Geçtiğimiz haftalarda Irakta Ebu Garip zindanında emperyalist işgalcilerin yaptığı işkenceler ortaya çıktı. Fotoğraflar insani kimliğini yitirmemiş herkeste derin bir öfkeye yolaçtı. Yapılanlardan tiksinmek, öfke duymak son derece insani bir duygu. Ama bu öfkeyi tepkiye dönüştürmemek, hiç de kabul edilebilir bir durum değil. Yazık ki ülkemizde bu durumla sıklıkla karşılaşıyoruz.
Ebu Garipte yaşananların hiç de tekil bir olay olmadığını Ulucanlardan, 19 Aralık katliamlarından biliyoruz. Kapitalist-emperyalist sistem her yerde benzer zulmü uyguluyor. ABDnin işkence üssü olan Guantanamoda da farklı şeyler yaşanmıyor. İngiltere zindanlarında yaşanan zulüm, O da bir ana filminde kısmen gözler önüne serildi. Almanyada RAF önderleri hücrelerde katledildiler. Kısaca, dünyanın neresine bakarsak bakalım, sömürü sisteminin varolduğu her yerde işkence ve katliamlarla karşılaşırız.
Bugün hala sürdürülen Ölüm Orucu Direnişinde 112 şehit verildi. 19 Aralıkta 28 devrimci tutsak katledildi. Sermaye devletinin hayata dönüş operasyonundan sonra, sermaye medyasından binbir türlü yalan haber yansıdı. Bunlardan biri feda eylemlerinin birilerinin emriyle gerçekleştirildiği yönündeydi. Böylece ölümleri devrimcilere maletmek istediler. Oysa Bayrampaşada bayanlar koğuşunda kimyasal silah kullanarak 6 devrimci tutsağı diri diri yakan devlet güçleridir. Ümraniye zindanında şehit düşen Ahmet İbilinin ölüm nedeni feda eylemi değil sermaye devletinin mermileriydi. Ulucanlar katliamı ise ürpertici bir vahşetle gerçekleşti. Ümit yoldaş Abuzer ve Zaferle birlikte mermi yarasıyla ilk şehit düşenlerdendi. Buna rağmen vücudu darp izleriyle doluydu. İsmet Kavaklıoğlu ise tanınmayacak hale gtirilmişti. Diğer şehitlerin durumu da farklı değildi. Yani işbirlikçi işkenceciler efendilerinden aşağı kalmaz bir vahşet sergilemişlerdi.
İşkence ve katiam sömürücülerin kendi sistemlerinin bekası için uyguladığı bir vahşettir. Peki bu vahşet engellenemez mi?
Gerek dünyada gerekse Türkiyede vahşete sessiz kalınması vahşeti yapanların pervasızlaşmasına yolaçıyor. Vahşet şiddetlenerek devam ediyor. Türk askerlerinin kafasına çuval geçirildiğinde Dışişleri Bakanı A. Gül ABD için, büyük devlet özür dilemez demişti. Ama aynı büyük devlet Ebu Garib olayları karşısında özür diledi. Iraktaki direniş ve tepkiler nedeniyle bunu yapmak zorunda kaldı. Çok sayıda savaş esirini bırakıp, Ebu Garibi yeniden inşa edeceklerini açıkladılar.
Bugün ülkemizde hücre tipi zindanlarda, yeni yasayla tek tip elbise ve zorla çalıştırma uygulaması hedefleniyor. Yanısıra ölüm orucu ve açlık grevini cezalarla engelleme, dahası zorla müdahaleyi yasalaştırma planları yapılıyor. Diyarbakırda sessiz sedasız açılan D tipi ile tabutların her yere yayılması, planın diğer yanı.
Sermaye devleti F tipi hücrelerle devrimci tutsakları teslim almayı amaçlamıştı. Ne var ki tutsakların ölümüne bir kararlılıkla sürdürdükleri direniş karşısında amacına ulaşamadı. Ama sermaye devletine cesaret veren nesnel bir durum var; dışarıdaki sessizlik.
Zindanlarda şimdi daha kapsamlı bir saldırıya geçilecek. Bu, aynı zamanda, sermaye devletinin yeni ölümleri göze aldığını gösteriyor. Ebu Garib zindanında yaşananlardan yola çıkarak karşılaştırma yaparsak, orada büyük veküstah ABDye özür dileten, işkenceye karşı yükseltilen seslerdi. Burada vahşi saldırılara fırsat veren ise, tecride ve işkenceye sessiz kalınmasıdır.
Siyasal bir kimliği olsun olmasın, insanlık onurunu önemseyen herkes hücre işkencesine karşı olmalıdır. Ama karşı olmak tek başına yetmiyor, sesimizi de yükseltmek gerekiyor. Bunun yapılabilmesi için de öncelikle dışarıdaki hücrelerin parçalanması gerekiyor. Dışarıda hücresine hapsolmuş, kendi çalışma ve yaşam koşullarını düzeltmek için mücadele etmeyen birinden, içerdeki hücreleri yıkmak için mücadele etmesi zaten beklenemez. Dışarıdaki hücreyi parçalamak için mücadele eden biri ise, dolaysız olarak içerideki hücrelerin parçalanması için de mücadele ediyor olacaktır.
İstanbulda yapılacak NATO Zirvesine karşı güçlü bir ses olmak, dışardaki hücremizi parçalamak için bir ilk adım olacaktır. Bu adım başta Irak halkı olmak üzere, Ortadoğu halklarıyla dayanışmak anlamına gelecektir. Aynı zamanda içerdeki hücreleri parçalamak için de atılmış bir adım olacaktır.
Sömürü düzeni Türkiyede ve dünyada her cepheden saldırıyor. İşçi ve emekçiler de her cepheden hazırlanarak karşı saldırıya geçmelidir. Vahşete, işkenceye ve ölümlere sessiz kalmaya son vermek için daha fazla geç kalınmamalıdır. Ses olmalı, çığlık olmalı, birleşerek sömürüyü alteden güç olmalıyız!
Ceza ve Tedbirlerin İnfazı Hakkında Kanun Tasarısını AKP hükümeti bu yılın sonunda yasalaştırmak istiyor. Bu tasarı 2003 ortalarında Meclis Adalet Komisyonuna geldi ve bugüne kadar bekletildi. Bekletilme nedeni başta ABye uyum yasaları olmak üzere diğer saldırı yasalarıdır. Şimdi hükümet bir an önce bu tasarıyı yasalaştırmak istiyor. Ne yazık ki, sınırlı da olsa başta İHD olmak üzere, tutsak yakınları ve ilerici-devrimci grupların dışında en küçük bir hareketlilik yok.
Bu süreçte NATO Zirvesi gündemde. Irak ve Filistinde kitlesel katliam ve yıkımlar ile işkence öne çıkmış durumda. En liberalinden en radikaline kadar siyasal yapılar bu sürece kilitlenmişken, bizler zindan sorununa dikkat çekiyoruz. Elbette emperyalist saldırı örgütü NATOnun İstanbulda 28-29 Haziranda yapılacak olan zirvesi önemlidir. Ama ülkede yaşanan diğer sorunlar da gözardı edilmemeli, sorunlara bütünlüklü bakılabilmelidir. Eğer ABD emperyalizminin Irakta esirlere işkence uygulaması açığa çıkmış ve bir tepki görmüşse, kendi topraklarımızdaki zindanlarda siyasi tutsaklara uygulanan sistematik işkenceye de tepki gösterilmelidir. İnfaz yasası herşeyden önce tutsaklara teslimiyeti dayatmaktadır. Tecrit içinde tecrit uygulaması yasallaştırılmak istenmektedir.
Devrimci tutsaklar kendi cephelerinden bu saldırıya asla boyun eğmeyeceklerini açıkladılar, bedeli ne olursa olsun karşı duracaklarını kamuoyuna duyurdular. F tipi hücrelere karşı başlatılan Ölüm Orucu eyleminde 112 tutsak hayatını kaybetti. Yüzlercesi geri dönüşü olmayan rahatsızlıklara maruz kaldı. Devletin devrimci tutsakları bu yasa tasarısı ile teslim alamayacağı ortadadır. Fakat asıl sorun dışarısıdır. Sadece siyasi tutsakları sahiplenmek değil, tüm topluma giydirilmeye çalışılan bu kefeni yırtmak, parçalamak gerekiyor. Tüm ilerici ve devrimci kesimlere düşen görev ve sorumluluk, başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçi kesimlere sermaye devletinin saldırı planlarını infaz yasası ile birlikte ele alıp anlatmak ve mücadeleyi yükseltmektir.
Ülkemizde zindan gerçeğine karşı yapılan eylem ve etkinlikler ne yazık ki çok sınırlı. Somut olarak İzmirden sözedecek olursak, 04 Nisanı ortasında başlayan bir kampanya yürütüldü. Tecritten bir tuğla da sen sök kampanyası ekseninde dosya dağıtımından basın açıklamalarına kadar başlatılan eylemler sürüyor. 29 Nisanda basın toplantısı ile start verilen kampanya ekseninde 6 Mayısta Kırıklar F tipi hapishanesi önünde eylem, 21 Mayısta Buca Hapishanesi önünde ve 29 Mayısta tek tip elbiseye karşı yürüyüş ve basın açıklaması yapıldı. Kemeraltı girişinde infaz yasa tasarısı geri çekilsin imza kampanyası üç gün devam etti. Panel ve diğer etkinliklerle sürece devam edilmesi planlanıyor. Her ne kadar katılım istenilen düzeyde olmasa da, İHD, ÇHD ve tutsak yakınları alanlara çıkarak sesleriniduyurmaya çalışıyorlar.
Diğer gelişmelerle birlikte zindanlara yönelik saldırılara karşı yapılan eylem ve etkinliklere katılmanın ötesinde, bu saldırıya karşı işçi sınıfı ve emekçileri duyarlı hale getirmek için tüm gücümüzle çalışmalıyız. İçerdeki ve dışardaki tecridi parçalamanın başka yolu bulunmuyor.