arasındaki rekabetten kaynaklıdır.

Peki bu süreç nasıl sonuçlanır? Cansız emeğe yapılan yatırımla birlikte, zamanla mal birikir, birikir, birikir, ama malı alacak kimse yoktur. Malı kim alacak? Malı işçi sınıfı ve emekçiler alacak. Çünkü işçi sınıfı bir sermaye grubu için işçidir, yani bir patron için işçidir, öbür sermaye için müşteridir. Açsınız ve işsizsiniz, mal yığılmış ama malı alan kimse yok. Peki burada ne ortaya çıkar? Kriz ortaya çıkar. İşte kapitalizmde fazla üretim eksik tüketim krizinin kaynağı budur. Yani yaşadığımız kriz budur. Fazla üretim eksik tüketim neyle ilişkinmiş? Demek ki kapitalizmin doğasıyla ilişkinmiş. Neye bağlıymış? Kapitalizmin ruhuna bağlıymış.

Bu krizde altını çizeceğimiz bir nokta daha var. Bu krizin tek nedeni salt mal yığılmasından, malın satılmamasından kaynaklanmıyor. İkinci bir etken daha var. Mal istenen fiyatta satılmıyor, istenen kar marjı elde edilemediğinden dolayı kriz yaşanıyor.

Kar oranlarındaki düşme eğilimi veya bir başka ifadeyle “yasası”, bu sonuçların doğmasının temel nedenidir.

Buradan kapitalist kriz tiplerine girebiliriz. Kapitalizmde başlıca iki kriz tipi vardır. Bu kriz tiplerinin özelliklerine bakalım, yaşadığımız krizin tanımını siz yapın. Birinci kriz tipini kısa çevrimli kriz diye de adlandırabiliriz. Bu krizlerin bazı başat özellikleri var. Bir, kısa dönemli yaşanıyor. İki-üç yılı kapsıyor. İki, tek sektörde, ağırlıklı olarak finans sektöründe yaşanıyor. Üç, lokal ya da bölgesel düzeyde gerçekleşiyor.

Emperyalizm çağı öncesinde, 19. yüzyılda bu krizler aşağı yukarı sekiz ile on yıllık periyotlarla kendini dışarı vururdu. Emperyalizm çağında, sermaye ihracının uluslararasılaşması ile birlikte farklı bir karakter taşımaya başladı. 1982 Avrupa para krizi, 1987 ABD borsa krizi, 1993 Sterlin krizi, 1994 Türkiye-Meksika krizi, 1997-98 Doğu Asya krizi, 1998 Rusya-Brezilya krizi, 2001 Türkiye-Arjantin krizi, bu kriz tipine örnektir. Bunlar kısa çevrimli krizlerdir. Ve böyle krizlerde sermaye kendini yeniler, rektifiye olur. Sermaye veya kapitalizm zehirli bir varlıktır, krizle kaosunu, anarşisini ve toksinlerini atar.

Şimdi soruyorum. Bu kriz kısa çevrimli bir kriz mi? Tek sektörde mi başladı kriz? Evet finans sektöründe başladı ama hızla uluslararası çapta reel sektörü sardı. Peki lokal mi? Hayır. Bir ülkeden başladı, tüm ülkeleri dalgasal bir şekilde sarstı ve etkiledi. Peki kısa dönemli mi? Daha bilmiyoruz ama veriler uzun dönemli olduğunu gösteriyor. Şu andaki verilerle bile bu krizin kısa çevrimli bir kriz olmadığı ortadadır.

Kapitalizmde ikinci kriz tipi ise büyük bunalımlar ve buhranlardır. Kapitalizmin 500 yıllık tarihinde böylesine krizler üç defa yaşanmış. Bu krizlerin de bazı temel özellikleri bulunuyor. Birinci özelliği, bu krizlerin küresel düzeyde gerçekleşmesidir. Yani lokal düzeyde/ bölgesel düzeyde değil. Yaşadığımız kriz küresel düzeyde bir kriz değil mi?

İkinci özelliği, böylesi krizlerde bir senkronizasyon süreci yaşanır. Senkronizasyonun da iki boyutu bulunuyor. Birinci boyut, senkronizasyon sektörden sektöre yansıyor. Ayrıca ülkeden ülkeye sıçrıyor. Yaşadığımız kriz sektörden sektöre yansımadı mı? Yansıdı. Ülkeden ülkeye yansımadı mı? Yansıdı. Senkronizasyonun ikinci boyutu ise krizin farklı krizlerle birarada yaşanmasıdır.

Arkadaşlar, şu an somut olarak bir uygarlık krizi ile, makine ile kendini ifade eden bir “uygarlığın” kriziyle karşı karşıya değil miyiz? Hedonizmle, bencillikle, tüketim terörüyle kendini dışa vuran bir “uygarlık” krizi ile, yani kapitalist “uygarlığın” kriziyle karşı karşıya değil miyiz? Evet öyleyiz. Ayrıca 2007-2008’de Bangladeş’ten Mısır’a, Mısır’dan Haiti’ye kadar dünyayı saran gıda krizi ile karşı karşıya değil miyiz? Objektif olarak yeni gıda ayaklanmalarının zeminleri yok mu? Evet var, bugün her an patlaması muhtemel gıda krizleriyle karşı karşıyayız.

Bugün kapitalist sistemin yarattığı ekolojik kriz, bırakın insanları, tüm dünyanın sonunu hazırlamaktadır. Artık ekolojik kriz, bütün yıkıcılığıyla ortadadır.

Ayrıca emperyalist özneler arasında bir hegemonya krizi yaşanıyor. BOP’un her değişik evresi özünde ABD emperyalizminin hegemonyasını restorasyon çabaları değil mi? Kısaca komplike ve konsantre bir krizle karşı karşıyayız. Bu da büyük bunalımların ikinci özelliğidir.

Üçüncü özelliği ise, büyük bunalımların hızlı deforme edici niteliğidir. Yani kriz başlar, üretim inanılmaz derecede dibe vurur. Krizle birlikte merkez ülkelerde ve periferide de ticaret ve sanayi sektörlerinde önemli düşüşler yaşandı. Türkiye’den somut bir örnek vereyim size. Ekonomi 2009 yılının ilk çeyreğinde 13.8 küçüldü. Türkiye tarihinin en büyük düşüşünü oluşturdu. Yalnızca II. Dünya Savaşı’nda bu oran %15 civarındaymış. Birçok ülkede ticarette ve sanayide benzer gelişmeler yaşandı. Büyük bunalımların bir başka özelliği ise uzun bir dönemi kapsamasıdır. Bu 10 ila 15 yıl arasında gerçekleşebilir.

O zaman yaşadığımız krizin tanımını yapabiliriz? Bir kere yaşadığımız krizin kısa çevrimli bir kriz olmadığı ortadadır. Yaşanan büyük bunalımdır. Evet, bu tespiti yaptık. Ama yetmiyor. Zira siz büyük bunalım tahlilini yaptığınız an olay değişir. Çünkü büyük bunalım tahlilini yaptığınız an kapitalizmin üretim tarzının tartışıldığı andır. O zaman büyük bunalım tahlilini yapmak demek, aslında bir başka düzlemde ideolojik-teorik Rönesans’ı işaretlemelidir, politik-pratik bir cüreti ifade etmelidir. Yani bu tahlil ideolojik-politik bir Rönesans’ın ve politik-pratik bir cüretin göstergesi olabilmelidir.

Maalesef Türkiye solu krizi bu manada kavramadı. Veya anlamadı ve halen de anlamıyor. Büyük bunalım tahlilinin önemini tarihte yaşanan örneklere bakarak anlayabiliriz. Elimizde üç tane örnek var, bu örneklere bakarak hem Almanya gibi metropol ülkelerde, hem de bizim gibi ülkelerde ne yaşanacağını görelim.

Birinci örnek 1873-93 krizi, yani birinci büyük bunalım. Peki 1873-93 krizi nedir? 1873-93 krizi tekel öncesinden tekele geçiştir. Arkasında ne var? Arkasında muazzam bir sınıfsal antagonizma bulunuyor. 1830-1848 Devrimleri, 1864 Birinci Enternasyonal, 1871 Paris Komünü... Bu dalga zaten kapitalizmi kıskaç altına almıştır ve bunalım her an patlamaya hazırdır. 1873’te büyük bunalım patlar. 1873-1893 krizi yaşanır. Bu dönem kısaca serbest rekabetten tekelci döneme, emperyalist çağa geçiş dönemidir.

Peki neler yaşanmıştır? Bir kere üretim tekniği değişmiştir. Pre-Taylorizmden Taylorizme geçilmiştir. Nedir Taylorizm? Taylorizm bilimsel işbölümüdür, maksimum kar elde etmeyi, maksimum artı-değer yaratmayı hedefleyen bir üretim tekniğidir. Taylorizm şöyle de tanımlanabilir: İşçi bu çalışma rejiminde makinenin bir nevi uzantısıdır. Ayrıca 1870’lerde İngiliz sömürgeciliği hızla inisiyatif kaybetmeye başlamıştır. Kapitalist ülkeler arasında rekabet inanılmaz boyuta ulaşmıştır. Anlaşılacağı gibi büyük bunalımlarda kapitalizm formasyon değişimi içine girer. Üretim tarzında ve çalışma rejiminde bir dizi değişiklikler yaşanır. Bağlantılı olarak yeni enerji kaynaklarına yönelinir. Buhar enerjisinden elektrik enerjisine geçiş bunun göstergesidir. Zamanla emperyalist özneler arasındaki kutuplaşma en uç noktaya ulaşır, çatışkılar başlar, Rosa Luxemburg’un deyimiyle düzeltici savaş yaşanır. 1873-93 krizinin somut yansıması nedir? Birinci paylaşım savaşıdır, dünyanın paylaşılmasıdır. Bu tablo birinci büyük bunalımın genel bir tablosudur.

İkinci büyük bunalım 1929-1939 krizidir. Sınıfsal antagonizma kendini en net biçimde Ekim Devrimi’yle dışa vurdu. Ekim Devrimi’nin muazzam dalgası hızla kıta Avrupa’sını sararak, Avusturya’dan Almanya’ya, Macaristan’dan İtalya’ya kadar birçok ülkede devrimci durum ve işçi konseyleri deneyimleri yaşanmasına yol açtı. Bu fırtına işçi devrimlerinin yenilgisiyle sonuçlandı. 1926’da İngiltere’deki büyük grev, devrimci dalganın geri çekilmesinin sonuçlarından biridir. 1936 İspanya iç savaşı birinci sol dalganın kırılışını simgeler.

İşçi hareketlerinin yenildiği iki ülkede, 1920’de İtalya’da, 1933’te Almanya’da faşizm iktidara geldi. Karşı devrimci dalga İtalya’dan Almanya’ya ve İspanya’ya kadar yayıldı.

Bağlantılı olarak üretim tekniğinde bir dizi değişiklikler yaşandı. Taylorizmden Fordizme geçildi. Fordizm ne demektir? Özetle işçinin makinenin dişlisi, makinenin vidası olması ve makinenin “aklına” göre hareket etmesidir. Amaç karı maksimuma ulaştırmaktır.

Aynı dönemde emperyalist özneler arası çatışkı da en uç noktaya ulaşır. Sonuçta II. Paylaşım Savaşı başlar. Rosa’nın deyimiyle yeni bir “düzeltici savaş”.

Yaşadığımız krizin tarihsel kökleri 1970’lerin başına dayanmaktadır. Bu tarihte başlayan kriz, uzun bir resesyon evresinden sonra, 2008’de başka bir evreye, depresyon evresine geçti. Peki daha önce neden depresif karakteri ortaya çıkmadı? Aslında hepimiz, bizim yaş kuşağı nedenlerini yaşayarak gördü. Bildiğiniz gibi bu dönemde reel sosyalizm çöktü. Sonuç olarak 1.5 milyar insan kapitalist sisteme entegre oldu. Giydiğiniz spor ayakkabının, tişörtün menşeine baktığımızda Çin, Vietnam, Kore yazdığını görürsünüz. Dün bu ülkeler reel sosyalist kampın içindeydi. Şimdi kapitalizmin yeni atölyelerine dönüştüler.

Yine bu süreçte ne oldu? Sosyal devlet ilga edildi. Anlattığımız bu olgular kapitalist sisteme muazzam olanaklar sağladı. 1974 ila 2008 arasında kapitalist krizin depresif bir şekilde dışavurumu engellendi. O zaman tanımı yapalım: 1970’lerin başından 2008’lere kadar geçen süre krizin resesyon aşamasıdır. 2008’de başlayan nedir? Krizin depresif aşamasıdır.

Bu dönemde sistematik bir karşı-devrim olan neo-liberal politikalar hayata geçirildi. Sınıfın her düzeydeki örgütlenmesi dağıtıldı. Maksimum kar hedeflendi. Yeni üretim teknikleri devreye sokuldu. Fordizmden, post-Fordizme geçiş bunun bir yansımasıydı. Post-Fordizm ne demek? Post-Fordizm işçinin salt emeğini değil, aklını, ruhunu da makineye vermesidir. Taşeronlaşmadır. Atipik çalışmadır. Fason üretimdir. Esnek üretimdir. Güvencesizliktir. Bundan kötü çalışma rejimi olur mu? Biraz sonra anlatacağım, evet olur. Ayrıca Rosa’nın “düzeltici savaşları” bu dönemde bölgesel savaşlar olarak yaşandı. Ruanda’da, Irak’ta milyonlarca insan öldürüldü. Yugoslavya bir kan gölüne çevrildi. Afganistan’da katliamlar sürüyor. Aslında paylaşım savaşları bir başka biçimde, bölgesel savaşlarla kendini gösteriyor.

Kısaca, eğer bu kriz çözümlediğimiz anlamda büyük bunalımsa, ki elimizdeki veriler bunu gösteriyor, böylesi krizlerde iki olasılık ortaya çıkar: Birinci olasılık katastroftur, ikinci olasılık imkandır, devrimin imkanıdır.

Eğer işçi sınıfı örgütlüyse, siyasal öncüsü örgütlüyse, devrimin imkanı doğar. Fakat işçi sınıfı örgütsüzse, siyasal öncüsü örgütsüzse, ne yaşanır? Katastrof, yani felaket.

Türkiye’de şu anki resmi rakamlara göre 3.2 milyon sayılabilen işsiz bulunuyor. Sayılamayan işsiz sayısı 3 milyon civarında. Toplam işsiz sayısı 6.5 milyon olduğu söyleniyor. Krizin başlamasından bu yana atılan işçi sayısı 1 milyonu geçti. Yani toplam işsiz sayısı 7.5-8 milyona ulaşmış durumda.

ILO 2010 yılında işten atılanların dünya çapındaki sayısını 51 milyon olarak açıkladı. IMF ve Dünya Bankası’nın İstanbul toplantısında bu sayı 59 milyona yükseltildi. Bunu ben söylemiyorum, uluslararası sermayenin en temel kurumları açıklıyor. Yine IMF ve Dünya Bankası’nın başkanları krizin yaşanacağı her yılda 90 milyon insanın açlık sınırında yaşamaya mahkum olacağını söyledi. Ayrıca bazı üçüncü dünya ülkeleri arasında savaşların kaçınılmaz olduğu belirtildi.

Katastrofik tablo ortaya çıkmaya başladı. 2010 yılında Türkiye’de 1-1.5 milyon insanın işten atılacağını tahmin ediyorum. Bu verileri biraraya getirirsek aşağı yukarı 10 milyon işsizle karşı karşıyayız. Bence dünya çapında ve Türkiye’de bu işsiz yığınlar siyasal süreci önemli derecede etkileyecek.

Peki bu kitle nasıl bir karaktere sahip? Eğer işsizler üst kimliklerinin, yani işçi olduklarının farkında değillerse, davranış ve yönelimleri nasıl şekilleniyor?

Arkadaşlar, bu kitlenin özelliklerini şöyle tanımlayabiliriz: Bu kitle en başta umutsuzdur ve geleceksizdir. Bundan dolayı hızla ötekileştirir. Yani der ki, “ben Almanım, işsiz kaldım, niye işsiz kaldım? ‘Kara kafalılar’ işimi aldı, yani göçmen işçiler ya da Türkler aldı. Göçmenler veya Türkler olmasaydı ben işsiz kalmayacaktım”. Ben geçtiğimiz ay Avusturya’daydım. Bir dizi işçi toplantısına katıldım. Avusturya’da neo-faşist parti göçmenlere yönelik sistematik anti propaganda yapıyor. Irkçı ve göçmen düşmanı politikalar izliyor. Göçmenlerin Avusturya’dan gitmesiyle işsizlik sorununun çözüleceğini ileri sürüyor. Ve bu propaganda son seçimlerde etkili sonuçlar verdi. Neo-faşistler oylarını son derece arttırdı.

İşsiz kitleler üst kimliğinin farkında değilse, hızla ötekileştirir. Ayrıca bu kitlenin bir başka özelliği hızla mobilize oluşudur. Çabuk harekete geçer ve ajite olur. Bunun yanında bu özelliklerini pekiştiren reaksiyonerlikleridir.

Ben profili bir yerden tanıyorum; Wilhelm Reich bu ruh halini, faşizmin kitle ruhu olarak tanımlar. Şimdi objektif olarak böylesi bir süreçle karşı karşıyayız. Avusturya’da neo-faşist partilerin oylarını arttırması, benzer gelişmelerin Avrupa’nın bir dizi ülkesinde yaşanması tesadüfi değildir. Bu, kapitalist krizin sarsıcı ve yıkıcı etkilerinin sonucudur. Çünkü faşizm umutsuzluğun üzerinden örgütlenir.

Türkiye’ye dönersek, eğer bu 10 milyon kişi işçi sınıfının organik gücü gibi hareket etmezse, üst kimliğiyle davranmazsa, benzer katastrofun Türkiye’de yaşanması kaçınılmazdır. Söylemek istediğimi daha net ifade edeyim. Afganistan’a bir süre önce 1200 asker yollandı. Bu sayıya 1700 asker daha eklenecek.

Türkiye Cumhuriyeti neo-Osmanlıcılık diye de tanımlanan bir politika izliyor. Neo-Osmanlıcılığın özü şudur: BOP + Çin çalışma rejimi. Türkiye bölgenin yeni dizaynı ve yeniden yapılanmasında direkt aktör olmaya, kendi deyimiyle “stratejik ülke”, “mihver ülke” olmaya çalışıyor. Ben buna IV. BOP dönemi diyorum. IV. BOP şuna dayanıyor: ABD açık işgal politikalarını rezervde tutarak Ortadoğu’dan çekiliyor. Ortadoğu’da 50 bin kişilik bir askeri karargah kuruyor. Enerji yolları ve kaynaklarını kontrol etmek amacıyla bölgede kendi yerine savaşacak, kendisinin “uç beyi” olacak ülkeleri öne çıkarıyor. Kim bu ülkeler? Türkiye, Kürt Federe Devleti, Mısır ve İsrail. İşte bu konjonktürde Kürt açılımını değerlendirin. Yani bölge yeniden dizayn edilirken Kürt açılımının oturduğu bağlam burasıdır. Yani jeo-politik bir bağlantı.

Uç beyi ne işe yarar? Uç beyi Osmanlı İmparatorluğu ve Selçuklular’da savaşa giden ilk güçtür. Bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin Ermenistan’la teması, Afganistan’a asker yollaması, Suriye, Irak ve İran’la kurulan yeni ilişkiler bir yere oturmaktadır.

Bu uç beylerinin savaşması gerekiyor. Afganistan’a 1200 asker yollandı, 1700 asker daha yollanacak. İşsiz sayısının 10 milyona ulaşması bekleniyor. Bu kitle nerede kullanılabilir? Verin 500 Dolar, bu insanların nereye gideceği bellidir. Afganistan’da savaşmaya gider. O zaman bu işsiz kitlenin bir başka düzlemde neo-lejyoner olması beklenebilir. Lejyoner ne demek? Paralı asker. Emperyalizmin paralı askeri.

Bu dış politikadaki şekilleniş. Peki iç politikada ne olacak? Veriler ortada. Bu kitleyi bir yerden tanıdığımızı ifade etmiştik. Örneğin bu ülkeden tanıyoruz. 1926’da Almanya’da bu kitle Beyaz Gömleklilerdir. Aynı kitle İspanya’da falanjdır, İtalya’da Kara Gömleklilerdir. Yine aynı kitle Wilhelm Reich’ın “Dinle Küçük Adam”ıdır. Yani faşizmin militanıdır.

Hızla ötekileştiren, hızla mobilize olan, reaksiyonel özellikler gösteren bu kitle ne yapar? Ülkede herhangi bir işçi direnişi olduğunda, herhangi bir muhalefet geliştiğinde buralara yönelecek ve saldıracaktır.

Nereden mi biliyorum? Yine sol okuyamadı. Yaşanan Sabra Tekstil pratiği var. Sabra Tekstil’de son derece demokratik bir hak olan bildiri dağıtılmasına karşı patron, mafya, resmi ve sivil güçler devreye girdi. Arkadaşlarımıza saldırdılar. Aslında Sabra Tekstil mikro bir örnek. Sınıf hareketinin bundan sonra yaşayacağı olası gelişmeleri işaret ediyor.

İşsiz yığınların sınıfa karşı kullanılması, para-militer bir güç olarak devreye girmesi muhtemeldir. İşte katastrofun bir başka yönü.

Büyük bunalımlar bu katastrof boyutunun yanında, tarihin büyük imkanlarını da yaratmaktadır. Nedir bu imkanlar? Mesela artık kapitalist devletin niteliği ortadadır. Kitlelere bu niteliği kolayca anlatabiliriz. Yani devletin sermayenin uşağı ve onun dostu olduğunu çok net gösterebiliriz. Bu bize iktidar mücadelesinde inanılmaz olanaklar sağlayabilir.

İkincisi, son çeyrek yüzyıla hakim olan burjuva ideolojisinin hegemonyası kırılmıştır. “Tarihin sonu”nu ilan etmişlerdi. Tarihin öznesi yok demişlerdi. Fakat dünyanın her tarafında tarihin öznesi dosta düşmana merhaba dedi. Kim tarihin öznesi? İşçi sınıfı. İşçi sınıfı eylemleriyle, direnişleriyle tüm coğrafyalarda yıkıcı gücünü gösteriyor. Kısaca son 25 yıllık ideolojik hegemonya veya neo-liberal ideolojinin hegemonyası kırıldı.

Şimdi ne yapmamız gerekiyor? Devrimin imkanını örgütleyeceğiz. Bir başka deyişle devrimi güncelleştireceğiz. Peki bunu nereden öğreneceğiz? İşçi sınıfından. Aslında işçi sınıfı krizin başından beri sınıf mücadelesi pratiklerini okuyanlar için yol gösterdi. Hem Türkiye’de, hem uluslararası alanda krize karşı net karşı duruşlar gerçekleştirdi. Sınıf teorisi üzerine okuyan, sınıf üzerine kafa yoran, Marksizmi bir sınıf teorisi olarak anlayan kişi, eğilim, grup zaten bunu kavrardı.

Sinter, Brisa, Tezcan ve Gürsaş’ta fabrika işgal eylemleri gerçekleştirildi. Fabrika işgal eylemleri sınıfın en radikal ve en militan eylem tarzlarından biridir. Arkadaşlar, kapitalizmin özü ve ruhu nedir? Özel mülkiyettir. Fabrikaların işgal edilmesi ne demektir? Bu eylemle özel mülkiyet bloke edilmiş, sermayenin kalbine hançer sokulmuştur. Bundan radikal eylem olur mu? Sınıf bu eylemleri gerçekleştirirken yanında kim vardı? Bu işgal alanlarında kimler bulunuyordu? Oralarda hep Kızıl Bayrakçı arkadaşlar vardı.

İşçi sınıfı model eylemler yaratmaya başladı. Bu model eylemler neydi? İşgal, direniş ve grevdi. Tam bu aşamada, işyeri kapatmalara ve işten çıkarmalara karşı şöyle bir ifade kullanmıştım: Artık her şey meşrudur, çünkü bizim geleceğimiz yoksa, hiç kimsenin geleceği yoktur. Model eylemlere sınıfın tarihsel silahı olan sabotajı ekledim. Bunu ilk söylediğimde bazı reaksiyonlar geldi. Ama bir baktık ki Fransız işçi sınıfı aynı yoldan yürüyor. Ne yaptı Fransız işçi sınıfı? Fabrika yöneticilerini rehin aldı, Fransız halkının % 65’i bu eylemleri sempatiyle karşıladı. Ayrıca fabrika işgal eylemleri gerçekleşti. İşçiler fabrikalara yangın bombaları yerleştirdi. Polise “müdahale ederseniz, fabrikayı havaya uçururuz” dediler. Bundan radikal eylem olur mu? Kim yapıyor bunu? Fransız işçi sınıfı. Engels’in deyimiyle “ayrıcalıklı işçiler”.

Benzer örnek İngiltere’de yaşandı. İngiliz işçi sınıfı bildiğiniz gibi uzun süreden beri bir durağanlık içindeydi. Sendikal bürokrasinin sınıf üzerinde tarihsel bir tahakkümü bulunuyordu. İngiliz işçi sınıfı krizle birlikte bu tahakkümü parçalayan pratikler gösterdi. Korsan ve İllegal Grev adı verilen eylemler yapmaya başladı. Sendikal bürokrasiyi etkisiz bıraktı. Hukuksal mevzuatı fiilen deldiler.

Arkasından Güney Kore işçi sınıfı mesaj verdi. kiOtomotiv sektöründe Ssangyong fabrikası işçiler tarafından 77 gün işgal edildi. Bir bomba niteliği taşıyan fabrikanın boyahanesinde işçiler molotof kokteylleriyle direnişlerini sürdürdü. İşgal günlerinde 5 işçi öldürüldü. 2 işçi polis tarafından damdan atılarak sakatlandı. Güney Kore işçi sınıfının mesajı ne?

Demek ki dönemin şiarları her coğrafyada hayata geçiyor. Dönemin şiarı işgal, direniş, grev, sabotaj ve blokajdır. Artık bu eylemler model eylemlerdir.

Bütün bu pratiklerden şöyle bir sonuç çıkarılabilir: Yaşananlar bana göre yeni bir enternasyonal dalganın mayasıdır. Ayrı bir tartışma konusu ama bu gelişme nasıl 1800’lerde sınıf hareketi öfke ve kinle, ludizmle, makine kırıcılığıyla, grevlerle, genel grevlerle, barikat savaşlarıyla ayağa kalktıysa, bugün de benzer sınıfsal öfke ve kinle ayağa kalkmaktadır. Yeni bir tarihsel momentuma girdiğimizi düşünüyorum. Bana göre 21. yüzyılın yeni enternasyonal birikimi yukarıda anlattığımız pratiklerle gerçekleşiyor.

İşçi sınıfı Marksizmi bir sınıf teorisi olarak okuyanlara mesaj veriyor, yol gösteriyor.

Bunun yanında işçi sınıfının gerçekleştirdiği eylemler içinden yeni dönemin model kimlikleri ortaya çıktı. Kim bunlar? Desa direnişinden Emine Arslan, Meha’dan Saliha Gümüş, Entes’ten Gülistan Kobatan dönemin model kimlikleridir. Bir dava insanı olmanın bütün özelliklerini üzerinde taşıyan kimliklerdir. Davasını her şart altında savunan, direnen, sınıfın onurunu kimliğinde var edenlerdir.

Şimdi tek bir sorun kalıyor: Sorun bizlerin kendi model kimliklerini yaratmasıdır. Bir tarihsel dönemden geçiyoruz. Artık tercihler çok net bir şekilde ortaya çıkmaya başladı. konuşmamı bu tercihleri açıklayarak bitireceğim.

Rus yazar Gonçarov’un “Oblomov” adlı kitabını birçok arkadaş okumuştur. Gonçarov’un Oblomov romanındaki karakter önümüzdeki bir seçenek. Erkek arkadaşlara söylüyorum. Ya Oblomov olacağız, yani bedbin, ruhsuz, tembel, tepkisiz, boş vermiş bir kimlikle yaşamımızı sürdüreceğiz ya da Babuşkin olacağız. Babuşkin kimdir? Babuşkin Bolşevik partinin oğludur. Iskra’daki işçinin sesidir. Bolşevik partiye ve Iskra’ya işçinin ruhunu taşıyan adamdır. Önce ajitasyon komiteleri içinde yer alan bu kimlik ruhunu, aklını, yüreğini devrime ve komünizme adamıştır.

Kadın arkadaşlara da bir mesajım var. Tolstoy’un Anna Karenina adlı bir romanı vardır. Roman kahramanı olan Anna Karenina bir soyludur. Soyluluğun ahlaki ikiyüzlülüğünü yaşar. Aynı zamanda çürüyen bir sistemin tipolojisidir. Eşi ona ihanet eder. O da birine aşık olur, ama sonunda ahlaki ikiyüzlülük karşısında intihar eder. Yani Anna Karenina’nın geleceği yoktur. Burjuvazi kadın kimliğini metalaştırır. Onu yok eder. Kadını aşağılar. Tercihimiz ya Anna Karenina olacak ya da Rus Devriminin en önemli siyasal akımlarından biri olan Narodnikler’den Vera Figner veya Vera Zazuliç olacak. Kimdir Vera Figner? Aristokrattır. Ama aklını, ruhunu ve kalbini devrime adamıştır. Merkez Komite üyesidir. Merkez Komite’de 5 kadın vardır. Muazzam bir şey bu, dünya tarihinde olmayan...

O zaman tercihlerimiz gayet açıktır. Ya Oblomov ya da Babuşkin olacağız, ya Anna Karenina ya da Vera Figner, Vera Zazuliç olacağız.

Toparlıyorum ve son sözlerimi söylüyorum: Marksizm yıkıcı bir teoridir. Bu yıkıcı teoriyi yıkıcı güçle birleştirmek zorundayız. Eğer bu tarihsel randevuyu gerçekleştirebilirsek, devrimin güncelliğini yakalayabiliriz. Bu görev sınıf devrimcilerinin görevidir. Artık başka bir seçenek yok. Ya sınıf devrimcisi olacağız ya sınıf devrimcisi olacağız!..

Teşekkür ederim...