Ekim Gencligi ARSIVKIZIL BAYRAK
 
Ekim 2003
Sayı: 65
 İçindekiler
  Ekim Gençliği'nden...
  Yasanızı da, tezkerenizi de yakacağız!
  Ulucanlar şehitleri anıldı...
  Amerikan işbirlikçileri Irak'ta emperyalist efendilerinin hizmetinde!
  Bir uşağın sefil yalanları...
  Savaş tezkeresine karşı eylemlerden...
  Gençlik meclisin açılışını alanlarda protesto etti...
  Kampanya çalışmalarından...
   Bir üniversite öğrencisiyle eğitim sorunları ve savaş üzerine konuştuk...
  İstanbul Üniversitesi protestolarla açıldı...
  İstanbul Üniversitesi açılış şenliğinde etkin inisiyatif ve çalışma....
  "Üç maymın olmak mı? ASLA!"
  Hükümet ve YÖK atışması...
  Yeni YÖK yasa taslağı...
  AB tartışmaları...
  Kampanya çalışmamızın yeni dönemi...
  Tarihsel gelişimi içerisinde YÖK
  Yargıtay kararı ve DEHAP...
  Liseli gençlik de söz veriyor!
  Yeni eğitim yılı başladı...
  Eğitimdeki aldatıcı oyunlar devam ediyor...
  Okullarda ücretsiz ırkçılık dersleri!
  Paralı eğitim meşrulaştırılıyor!
  ALGP'den İLGP'ye...
  "Ulusa sesleniş"te seslendirilenler...
  Irak çıkmazında ABD
  Filistin'de emperyalizme ve siyonizme karşı direniş sürüyor...
  Afganistan: İnternetin özgürleştiremediği ülkeyi...
  Ölüm Orucu direnişi 3. yılında yol gösteriyor!
  "İstanbul Üniversiteli olmak ayrıcalıktır!"
  Kantin solculuğu modası ve derse girenlerin verdiği ders...
  Daha fazla insana ulaşmamız gerekiyor!
  Ernesto Che Guevara...
  Orhan Kemal...
  Hey, buraya bakın!
  Okur mektupları



 
 
‘80’lerden günümüze...

Tarihsel gelişimi içerisinde YÖK

Yüksek Öğretim Kurulu sanılanın aksine ilk olarak 1981’de değil, 1973’te kurulmuştu. YÖK, 12 Mart karşı devriminin ardından yüksek öğretimde reform adı altında, 7 Temmuz 1973’te kuruldu. 1750 sayılı üniversiteler kanunu ile oluşturulan YÖK’ün dayandığı ilkeler, 1973 yılı için oldukça radikal ve dünyadaki gelişmeler açısından oldukça erken bir deneme idi. Bu ilkelere radikal bir özellik katan esas unsur, “paralı eğitimin uygulanması”na ilişkin hükümdü. Bir diğeri ise “Hükümetin üniversite yönetimine el koyması” idi (Türkiye’de Yükseköğretim 1923-1998-MEB yayınları).

Bu ilkelerden ilki; paralı eğitime ilişkin olanı, dünyadaki yeni liberal anlayışa uygun bir düzenleme olmuştu. Ancak henüz 1970’lerde gelişen neoliberalizmin Türkiye’ye transferinin bu kadar erken olması, ayrıca bu çabanın ordunun yönetime el koyduğu bir dönemde karşılık bulması dikkat çekicidir. İkinci hüküm olan hükümetlerin üniversite yönetimlerine el koyması ise, o dönem varolan kısmi idari özerkliğe bir son verme ve başbelası üniversiteleri ıslah girişimi olarak değerlendirilebilir.

YÖK’ün bu ilk doğuşu, Anayasa Mahkemesi’ne bir üniversitenin yaptığı başvurunun 1750 sayılı yasanın iptali ile sonuçlanmasıyla oldukça kısa sürmüş oldu (3 Aralık 1975). Böylelikle ilk YÖK ancak 2 yıl hayatta kalabildi.

İkinci ve bugüne kadar yaşamını sürdürebilen YÖK ise, bir başka karşıdevrimin; 12 Eylül faşist askeri darbesinin ardından kuruldu. 2547 numaralı Yüksek Öğretim Kanunu 6 Kasım 1981’de yürürlüğe girdi. YÖK’ün başına Paris Üniversitesinde öğretim görevlisi olan İhsan Doğramacı getirildi. 1971 karşı-devriminin denediği ancak bir biçimde boşa düşen, üniversitelerin ıslahı meselesi nihayet bir çözüme ulaşmış, üniversitelerin “demokles kılıcı”, başına atanan bir “prof” ile güvenilir bir hizmetkara kavuşmuş oldu.

Gerçekleştirilen karşıdevrime gerekçe olarak, “yolundan sapan Kemalist cumhuriyeti yeniden doğru yola nakletmek” getiriliyor ve bu gerekçe, ek söylemlerle birlikte, yeni iktidarın devletçi-korumacı bir politikaya sahip olduğu yanılsamasını yaratıyordu. Oysa İ. Doğramacı katıksız bir liberal ve serbest rekabetçi anlayışa sahipti. Eğitimi ve tüm hizmet alanlarını piyasa süreçlerine açmak gibi bir hedefe sahip olan neoliberalizm, Doğramacı’nın gıdasını aldığı yeni ideolojik yaklaşımdı.

Doğramacı çok sonraları kendisi ile yapılan bir röportajda, onun düşünceleri ve kafasındaki model ile askerlerin görüşleri arasında büyük oranda bir benzerlik olduğunu söyleyecekti. “MGK Genel Sekreteri Necdet Üruğ paşa, Paris Üniversitesi’nde öğretim üyesi iken beni aradı ve ricada bulundu. (Önerilerim) Bir iki değişiklik dışında kabul edildi.” (Tahir Hatipoğlu’ndan aktaran T. Demirer, S. Özbudun Eğitim: Ne için? Üniversite: Nasıl? YÖK: Nereye?).

YÖK’ün ilk uygulamaları da, askerlerle YÖK yönetiminin bir görüş ayrılığına sahip olmadığını, aksine aralarındaki uyumun kusursuz olduğunu ortaya koyuyordu.

Neden YÖK?

YÖK değerlendirilirken hep onun baskıcı ve faşizan uygulamaları öne çıkarılır. Ancak bu bakış tek yanlı ve yanıltıcıdır. YÖK birçok farklı işlevi yerine getiren, bu açıdan burjuvazinin değişen ihtiyaçları çerçeçevesinde kendisini yenileyen “çok işlevli” bir kurumdur. Gerçekten de 1981’de kurulan YÖK’ün ilk ve esas çabası üniversitelerde siyasi iktidar için sorun yaratan ne varsa, hepsini zor yolu ile yok etmek, üniversiteleri her türlü muhalif sesten arındırmak idi.

YÖK, bu amacını gerçekleştireştirebilmek için, gerek öğretim üyeleri, gerekse öğrenciler arasında tam bir kıyım gerçekleştirdi. Genelkurmay’ın belirlediği binlerce öğrenci okullarından atıldı ya da askeri cuntanın işkencehanelerinden geçirildi. Bir daha benzer sorunlar yaşamamak için üniversitler üzerindeki baskı rejimini süreklileştirildi. Disiplin yönetmelikleri ile öğrencileri ve öğretim görevlilerini hiçbir gerekçe göstermeden ve büyük bir keyfiyetle cezalandırıldı.

“Kamu görevinden uzaklaştırma cezası verilecek uygulamalar: Amirine, maiyetindekilere, iş arkadaşlarına, öğrencilere fiili tecavüzde bulunmak (TECAVÜZ FİİLİ NASIL OLACAK?), siyasi ve ideolojik eylemlerden arananları görev mahalinde saklamak (KATİLLERİ, IRZ DÜŞMANLARINI, SAHTEKARLARI GİZLEYEBİLİRSİNİZ!) (...) Aylıktan kesme cezası verilecek uygulamalar: İkamet ettiği ilin hudutlarını izinsiz terketmek (HAFTA SONU PİKİNİĞE GİDİP DE YANLIŞLIKLA İL SINIRLARINI AŞARSANIZ CEZALANDIRLIRSINIZ!); duyuruları, programları ve benzerlerini koparmak, yırtmak, değiştirmek, karalamak veya kirletmek (DUYURULARI İZİN ALMADAN DEĞİŞTİREMEZSİNİZ!)” (Sina Akşin; Radikal’den aktaran T. Demirer, S. Özbudun).

Öğrenciler için uygulanan disiplin yönetmeliği ise daha vahimdi. Son yıllarda traji-komik örneklerine sık sık rasatladığımız soruşturma terörü, her türlü yorumlanabilen ve üniversite yönetiminin herkese disiplin cezası verebilmesini sağlayabilecek esneklikte hazırlanmış disiplin yönetmeliklerine dayanmakta. Örneğin bu ülkenin üniversitelerinde “çimleri ezdikleri”, “çatıya çıktıkları”, “yasadışı müzik aletleri (!) taşıdıkları” (bu yaratıcı liste daha da uzatılabilir...) gerekçesiyle disiplin cezası alan öğrenciler eğitim görüyorlar.

YÖK’ü ve uyguladığı ağır baskı koşullarını meşrulatırabilmek için ’80 öncesi devrimci yükseliş gerekçe gösterildi. Bu gerekçelerin klasik bir örneğini buraya almanın yararlı olacağını düşünüyoruz:

“İç ve dış kaynaklı siyasi örgütlerce planlanan, devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü parçalama ve rejimi yıkma hedefi güden bu ideolojik faaliyetler, üniversite gençliğini de kullanmak suretiyle yüksek öğretim kurumlarını anarşinin yuvalandığı merkezler haline getirmeye çalışmıştır. (...) Büyük boyutlara ulaşan olaylar sonucu birkaç yıl içinde bu kurumlar, gençlerin huzur ve güven içinde milletimizin geleceği için hazırlanacakları yerler olmaktan çıkarak, sadece devlet düşmanlarının işine yarayacak, can güvenliğini tehdit edici çatışma yuvaları haline dönüşmüştür...” (Türkiye’de Yükseköğretim)

YÖK tam anlamıyla bir faşist zor aygıtı gibi çalıştı. Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, burjuvazi için YÖK, basit bir baskı aracından çok daha fazlasını ifade ediyordu. Giderek gelişen (daha fazla paranın döndüğü ve daha fazla öğrencinin kabul edildiği) yüksek öğretim, Türkiye burjuvazisi için iştah kabartıcı bir pastaydı. Kaldı ki, kapitalizmin yeni ihtiyaçlarının ifadesi olan “bırakın yapsınlar”cı yeni liberal anlayış, tüm dünyada eğitimi ve diğer tüm kamusal alanları serbest piyasa koşullarına açarak, kendilerince rekabet eşitliğini yaratmak için harekete geçmişti.

Burjuvazinin bu yeni anlayışını bütün yönleri ile destekleyen birinin yönetimindeki YÖK’ün hükmettiği üniversiteler 1980’den bu yana neoliberalizmin saldırıları ile karşı karşıya. İşte YÖK ve onun 22 yıllık “mücadele”sini bu yanıyla da kavramak, tutarlı ve sonuç alıcı bir mücadele için son derece elzemdir.

YÖK’ün yapısı ve icraatları

İcraatlarına geçmeden önce biraz YÖK’ün yapısından söz etmek gerek. Bugün YÖK Genel Kurulu’nun 15’i devlet tarafından atanmak üzere 22 üyesi bulunmaktadır. Genel Kurul dışında bir de 7 kişiden oluşan bir Yürütme Kurulu vardır. Ne Genel Kurul, ne de Yürütme Kurulu esaslı bir işlev taşımaktadır. YÖK’te tüm Yetki Yürütme kurulu içerisinden dört yıl görev yapmak üzere Cumhurbaşkanı tarafından seçilen başkanda toplanmaktadır.

Uzunca bir süre görevde kalmış YÖK başkanı İ. Doğramacı’nın ilk icraatlarından biri, üniversiteleri sakıncalı öğretim üyelerinden temizlemek oldu. Türkiye üniversitlerinde gelmiş geçmiş en büyük tasfiye hareketi olan 1402 no’lu yasa ile, 1500 kadar öğretim üyesi “sakıncalı” görüldüğü için üniversiteden uzaklaştırılmış ya da bu büyük tasfiye hareketini protesto için istifa etmiştir. Aynı dönemde üniversiteler büyük bir öğretim üyesi sorunu yaşıyorlardı. Yaşanan sıkıntıyı ifade edecek birkaç örnek vermek gerekirse;

“...1975’te kurulan İnönü Üniversitesi’nde 1980 yılına kadar sadece bir öğretim üyesi vardı. Bu öğretim üyesi de orada geçici olarak görevlendirilmiş olan rektördü. Söz konusu dönemde bu üniversiteki dersler, kentte bulanan bürokratlar ve konuk öğretim üyeleri tarafından verilmeye çalışılmıştı.”

“Cumhuriyet, Erciyes, Fırat, İnönü, Ondokuz Mayıs, Selçuk üniversiteleri ile Akdeniz, Trakya ve 100. Yıl üniversitelerini oluşturan birimlerde toplam öğretim üyesi ise sadece 85’ti.”

(Türkiye’de Yükseköğretim 1923-1998-MEB yayınları).

Bu rakamlar hem o dönem yüksek öğretimin durumunu izah ediyor, hem de tasfiye edilen 1500 öğretim üyesinin Türkiye üniversiteleri için ne ifade ettiğini ortaya koyuyor.

1985 yılında ilk vakıf üniversitesi olan Bilkent Üniversitesi kuruldu. Bilkent’i, aynı zamanda YÖK başkanı olan İ. Doğramacı kurdu. Böylelikle Türkiye’nin ilk özel üniversitesi kurulmuş, hem de devlet üniversitlerinin, deyim yerindeyse anasını ağlatan biri; YÖK başkanı tarafından kurulmuş oldu. Bilkent’in ardından yığınla kurulan bu özel üniversiteler “vakıf” kılıfında kuruluyor, güya kâr amaçlı kuruluş niteliği taşımıyorlardı. Ancak bu büyük yalanı bugün, bir yıl için onbinlerce dolar isteyen aynı “vakıf” üniversitleri bozmaktadırlar.

Kurulan bu özel üniversitlerin giderlerin %50’ye yakın kısmı devlet tarafından katkı olarak verilmekte. 22 özel üniversiteye devletin aktardığı para, sayıları 53’e ulaşan devlet üniversitelerine yapılan yardımdan daha fazladır. Devlet üniversiteleri, özellikle de taşra üniversiteleri büyük bir kaynak sıkıntısı yaşarken özel üniversitelere vergi indirimi, bedava arazi ve türlü kolaylıklar sağlanmakta.

Şimdiye kadarki birçok hükümet programında özel üniversitelerin kurulabilmesi için yasal düzenlemeler yapılması yer almış, ancak bu plan hayata geçirilememiştir. YÖK’ün ve TÜSİAD’ın hazırladığı raporlarda da bu öneri sık sık dile getirilmiş, hatta YÖK’ün ’96 tarihli bir raporunda yurtdışındaki prestijli üniversitelerin Türkiye’de üniversite açabilmeleri için yasal olanak ve maddi teşvikler yapılması önerilmiştir: “Tanınmış yabancı üniversilerin ülkemizde şube açmalarına ilişkin yasal düzenlemeler yapılmadığı takdirde, bu alanda özel radyo ve televizyonlar konusunda karşılaşılan durumun doğması muhtemeldir. Zira uzaktan öğretim teknolojileri hızla yaygınlaşmaktadır.” (Türk Yüksek Öğretimi’nin bugünkü sorunları ve çözüm önerileri, Mart 1996-YÖK)

YÖK’ün başına 1995’te getirilen Kemal Gürüz’ün yıldızı 1994 yılında hazırladığı bir raporla (“Türkiye’de Yüksek Öğretim, Bilim ve Teknoloji”) parladı. TÜSİAD için hazırlanan rapora ruhunu veren yaklaşım yine neoliberalizmdi. Raporda sunulan öneriler Türk Yüksek Öğretimi için gerçekten “radikal” önerilerdi:

“Yazarlara göre çağdaş üniversite ‘modern işletmecilik teknikleri ile yönetilen bir kurum’ (s.146) olarak düşünülmelidir ve ‘pazar ekonomisine’, ‘arz ve talep koşullarına’ uymak zorundadır. Yetiştirilecek öğrenci tipi açısından ise ‘bilgi toplumu ve küreselleşme sürecinin gerektirdiği insan gücü profili’ gündemdedir (s.29).” (Toplumsal gelişme ve üniversiteler, Taner Timur, s.544).

Gürüz başkanlığındaki YÖK, üniversiteleri ‘94’teki raporun öngördüğü biçimde birer işletmeye dönüştürmek için çalışmalarını yoğunlaştırdı. ‘96 yılında bu sefer YÖK adına hazırladıkları raporda Gürüz ve ekibi üniversitelerin en önemli sorunu olan kaynak sorununu çözebilmenin üç yolu olduğunu savundu.

İlk öneri, yüksek öğretimin, ihtiyaçları olana burs verilmesi kaydıyla, paralı hale getirilmesiydi. Bu yaklaşım uzunca bir süreden beri hazırlanan bir takım yasa tasarılarında yer aldı. Son yıllarda yapılan “yüksek öğrenim reformu” tartışmalarında da hep bu argüman; ihtiyacı olan herkese burs sağlamak, gündeme getirildi, savunuldu. Bu kadar saçma bir savununun toplumda meşru görülebileceğini düşünmek, Gürüz’lerin ve yeni liberal rektörlerin en aptalca hayalleri olsa gerek. Bu aptal argümanı destekleyen temel savunu ise sözümona eşitlikçi bir anlayışa dayanıyor.

Gürüz’ler “Eğitimi neden tüm toplumdan alınan vergilerle finanse edelim ki? Bırakalım parası olanlar eğitimin finansmanına daha fazla yardımcı olsunlar” diyor. Bir neoliberal için bu ne yaman eşitlikçilik! Kapitalist sömürü düzeninin çelişkilerini kullanarak neoliberal saldırıları meşrulaştırma çabaları yeni değil. Toplumsal eşitliği ya da adaleti yasalar ve vergi ödemeleri üzerinden kuran bu anlayış, yarattığı yanılsama ile üretim ilişkilerindeki eşitsizliğin ya da adaletisizliğin, dahası çıplak artı-değer sömürüsünün üzerini örtebileceğini düşünüyor.

Eğer bu “düzen içinde” eşitlikçi bir anlayıştan söz edilecekse, neden bu eşitlik daha zenginden daha fazla, daha yoksuldan daha az vergi alınarak sağlanamasın? Böylelikle eğitimin ya da diğer kamusal hizmetlerin parasız olması ne onların yoksullar tarafından finanse edilmesi anlamına gelecek, ne de buradan kaynaklanan bir adeletsizliğe yol açacaktır.

Burs meselesine gelince; burjuvazinin hayırsevelerliği dillere destandır. Daha yeni, Afrika kıtasındaki “aç” ülkelerin borçlarının bir kısmını silmeye bile yanaşmadılar mı? Yoksa dört-beş “ileri” ülkenin köpek maması harcamaları ile açlıktan ölen milyonlarca çocuğun yaşamının kurtarılabiceğini mi söylüyorsunuz? Hayır, eli açık burjularımıza haksızlık etmeyin, daha geçenlerde kolunu makinaya kaptıran bir çocuk işçinin -kaçak çalıştırıldığı için- bizzat patronun şefkatli kolları arasında özel bir polikliniğe götürlüdüğünü de mi duymadınız?

Gürüz’ler kimi kandırıyor, burjuvazinin yoksul öğrencilere “karşılıksız” burs verebileceğini kim iddia edebilir? Onların karşılıksız bursları, ilk başarısızlığınızda ya da onun hakimiyetine ilk karşı çıkışınızda kesilir. Öğrenciler için burs zincirsiz pranga demektir. Bugün özel üniversitelerde öğrenim gören “burslu öğrenciler”in durumu ne demek istediğimizi kolaylıkla anlatacaktır. Yanıbaşınızda “parasıyla değil mi, bu dersten geçireksin” diyenler, size “burslu” olduğunuzu öğrendiklerinde küstahca davrananlar... Gürüz ve diğerlerinin eşitlik anlayışı gerçekten göz kamaştırıcı!

İkinci öneri; denetim şartı ile özel ve yabancı üniversitelerin kurulmasına izin verilmesi idi.

Üçüncü ve son öneri ise; üniversitelerin kaynak yaratmalarının teşvik edilmesi, yani üniversitenin birer işletme gibi yatırım yapabilmesi, elindeki kaynakları nemalandırabilmesi (faizlendirebilmesi).

Görüldüğü gibi bu üç öneri de üniversitelerin kapılarını emekçi çocuklarının suratlarına kapatacak, üniversiteleri sermayenin arka bahçesi, birer ucuz (ucuz olmasının nedeni toplum tarafından finanse edilmeleri) AR-GE kurumuna dönüştürecek. YÖK ve çeşitli üniversite çevleri, rektörler ve bazı öğretim üyeleri, üniversite ve sermayenin işbirliğini kutsal bir ittifak gibi sunmaya çabalıyorlar. Yeni “girşimci üniversitenin” olmazsa olmazı haline gelen üniversite-sermaye işbirlirliğinin gerçekleştiği alanlar olan teknokent ya da teknoparklar, giderek “her üniversiteye lazım” kurumlaşmalar haline geliyorlar.

YÖK ve iktidar

YÖK ve siyasal iktidarlar arasında hiçbir dönem esaslı bir çatışma yaşanmamıştır. Bunu söylerken, kurulan hükümetlerin belirleyici herhangi bir hükmü olmadığını, gerçek iktidarın MGK veya TÜSİAD gibi burjuva çıkarlarının savunuculuğunu üstlenmiş örgütlerin elinde olduğunu gözönünde bulundurarak söylüyoruz. Son dönem yaşanan çeşitli gerilim ve çatışmalar ise YÖK ile hükümet arasında görünse de daha farklı tarafları olan, farklı bir çıkar savaşıdır. Bu konu Ekim Gençliği’nde enine boyuna tartışılacağından burada yalnızca değinmekle geçiyoruz.

‘90’larda kurulan her hükümetin programında yüksek öğrenimde bir reforma ihtiyaç duyulduğu, YÖK’e dair toplumda oluşan çeşitli tepkilerin haklı yanlar taşıdığı ve YÖK’ün daha esnek bir yapıya kavuşturulacağı sözü verilmiş ancak, dişe dokunur herhangi bir değişiklik gündeme bile gelmemiştir. Gündeme getirilen birtakım öneriler ise bizzat YÖK tarafından hazırlanmıştır. Tıpkı Ecevit hükümeti döneminde gündeme gelen “reform” çalışmalarında olduğu gibi.

Her değişiklik önerisi farklı isimler ve iddialar taşısa da hep aynı mantıkla hazırlandı. Hatta, tıpa tıp aynı düzenlemeler öngörüldü. Bugünlerde YÖK’ün kızılca kıyameti kopardığı yeni yasa taslağının en kritik maddeleri, yukarıda sık sık başvurduğumuz ’96 tarihli YÖK raporunda da var. Örnek mi?

“Madde 56- İşletme hesabı:

a. Üniveriste ve yüksek teknoloji enstitülerinde rektörlüğe bağlı bir işletme hesabı kurulur. İşletme hesabının başlıca gelir kaynakları ilgili üniversite veya yüksek teknoloji enstitüsünün bütçesinin transferler tertibinde yer alan ve her yıl Maliye Bakanlığı’nca uygun görülen aylarda iki eşit taksit halinde ilgili işletme hesabına ödenen miktarlarla katkı payları ve öğrenim ücretleridir.” (Türk yüksek öğretiminin bugünkü durumu, sorunları, çözüm önerileri, s.78)

Hatırlanacak olursa, bundan önce hazırlanan tüm yasa tasarıların bu madde, hem de aynı isimle ve aynı içerikle, mevcuttu. Bugün tartışma konusu edilen yeni taslakta da bu madde aynen mevcut. Dolayısıyla üniversitenin birer “işletme”ye dönüştürülmesine kimsenin bir itirazı yok.

YÖK, bırakın iktidarla bir takım çatışmalar yaşamayı, siyasal iktidarın koruyuculuğu ve bekçiliği görevini üstlenmiştir. 28 Şubat sürecinin en aktif kurumlarından biridir YÖK. Siyasal islama karşı başlatılan savaşın üniversiteler cephesini büyük bir “başarı” ile örgütleyen YÖK, göz doldurmuştur. Benzeri bir “başarıya”, Ermeni sorunu üzerine “Türk Tezini doğrulamak” için üniversitelere araştırma yapmaları yönünde yönergeler göndererek imza atmıştır. Yunanistan ile yaşanan “Kardak krizi”nde üniversite senatolarına, Yunanistan ile akademik ilişkileri askıya almaları yönünde baskı uygulamış ve müsbet sonuçlar almıştır.

YÖK’ü tarihin çöp kutusuna yollamak için!

YÖK, Türkiye burjuvazisinin çıkarlarının zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Çeşitli dönemlerde YÖK adı ve işlevi değişebilir; ancak temel amacı, burjuvaziye hizmet etmek, onun değişmez özelliği olarak kalacaktır. Bugünkü “reform” çabalarına bakarken kılavuzumuz bu yaklaşım olmalıdır.

Ne YÖK, ne YEK ne de başka herhangi bir “koordinasyon kurulu” bizim sorunlarımızı çözüme ulaştıramayacaktır. Üniversitlerin yalnızca devletten değil, burjuvaziden de özerk hale gelmeleri, parasız, bilimsel ve demokratik bir eğitim için çürümüş kapitalist düzenin aynası olan YÖK’ü yok etmek gerekiyor.

Ancak sinekleri yok etmek için bataklığı kurutmanın şart olduğunu; işçi sınıfı ve emekçi kesimlerin çıkarları, yani insanlığın gerçek çıkarları için bilim üretebilmenin tek yolunun bir toplumsal devrim olduğunu aklımızdan hiç çıkarmadan!



K. Gürüz’ün Kemalizm aşkı...

“Üniversiteniz kütüphanelerine gençliği aydınlatacak Anayasa, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi, Atatürk ilkelerine muhalif ideolojik akımların felsefi temellerini eleştiren temel kitapların sağlanması, Atatürk ile ilgili tüm konuların, günümüz sosyal, kültürel, ekonomik ve dış politika konularıyla ilişkilendirilerek işlenmesi, somutlaştırılması ve çağdaş sorunların çözümüne de kaynaklık yaptığının genç kitlelere inandırılması, ülke gençliğinin tamamının devletimizin temel felsefesi doğrultusunda siyasi eğitimden geçirilmelerini sağlayacak örgün ve yaygın eğitim imkanlarının planlanarak uygulanması (...), gençliğe yönelik siyasi bilinçlendirme ve örgütleme faaliyeti yürüten öğretim ve idari kadro personeline karşı özel tedbirlerin (tayin, disiplin uyulaması gibi) uygulanması...”

(Üniversitelere gönderilen K. Gürüz imzalı bir tebligat, aktaran T. Demirer, S. Özbudun)



Bir YÖK üniversitesi klasiği...

“Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ)’ünde okuyan 30 Uluslararası İlişkiler Bölümü (abç) dünya coğrafyasından habersiz! Prof. Türkkaya Ataöv’ün son sınıf öğrencilerine uyguladığı sınav, yüksek öğretimin kalitesinin ne kadar düştüğünü ortaya koyuyor. Bir yıl süreyle Kıbrıs’taki DAÜ’ünde Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanlığı yapan Ataöv sınavı, çoğu “şeref listesi”nde yer alan 30 öğrencisine uygulamış...

“Prof. Ataöv sınavı şöyle anlatıyor: ‘Öğrencilerimin dünyadan habersiz olduğu duygusuna kapıldım. Avrupa, Ortadoğu ve Asya haritalarından sınırları ve isimleri sildim. Öğrencilerden uygun yerlere devletlerin adlarını yazmalarını istedim. Şimdi çoğu mezun olan öğrencilerin yanıtlarını görünce saçlarım diken diken oldu: Yunanistan’ın yerini bilmeyen öğrenci sayısı 11. Üç öğrenci Avusturalya’yı Avrupa’da sanıyor. Bir kişi (Türkiye de dahil) hiçbir ülkenin yerini bilmiyor. Bir kişi de Asya’da (Türkiye de dahil) tek bir ülke adını yazamamış... Biri Türkiye’nin üzerine ‘Yemen’ yazmış. Sri Lanka’nın Kıbrıs olduğunu, Suudi Arabistan’ın Mısır olduğunu düşünüyor. Almanya’yı Batı Akdeniz’e , Rusya’yı Batı Avrupa’ya taşıyanlar, Karadeniz’i Banglade sananlar bile çıktı... Kuzey İtalya’nın Arnavutluk olduğunda ısrar edenler, Japonya’nın Çin’de yer aldığını, Afganistan’a da Kuzey Avrupa’yı uygun görenler vardı...’”.

Radikal, 1 Ağustos 1999’dan aktaran T. Demirer, S. Özbudun: Eğitim: Ne için?, Üniversite: Nasıl?, YÖK: Nereye?