Haziranda ölümsüzleşenlerin anısına...
Gece leylak ve tomurcuk kokuyor
Yaralı bir şahin olmuş yüreğim
Haziranda ölmek zor
H. Hüseyin
Şiirlerine kendilerini koydular onlar, ama asla dışlamadan şiirlere konu olmayı bekleyenleri. Ve hiçbir zaman kendi kendilerine kalmanın aracı yapmadılar sözcükleri
Kimlikleri öylesine yansımıştı ki şiirlere, imzasız olsalar da kim neyi yazmış anlıyordu insan.
Ortak yönleri çok fazla. İkisi de dönemlerinin tabularını yıktılar. Nazım ilk şiirlerini Kurutuluş Savaşını önceleyen ve izleyen yıllarda yazdı. Bu yıllarda sanat adına ortaya konulanların büyük bölümü Kurtuluş Savaşı ve cumhuriyet üzerineydi. Bu ortamda Nazım biçimden çok içeriğe önem verdi. İçerik alanında birçok yeniliğe imza attı. Ezilenleri, emekçileri şiirine aldı. Üstelik öylesine bir dil kullanıyordu ki, zafer marşlarının sözleri anlaşılmayabilirdi de o günlerde, fakat Nazımı herkes anlardı. Çünkü o halkın içinden biriydi.
Ahmet Arifin yıktığı tabular daha farklıydı, belki daha kolay, belki daha zor... Daha kolaydı, çünkü; sanat adına farklılıkların üretimine başlanıldığı bir dönemdi. Sanat tartışmaları daha üst bir düzeye taşınmıştı. Daha zordu, çünkü; sanatta her alanda beğenilerin sınırları çizilmişti ve yeni genç şair adayları için cesaretler bir nebze kırılmıştı. Bir tarafta aşılması imkansız görünen Nazım, diğer tarafta dillerden düşmeyen Orhan Veli ve Garip Akımı. İşte bu dönemde bir çokları şiir yazma cesaretini kaybederken Ahmet Arif Nazımın peşi sıra hayatını şiire verdi.
Farklı ortamlarda yetişmelerine rağmen aynı coşku, aynı inanç, aynı sevdayı taşıyorlardı. Bu sevdaydı, onların sansürlenmesine sebep olan ve bu sevdaydı, onlara zindanları mesken ettiren.
Ahmet Arifin şiiri kuşkusuz Nazımın öncülüğünü yaptığı, önünü açtığı toplumcu çizgideydi. Bu devrimci amaç birliğine rağmen iki büyük şairimizi ayıran temel farklılıklar da var. Bunlardan birini, Nazımın şehirli kimliğine karşın Ahmet Arifin kırsal kesim şairi olduğuna işaret ederek dile getirir, şair Cemal Süreya. Nazım için Şehirlerin Şairi diyen Cemal Süreya şunları ekler: (Nazım Hikmet) Ovadan seslenir insana büyük düzlüklerden, ovadan akan büyük ve bereketli bir ırmak gibidir. Ahmet Arif içinse şunları: Uyrukluk tanımayan yaşsız dağları yazar o... Şiirleri daha deniz görmemiş çocuklaradır.
Nazım aldığı eğitimin de etkisiyle daha enternasyonalist bir bakışa sahip olmuştur. Hangi şair 7 kıtayı da kapsayan şiirler yazabilir? Kim bütün dünyayı bu denli yüreğine sığdırır, sahiplenir? İngiliz sömürgesi Hindistandan İtalyanın halk mahallelerine, Afrika kabilelerinden 2. Dünya Savaşında faşizme karşı direnen Sovyetlere kadar... savaşılan, direnilen her yere, yüreğiyle, şiiriyle destek vermiştir halklara, Nazım. Enternasyonalist bakışın şiirdeki belki de en iyi örneğidir.
Yarısı buradaysa kalbimin
Yarısı Çindedir doktor
Sarı nehre doğru akan
Ordunun içindedir
Sonra bir şafak vakti doktor
Her şafak vakti
Kalbim Yunanistanda kurşuna diziliyor
Sonra bizim burada
Mahkumlar uykuya varıp
Revirden ayak çekilince
Kalbim Çamlıca da
Bir harap konaktadır her gece doktor
Ahmet Arifin şiirlerin de ise enternasyonalizmden öte daha yöresel bir hava vardır. Eski halk ozanlarını çağrıştırır o.
Doğdun,
Üç gün aç tuttuk
Üç gün meme vermedik sana
Adiloş Bebem,
Hasta düşmeyesin diye,
Töremiz böyle diye,
Saldır şimdi memeye,
Saldır da büyü...
Bunlar,
Engerekler ve çıyanlardır,
Bunlar,
Aşımıza, ekmeğimize
Göz koyanlardır,
Tanı bunları,
Tanı da büyü...
Bu, namustur
Künyemize kazınmış,
Bu da sabır,
Agulardan süzülmüş.
Sarıl bunlara
Sarıl da büyü...
Ama belki de ikisini kavgaları denli ortaklaştıran bir duyguları daha vardır: Özlem. İkisinin de bir çok şiirinde bu duyguyu hisseder insan.
Seni, anlatabilmek seni.
iyi çocuklara, kahramanlara.
Seni, anlatabilmek seni,
Namussuza, haldan bilmez,
Kahpe yalana.
Ard arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarıda gürül gürül akan bir dünya...
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım
Bir o yana,
Bir bu yana...
Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza,
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.
Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen aksamdan.
Bir kadeh, bir cigara, dalıp gidene,
Seni, anlatabilsem seni...
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini...
Güzel günlerin özlemi kavgayı perçinler elbet, daha çok şiir yazdırır insana. Ama Nazım Hikmet bir devrimciyi en çok üzen bir büyük özlemi yaşamıştır. Uzun yıllar yurdundan ayrı kalmıştır. Yazılarım otuz kırk dilde basılır, Türkiyemde Türkçemle yasak demesi de bu büyük özlemin bir parçasıdır.
Nazım Hikmet ve Ahmet Arif, yalnız Türkiyenin değil, bütün dünya devrimcilerinin şairleridir. Bugün onların Türkiye devrimci mücadelesinde yarattıkları etki hala çok büyüktür. Bunu yıllarca baskıyla sansürle engellemeye çalışan gerici burjuva iktidar odakları, bugün de farklı yöntemlerle saldırılarını sürdürmektedir. Gerek Nazım Hikmeti, üzerinden para kazanılacak bir meta haline getirmeye çalışarak; gerek şiirlerinin içini boşaltıp küçük burjuva duygusal bir şair olarak göstermeye çalışarak; gerek Mehmet Gül gibi tescilli faşistlere Nazım ile ilgili kitaplar yazdırarak, Nazımın büyük sanatsal mirasını tahrip etmeye, devrimci özünü boşaltmaya, böylece bugünün ve geleceğin devrimci sınıf mücalesinde oynayacağı büyük eğitici ve harekete geçirici rölü etkizeştirmeye çalışmaktadırlar. Sermaye devrimci değerlerimize saldırılarını arttırarak sürdürüken bize de devrimci değerlerimizi layıkıyla savunmak kalıyor.
Nazım Hikmeti 3 Haziran 1963te ve Ahmet Arifi 4 Haziran 1991de yitirmiştik. İki büyük devrimci şairimizi ölüm yıldönümlerinde derin bir saygıyla anıyoruz.
2 Temmuz 1993te Sivasta diri diri yakılarak katledilen 37 aydınımızın anısına...
Yıkıcılar geldiler
Ve evin yüzü burkuldu
Bir kıpırtı vardı şakaklarında.
Yıkıcılar geldiler, çatıdan başladılar.
Kiremitleri topladılar birer birer.
Tahtaları söktüler, kanırtıp çivileri
Ellerinde keserler.
Anımsar mısın denize karşı oturmuştuk.
İkimiz de arkamızı dönmek istememiştik kıyıya.
Susmuştuk uzun bir hesaplaşmayla.
İki sevgili vardı yan masada;
Umurlarında bile değildi deniz,
Alınları birbirine değecekti az daha.
Yıkıcılar geldiler,
Çıkardılar kapı ve pencerelerin pervazlarını.
Kör gözleri ve açılmış ağzıyla
Kaldı temelleri üstünde umarsız ev.
Sıra balyozlardaydı artık,
Çelik iskeletini evin ortaya çıkarmak için.
Benim göğüs kafesimde bir iskete,
İskeletimin bekçisi, içten bağlı kemiklerime.
Sıçrayıp duruyordu ordan oraya,
Duyuyordum kıpırtısını içimde.
Bir bulut geçiyordu senin gözlerinden.
Oturuyorduk; ben kızgın çölüm, sen yıldızsın göğünle.
Yıkıcılar geldiler;
Düştü gürültüsüyle yüzü köhne evin,
Göründü bazı odaları ve iç duvarları.
Aynı renklerle boyanmış sofası, isli mutfağı.
Bir kesit kalmıştı geriye şimdi o evden
Eski bir yaşantıyı simgeleyen
Çıkıp yürümüştük kıyı boyu
Benim sıvası dökük yüzüm, senin çocuk gözlerinle.
Oysa sen yürümeyi sevmezsin.
Nasıl da değişmişti görünüşü
Yıllardır görmediğimiz kentin
Yürümüştük anısıyla eski cumbalı evlerin.
Yıkıcılar geldiler, yıktılar bütün duvarları.
Yalnız temel kaldı geriye ve birkaç tuğla kırığı.
İş araçlarında artık,
Bir canavar ağzıyla deşmek için toprağı.
Ve temizleyecekler kazılan yerlerde
Bizden kalan balçığı.
Metin Altıok
(Kendinin Avcısı, 1979)
|