Ülkemizde ABye uyum yasaları üzerinden bol bol demokrasi rüzgarları estiriliyor. Yapılan düzenlemeler ABye uyum çerçevesinde olduğu halde, bizim ihtiyacımız olduğu için yapıldığı iddia ediliyor.
10 maddelik anayasa değişikliği ile DGMler kaldırıldı. Yerine, aynı hakim ve savcıların özel yetkilerle donatıldığı, Hakim ve Savcılar Kurulunun denetiminden uzak tutulan Ağır Ceza Mahkemeleri kurulacak. Yani değişen bir şey olmayacak.
Bu değişiklikler çerçevesinde, polisin temel görev alanlarını ve yetkilerini düzenleyen kanunlarda da değişiklik yapılıyor. Gözaltına alındığınızda artık gerekçesini polis açıklayacak. Haklarınızı bir bir anlatacak, özel hayatınızın gizliliğine saygı gösterilecek. Konut dokunulmazlığı en tabii hakkınız. Avukat isteyebileceksiniz. Zora ve baskıya dayanan ifadeler, geçersiz sayılacak. Susma hakkını kullanabileceksiniz...
Ne kadar demokratik görünüyor değil mi? Ama bunların hiçbiri yeni değil ki. Hepsi kağıt üzerinde zaten vardı. Ama bunların hiçbiri kolluk güçlerinin zorunlu kaldıkları durumlar dışında uygulanmadı. Tıpkı işkencenin yasak olması gibi! İşkence yasak ve suç. Ama Edirnede iş isteyen gençlere sokak ortasında uygulanabiliyor. İşkence yaparak adam öldüren polisler bulunup mahkemeye getirilemiyor. Ya da Hayata dönüş katliamına katılanların isimleri bile mahkemelerin taleplerine rağmen öğrenilemiyor.
1996 yılında Diyarbakır zindanında 10 kişinin ölümü, 24 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan katliamın sanıkları terhis oldukları için dava yürümüyor. Avukatlar davayı AİHMe götürmeyi düşünüyorlar.
Demokrasinin nasıl işlediğini anlamak için F tiplerine gözatmak yeterlidir.
F tipi zindanlar can almaya devam ediyor. İzmir Kırıklar F Tipi Hapishanesinde Mehmet Akdemirin tabutu verildi bize. Mehmet bir gardiyanı öldürdüğü iddiasıyla zindandaydı. Yetkililer Mehmetin intihar ettiğini söylüyorlar.
Edirne F tipi zindanından ise Ali Şahinin tabutu... Ali F tipi zindanlarını protesto nedeniyle tutuklanmıştı. 2002de hücrede kan kanserine yakalandı ve tedavi edilmeyerek öldürüldü.
Zindanlar katliamlarla hastalıkların tedavi edilmemesiyle, ölümle birlikte anıldı bu ülkede. Tüm vahşi işkencelere, katliamlara rağmen destansı direnişlerin yaratıldığı, diz çökerek yaşamaktansa ayakta ölmenin mekanları oldu aynı zamanda. Üçbuçuk senedir F tipi zindanların hücrelerinde devrimci tutsaklar bütün ıslah programlarını çöpe attılar. Devrimci iradeyi dimdik ayakta tutmaya devam ediyorlar.
Emniyet işkencehanelerinin intihar etti senaryoları şimdi F tipi zindan hücrelerine taşınmaya başlandı. Mehmet Akdemirin ölümü tam da böyle bir senaryo ile tezgahlandı. Hücrelerde bunu engelleyecek bir güç yok. Kaldı ki bu ölüm gerçekten bir intihar olsaydı bile, sorumlusu, insanları tecrit koşullarında yaşamak zorundu bırakan sistem olacaktı. İnsanları sosyal yaşamdan yalıtarak kendisi ile başbaşa bırakan işkencedir tecrit.
Ali tedavi edilmeyerek katledilen devrimci tutsaklardan sadece birisi. Sermaye devleti zindanda tuttuğu devrimcileri tedavi etmeyerek öldürmekle yetinmiyor. Wernike Korsakof tanısıyla tahliye ettiği ve iyileşemez raporunu Adli Tıptan verdiği yüzlerce hasta devrimciyi yeni dönemde Adli Tıp raporlarıyla ya yeniden tutukluyor ya da aranır duruma sokarak tedavilerini engelliyor. Bilimsel kurumların bilimselliğinin göstermelik oluşunun en çarpıcı örneği. Sistem kurumlarını politik ihtiyaçları doğrultusunda şekillendiriyor. Kimine makyaj yapıyor.
Ama bu makyaj tutmuyor, tutmayacaktır. Hiçbir demokrasi gösterisi bu sistemin katliamcı karakterinin üzerini örtemeyecektir.
Belki sıkılmışsınızdır.
Belki yine mi diyorsunuzdur. Belki paylaştığınız öfkeler de durulmuş, gündelik dertler arasında erimeye yüz tutmuştur.
Belki Başbakanın tavrını yeterince sert bulup tatmin olmuşsunuzdur.
Lakin, müsaadenizle, ben yine orada olayım!
Önceki gün Milliyette, Utku Çakırözer ile Barkın Şıkın haberi, İsraili sevindiren liste başlığıyla verilmişti.
Bu sevinç neden? derseniz, Hava Kuvvetlerinden Başbakana 800 milyon dolarlık yeni İsrail silah sistemleri talebi gitmişti.
Zaten yürüyen 700 milyon dolarlık tank modernizasyonu gibi projelerin üstüne, bir de bunlar!
Sevinç doğal da, bu sevinç sizin de sevinciniz olabilir mi?
Lafta Başbakanın ağzından İsrail yönetimini azarlayan Türkiye, fiilen bu garip bağımlılıktan çıkamıyor.
ABDnin, özellikle bu ABD yönetiminin gölgesinde, İsraille, hele bu İsrail yönetimiyle bu denli vicdan hattından kopuk silahlı, paralı ilişkilerin sürdürülmesindeki ısrarı çeşitli açılardan anlamak mümkün de...
Kabullenmek pek mümkün değil! Özellikle, daha önce ve bugün, Silahlı Kuvvetlerin üst kademelerindeki bazı isimlerin ısrarını.
Mesela, bir ara İsraile kendi kullandığı savaş uçağıyla bile giden Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İbrahim Fırtına, neden bu kadar ısrarlı?
Elbette, ekonomik, askeri birçok gerekçe sıralanabilir, acil ihtiyaçlardan söz edilebilir. Ancak, halkının vicdanındaki yaraları derinleştirme pahasına, bu devlet, Filistinlilere karşı devlet terörü uyguladığından söz ettiği bir devleti bu denli sevindirebilir mi?
Bu denli şımartabilir mi?
Ortadoğuda ezilen halkların üstünden bu kadar rahatlıkla geçip tanklarını, uçaklarını modernize ederek gururlanabilir mi?
Filistini eşitsiz ve arsız bir güçle ezen tanklarla, helikopterle, füzelerle, gece görüş sistemleri ile kan-ka olmuş silahlanma, savunma hamlesinin övüncü nedir?
Silahlarınızın içine bir insanlık suçları teknolojisini buyur etmenin...
Savunma sisteminizin içine çok hesaplı bir sinsiliğin unsurlarını monte etmenin...
Ve halkınızın vergileriyle yarım asırlık bir işgal, toprak gaspı, zulüm ve dayatmacılık ile katliamları finanse etmenin...
Sivil ya da askeri bir utancı yok mudur?
ABDde, bu her şeye, her halka ve insanlığa rağmen Türk-İsrail hattını katmerleştiren tarihi projenin beyinleri bunu hep Araplara karşı tasarladı.
Wohlstetter, aynı zamanda Türkiyenin de canına okumuş, bu ülkede onca kuşağın canını almış ve yakmış Soğuk Savaşın ideologlarındandı.
Sonrasında, onun yetiştirmesi Richard Perle bayrağı devraldı. Hani, şu Irak işgalinin de mimarlarından, Irakın ardından Suriyeyi hedef gösteren Türk dostu Karanlıklar Prensi.
Reagan ile şimdiki Bush yönetimlerindeki pozisyonlar arasında, Özal ile dostluğunu, Türkiye adına lobicilike taşıyan ve 1990-94 arasında, salt kayıtlara göre Türkiyeden 230 bin dolar alan zat.
Türkiyeyi, ordudan, siyasetten, iş dünyasından, medyadan birçok ismi etkileyerek İsrailin yanına yapıştıran, aynı zamanda İsrail yönetimi danışmanlığı da yapmış, bugünkü saldırganlığı teşvik etmiş, İsraili ikinci vatan saymış zat.
Türkiyenin Avrupa hedefinden haz etmeyen ve İsrail ittifakı ile Ortadoğunun içine ve kanına gömmek isteyen karanlık!
Bu hedef uğruna her türlü karışıklıktan da medet umacak bir gözü dönmüşlük!
Bu adamlar vicdanımızı bu denli mi kararttı!