F tipi hayat
Yazalı iki yıl olmuş. Değişen bir şey yok. Hayatımızın ortasına kurulmuş vahşet yatağı hayatları yutmaya devam ediyor. Devlet zulmünün son mimari zaferi. Artık hiç yokmuş gibi unutmak istediğimiz, nerede konusu açılsa kulaklarımızı kapatıp sertçe başımızı çevirdiğimiz F tipi hücreler. İçinde usulca ölüme kayanların o korkunç tabutluklarda nasıl yaşandığını merak eden insan kalmadı mı? İçeridekilerle birlikte dışarıdakilerin de ustaca tecrit edilmiş olduğunu gösteriyor olabilir mi bu ölümüne kayıtsızlık?
Cumhuriyet tarihinin görmüş olduğu en zarif ve en acımasız Adalet Bakanının hırstan gözü dönmüş bir tur operatörü gibi F tipi cezaevlerine toplu geziler düzenlediğini unutmadık. Henüz kan bulaşmamış temiz hücrelerin kapılarını, orasına burasına çiçekler yerleştirip sevgili basın mensuplarına açtığı günler geride kaldı. O furyada yayımlanmış fotoğraflar, uzak, âdetleri farklı bir dünyadan görüntüler olarak unutuluşa postalandılar. Oysa o hücreler artık dolu. Gözden ırak, insanlık ülküsünden arındırılmış hayatlar, büyük planın bir parçası olarak yaşatılıyor oralarda. Sessizliğimiz, onayımız oldu.
Zaten sayın Bakanın konuyu tartışırken kullandığı soğukkanlı dili ve genel nezaketi, kararını çoktan vermiş bir muktedirin kan dondurucu inadını yansıtıyordu. Uzlaşmaya asla gönlü yoktu.
Edepsiz bir bilgenin aforizmasını hatırlatıyordu: Nezaket, iletişimsizliğin sanat için sanatıdır.
Tarihin belki en kıyıcı alayıyla Hayata Dönüş Operasyonu adı verilen kanlı müdahalenin içyüzü her ne kadar aydınlatılsa da hak edenler cezalandırılamıyor işte. Resmi tarih, devletin bu karanlık girişimini örtbas etme çabasından vazgeçmiyor.
Hatırlatalım: 19 Aralık 2000 tarihinde, yurt çapında 19 cezaevine yönelik düzenlenmiş olan operasyonlarda, Bayrampaşada 12, Ümraniyede ise sekiz mahkûm ateşli silah yaralanması, gaz zehirlenmesi ve yanma nedeniyle hayatını kaybetmişti. Ümraniyedeki iki tutuklunun diğer mahkûmlar tarafından yakılarak öldürüldüğü, yine Ümraniyede bir askerin diğer askerlerin açtığı ateş sırasında vurulduğu anlaşılmıştı.
İlk tazminat davasının sonuçlanışını, mart ayının sonunda Ahmet Şıkın haberiyle öğrenmiştik. İstanbul 2. İdare Mahkemesi, Bayrampaşa Cezaevinde, Hayata Dönüş Operasyonunda askerler tarafından öldürülen Murat Ördekçinin ailesinin İçişleri ve Adalet Bakanlığına açtığı davada, söz konusu bakanlıkları suçlu bularak 109 milyar lira tazminat cezası ödemeye mahkûm etme kararını oy birliğiyle almıştı.
Hayata Dönüş Operasyonuna katliam dedik diye almış olduğumuz ceza da böylelikle yanımıza kâr kaldı.
Ama burada bitmiyor elbet. Yine ancak BİAnet.orgun Mehmet Zarif imzalı haberinden izleyebildiğimiz gelişme devletin evlatları arasından kimi seçip kayırdığını aşikâr ediyor. Operasyonlardan sonra hayatını kaybeden mahkûmların aileleri, operasyona katılan askerler hakkında kasten adam öldürmek suçlamasıyla suç duyurusunda bulundu. Bayrampaşa ve önce Üsküdar, sonra Ümraniye cumhuriyet başsavcılıklarınca yürütülen hazırlık soruşturması, aradan geçen 41 aya rağmen hâlâ sonuçlandırılamadı.
Bu davanın seyri, bir ibret belgesi olarak hangi hayata döndürüldüğümüzün özeti olacaktır.
Ne bilgi var ne belge!
Suç duyuruları üzerine başlatılan soruşturmada savcılıklar, Bayrampaşa operasyonuyla ilgili İstanbul İl Jandarma Alay Komutanlığından; Ümraniye ile ilgili de Gebze İlçe Jandarma Komutanlığından operasyona katılan görevlilerin isimlerini istedi. Söz konusu askeri kurumlar, çok şaşıracaksınız ama, savcılıkların talebine her seferinde ellerinde bilgi ve belge olmadığı cevabını verip sonunda canları sıkıldığında kendi personelinin operasyona katılmadığı cevabıyla işi kestirip attı. Bu mercilere kalırsa kendi askeri personeli operasyon sırasında sadece çevre güvenliği ve operasyon sonrası sevklerle ilgili görev yapmıştı ve suç duyurusuna konu olan operasyon timi Ankara Jandarma Komanda Özel Asayiş Komutanlığı emrine bağlı askerlerdi. Ancak bu kişilerin kimliklerine ilişkin bilgiler sadece ilgili komutanlıktan öğrenilebilirdi. Bunun üzerine savcılıkla. K. Ö. A. Komutanlığına aynı talepte bulundu. Cevaben komutanlık, yine şaşıracaksınız, ama operasyona katılan personel ile ilgili bilgi ve belge elde edilemediğini belirtti. Savcılık bunun üzerine, Olayın önemi dikkate alınarak, operasyon sırasında görevli birlik komutanı ile de irtibat kurulmak suretiyle ilgili görevlendirilme dosyasının araştırılarak, kayıtlardan operasyonlara katılan tüm görevlilerin açık kimlik ve adreslerinin tespiteimesi rica olunur metniyle yeniden talepte bulundu. Hâlâ ne şaşırıyorsunuz, bu talebe de yanıt alınamadı. Savcılıklar dava açabilmek için görevli personelin isim listesine ulaşmak için çırpınırken, operasyonlar jandarmanın idari görevi sırasında olduğu için yasa gereğince İstanbul Valiliğine de soruşturma izni için başvuruda bulundu. Dönemin Valisi Erol Çakır, lafı hiç dolandırmadı. 2003 A&urren;ustosunda, Şikâyetlerin asıl amacı devletin otoritesine karşı bir başkaldırı ve güvenlik güçlerini yıpratma amacı taşımaktadır gerekçesiyle soruşturma izni verilmediği kararını savcılıklara iletti.
Valiliğe inceden uyarı
Savcılık, operasyona katılan jandarma görevlilerinin kimliklerinin tespit edilemeyip ifade ve savunmalarının alınmadan karar verildiğini belirterek valiliğin kararına itiraz etti. İtiraz metninde, bu bir hukuk devletiyse, valiliğe inceden haddi de bildiriliyordu: Olayın önemi ve özellikleri gereği delillerin takdir ve değerlendirmesinin adli mercilere ait olması gerekir. Görevin ifası sırasında silah kullanılması şartlarının bulunup bulunmadığı, silah kullanma yetkisinin aşılıp aşılmadığı takdiri de adli mercilere aittir. Bu nedenle valiliğin kararının iptal edilerek soruşturma izni verilmesi talep olunur. Altı aydır bu itiraza da bir yanıt gelmiş değil. Savcılığın güvenlik güçlerini yıpratma ve devlet otoritesine başkaldırma yolunda asla geçit verilmeyen çabaları sürerken Eyüp Savcılığına bir ihbar mektubu geldi. Ali Er imzalı mektup vicdandanouml;z ederek başlıyordu. Kendisi de bu operasyonlarda görev almıştı ve operasyonu bizzat yöneten ve tüm cezaevlerinde ölüm emirlerini veren baş failin albay Burhan Ergin olduğunu açıklıyordu. Burhan Erginin şimdi Diyarbakırın Silvan ilçesinde görevli olduğunu, daha önce de Ankarada Jandarma Özel Asayiş Komutanı olarak görev yaptığını da belirtiyordu.
Eyüp Savcısı, sözlü ifadelerine başvurmak için ihbarcılara davetiye gönderdi. Ama belirtilen adreste, doğal olarak Ali Er adlı birisi bulunamadı.
Savcılık Diyarbakır Başsavcılığına gönderdiği yazıda da operasyon sırasında Ankara Jandarma Komando Özel Asayiş Komutanlığı Birliğinin komutanı olarak görev yapan Burhan Erginin savunma yapmak istemesi durumunda, delillerin sunulması, operasyona katılan birliğine mensup diğer görevlilerin kimlikleri ile ilgili dokümanların sorulması, nüfus cüzdanı örneğinin temin edilip gönderilmesini istedi.
Şimdilik, bu noktadayız.
F tipi cezaevlerine ölüm orucuyla direnenlerden kaybettiklerimizin sayısı 110. Adalet bakanı Cemil Çiçek, bir cezaevi ziyareti sırasında kendisine sorulan bir soruya karşılık, Cezaevi sözü içime dokunuyor. Buralar konukevi demişti. Her gün şefkatli devletin o konukevlerinden mektuplar geliyor. O cehennemlerde yaşatılanlar, yılmadan duyurmaya çalışıyorlar seslerini. Ama onlar öldüklerinde gazetelerde haber olamayanlar. Öldürüldüklerinde katillerinden hesap sorulamayanlar.
Biz dışarıdakiler, çoktan hayata döndürülmüşüz. Kendi hücrelerimizde müebbet körlük. Vicdanımız çoktandır görüşe gelmiyor.
Yıldırım Türker
(Radikal, 24 Mayıs 04)
Önce Parçala Modeli: BOP
Artık her yer bir cephe. Hepimiz Washingtonda, New Yorkta,
İstanbulda, Madridde, Özbekistanda bu savaşın ön saflarındayız.
Richard Myers
Richard Myers herhangi biri değildi. ABDnin Genelkurmay Başkanı, yani Ortadoğuyu yeniden biçimlendirme projesinin başkomutanıydı. Dolayısıyla, her cümlesi dikkate alınması gerekirdi.
Ne var ki, Myersın Ortadoğudaki savaşta Türkiyenin de yerini gösteren bu sözleri Türk basınında pek ses getirmedi. Hem de Türkiyenin, ABD ile ilişkilerini NATOdaki konumu nedeniyle evlilik birlikteliğine benzetmesine rağmen!
Oysa Myers, Türk-Amerikan Konseyinde yaptığı konuşmasında savaşın Irakla sınırlı olmadığını... Washingtondan Özbekistana kadar uzanan savaş alanında Türkiyenin ABDnin yanında yer alacağı bir ilişkiden söz ediyordu.
Tabii ki burada sözü edilen savaş pastasından Türkiyeye düşecek pay değil, nihai hedef doğrultusunda Türkiyeye biçilen görev ve fedakârlık alanı! Açıkçası, bazılarının sandığı gibi Musul petrolleri, Ortadoğuyu yeniden yapılandıracak ihaleler değil!.. Nihai hedef olan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) için Türkiyenin katacakları!!
Malum BOP dediğiniz, Ortadoğuyla sınırlı bir proje değil. Petrol, enerji ve doğal kaynak alanları ile verimliliği yüksek tarım alanlarının bulunduğu geniş bir alanı kapsamakta. Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, İran, Mısır, Kuzey Afrika ülkeleri, Kafkasyayı da içeren bir alan bu.
Ne var ki, bu alanda yer alan ülkelerin Müslümanlık dışında ortak özellikleri pek yok. Kimi Türk Cumhuriyetlerinde olduğu gibi yeni kurulmuş, kimi emirlikler halinde yönetilmekte, kimisi de II. Dünya Savaşı sonrasında bağımsızlık kazanmış geçmişin sömürge ülkeleri.
Dikkat ederseniz, hepsi de demokrasinin kurumsallaşmadığı ülkeler. Dolayısıyla, parçalanarak ve küresel sürece uygun şekilde yeniden kurulmaları mümkün!
İş ki bu ülke halkları buna rıza göstersin!! Demokrasi geleneğine sahip olan toplumlar da bu rızayı onaylasın!
Yani? Ulus devletin ülke kaynaklarını toplumun çıkarları doğrultusunda kullanmak ve kullandırmak yetkisini piyasa ekonomisine devretmesine karşı çıkmasın!. Başka deyişle, kendi payından vazgeçmeye rıza göstersin!
Rıza yaratmak kolay mı?
BOP haritasına giren ülkelerde bu yetki devrinin nasıl işleyeceği artık herkesçe malum. Başta enerji olmak üzere ülke kaynaklarının özelleştirmeyle ulusötesi sermayeye devri; devretmeyeninkine de el konulduğu bir model bu.
Bazen Taliban yönetimindeki Afganistan örneğinde olduğu gibi baskıcı yönetimlerin toplumun ekonomik, sosyal ve kültürel kazanımlarını yok etmesine göz yumulur ve... Durum ne kadar vahim olursa olsun ülkenin paylaşımındaki yeri netleşinceye kadar müdahale edilmez.
Örnek mi? II. Petrol Boru Hattı Projesiyle kuzeydeki petrolün Hint Okyanusuna Afganistan üstünden aktarımının daha güvenli ve düşük maliyetli olacağının kesinleşmesiyle birlikte Afganistana terör bahanesiyle el konulması!
Bazen de Filistin-İsrail örneğinde olduğu gibi, petrol bölgesinin temizlenmesi görevini sistemin ajanları üstlenir. Ajan ülke, sürekli saldırı yöntemiyle hem karşı tarafı paylaşım alanında yaşatmaz. Hem de komşulara örnek oluşturmasını önler.
Irak örneğinde olduğu gibi, eğer ülke dünyanın en yüksek petrol rezervine sahip ikinci ülkesiyse.. önce diktatörler yaratılır. Diktatör ülkede iş, eğitim, sağlık gibi temel sorunları çözse de etnik gruplara yönelik şiddet uygulamalarıyla parçalanma sürecine zemin hazırlar. Örneğin ABD, Saddamın 1988 Halepçe, 1990 Kuveyt saldırılarına önce göz yummuş, sonra da... Her iki saldırıyı 1991 Körfez Savaşı ve 2003te başlayan Irakı işgaline bahane eylemiştir.
Dikkat ederseniz, her üç örnek de petrol üretim ve dağıtım alanında olan İslam ülkelerinden. Bu ülkeler için petrol, ABD gibi kapitalizmin egemenleri karşısında en temel pazarlık gücünü oluşturmakta. Bu yüzden de rızalarını almak kanlı oluyor!!.
Bu ülkelerde İslam, sadece dini değil, yaşamın tüm alanlarını biçimlendirmekte. Dahası, çoğu ülke halkı için kapitalizme karşı bir duruşun simgesi. Bu açıdan, BOPun geleceği için bir tehlike. Öte yandan, mezhep ve tarikatların egemenliği ulusal hareketleri engellediğinden BOPun önünü açmakta.
İşte size, İsrailin Filistini bombalamasını protesto edenlerin Iraktaki işkence ve katliamlar karşısında sessiz kalmasının nedeni!
Türkel Minibaş
(Cumhuriyet, 24 Mayıs 04)
|