11 Eylül'04
Sayı: 2004/36 (28)


  Kızıl Bayrak'tan
  Yeni Ceza İnfaz Yasa Tasarısı gündemde...
  Yeni CEZA İNFAZ YASASI aslına uygundur / görülmüştür!
  Eğitim-Sen'i kapatma talebiyle açılan davanın ikinci duruşması 15 Eylül'de....
  Savaş örgütü NATO'nun NAM-04 tatbikatı Konya'da başladı...
  Sarıgazi Şenlikleri'nde AKP ve jandarmaya büyük öfke
  Metaldeki ve Tekstildeki toplu iş sözleşmeleri görüşmeleri kritik önemdedir...
  Philips tekelinin işçi kanı üzerine kurulu dünyası
  İşgüvencemiz ve kazanılmış haklarımız tehdit altındayken göstermelik toplu görüşme aldatmacasına kanmayalım!..
  Zina sorunu üzerine
  Irak direnişi işgalcilerin saldırı ve manevralarına rağmen ilerliyor
  Emperyalist saldırganlığı direnen halklar püskürtecek!
  Birleşmiş Milletler emperyalist saldırganlığın hizmetinde
  Castleblair patronu saldırıyor, saldırtıyor
  Sportif aktiviteler işçileri kaynaştırıyor
  Sermayenin çözümleri de yalan ve çarpıtmaya dayalı
  Türkiyeli emekçilerin katılımı için daha çok çaba!
  Almanya'da sermayenin saldırılarına karşı emekçilerin protestoları sürüyor
  OPEL'de saldırı hazırlıkları
  Ekim Gençliği'nden..
  Okur anketi çalışmasından gözlemler...
  Sefaköy'de coşkulu 10. yıl etkinliği
  Despotik siyaset tarzı, demokrasi ve "biz"...
  Bültenlerden....
  İnfaz yasasıyla zindanlara yönelik kapsamlı saldırı tamamlanmak isteniyor
  Victor Jara: Şili'nin ölümsüz şarkısı
  Basından...
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Büyük saldırıya sahte gerekçeler...

Sermayenin çözümleri de yalan ve
çarpıtmaya dayalı

Türkiye’de sosyal güvenlik sistemi köklü sorunlarla karşı karşıyadır. Geçtiğimiz haftalarda, sosyal güvenlik sisteminde yaşanan sorunların hepsinin, sermayenin bu alandaki politika ve tercihlerinden kaynaklandığını belirtmiştik. Sermayenin yalan ve çarpıtmalarla bunu gizlemeye, olduğundan başka türlü göstermeye çalıştığını vurgulamıştık. Aynı tutumun ortaya konulan sözümona çözümlerde de sürdüğünü görüyoruz.

Her konuda yalan ve aldatmaca

Sermaye sınıfı, sorunların ortaya çıkışındaki sorumluluklarını gizlemek için yalan ve çarpıtmalara başvurmakta, fakat bununla yetinmemektedir. Bu sorunları, işçi ve emekçilerin mevcut sosyal haklarına saldırmak için bir bahane olarak kullanmaya çalışmaktadır. Saldırı politikalarını, emekçilerin yararına çözümler üretecek birer “reform” olarak sunarak, bir kez daha yalan ve çarpıtmadan medet ummaktadır. Sermayenin sosyal güvenlik alanındaki sorunlara çözüm üretmek iddiasıyla ortaya attığı reform planlarına yakından bakıldığında bunların yalan ve çarpıtmalardan ibaret olduğu bütün çıplaklığıyla görülmektedir.

Dolayısıyla sermaye sınıfının öngördüğü “reform” politikalarının uygulamaya sokulması, emekçilerin bugün haklı olarak şikayetçi olduğu sorunların hiçbirini ortadan kaldırmayacak, tersine daha da büyük sorunlarla karşı karşıya kalmalarına yol açacaktır. Bugüne kadar gerçekleştirilen sözde reformlar bunun kanıtıdır.

Bugün “ikinci aşama”sına geçildiği söylenen sosyal güvenlikle ilgili “reform” programı 1999’da başlatılmıştır. İşçi ve emekçilerin adına çok yerinde bir nitelemeyle “mezarda emeklilik” yasası dedikleri 4447 sayılı “reform yasası” 8 Eylül 1999’da yürürlüğe girmiştir. Bu yasayla emeklilik yaşı yükseltilmiş, emeklilik için gerekli prim ödeme süreleri uzatılmış, emekli maaşlarının kişinin ödediği prime göre hesaplanmasına imkan tanınmıştır. İşçi ve emekçileri yeni düzenlemelere ikna etmek için de, bu politikaların kayıt dışı işçi çalıştırmayı engelleyeceği, emeklilerin gelir düzeylerini arttıracağı ve emeklilik sisteminin finansman açıklarını aşağı çekeceği iddia edilmiştir. Fakat bunlardan hiçbiri gerçekleşmemiştir. Kayıt dışı çalışma azalacağına artmış, emeklilerin yaşam düzeyleri daha da kötüleşmiş, finansman açıklarında da kayda değer bir azalma görülmemiştir. Yani işçi ve emekçiler sermaye tarafından bir kere daha aldatılmıştır.

Takip eden yıllarda bu reform programı kapsamında işsizlik sigortasının uygulamaya sokulması, İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun kapatılarak yerine İş-Kur’un kurulması, Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanunu’nun çıkartılması, 3 sosyal güvenlik kuruluşunun üzerinde Sosyal Güvenlik Kurumu’nun oluşturulması gibi başka adımlar da atılmıştır. Fakat hepsi de ilk gündeme geldiklerinde söylenenlerin aksine, işçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarında en küçük bir düzelmeye dahi yol açmamış, tersine sorunların daha da içinden çıkılmaz bir hal almasına neden olmuştur. Uygulamaya sokulan her politika, işçi ve emekçilerin mevcut sosyal ve ekonomik kazanımlarının biraz daha törpülenmesine, ellerinden alınmasına yol açmıştır.

Sermaye şimdi de sosyal güvenlik kurumlarını birleştirerek emeklilik sigortası sistemini dengeye kavuşturacağını, Genel sağlık Sigortası’nı uygulamaya sokarak sağlık alanındaki sorunları ortadan kaldıracağını iddia ediyor.

Üç kurum neden birleştiriliyor?

Sermaye sözcüleri üç sosyal güvenlik kurumunun birleştirilmesi sayesinde emeklilik sistemine ilişkin kamu açıklarının azalacağını öne sürüyorlar. Bütün emeklilik sisteminin daha gelişkin tek kurum altında organize edilmesinin giderleri azaltacağı beklentisi belli sınırlarda gerçekçidir. Burada gözden kaçırılmaması gereken şey, sermayenin amacının kısılabilecek giderlerin önüne geçmekten öte, sistemin tüm yükünü emekçilerin sırtına yıkmak olduğudur.

Belirtildiğine göre şu anda ulusal gelirin (GSMH) yaklaşık yüzde 12’si sosyal güvenlik kuruluşlarının açıklarına gidiyor. Emeklilik sisteminde planlanan değişiklikler yapıldıktan sonra bu oranın giderek düşmesi ve uzun vadede yüzde 1’in altına indirilmesi planlanıyor. Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanvekili, bundan 2-3 ay önce yaptığı bir açıklamada, eğer her şey planlandığı gibi giderse, sistemin 2045 yılından itibaren açık vermemeye başlayacağını müjdelemişti. Yani emekçilere “siz şimdi yapılacak değişikliklere sesinizi çıkarmayın, 45-50 yıl sonra rahat edeceğiz” deniliyor.

Sermayenin çıkarlarına göre politikaların günübirlik değişebildiği bir düzende 50 yıl sonrasına ilişkin sözler vermenin ne kadar ciddi olabileceği bir yana; bizim asıl üstünde durmak istediğimiz şey, kamu bütçesinden sosyal güvenlik kurumlarına yapılan transferlerin, sermaye sözcüleri tarafından, aslında olmaması gereken bir şey olarak sunulmasıdır.

Daha önce de ifade edildiği gibi, sosyal güvenlik hizmetleri, normalde bütünüyle sermaye tarafından finanse edilmesi gereken hizmetlerdir. Sermayenin sistemi finanse etmesinin yollarından biri de kamu bütçesinden aktarılacak kaynaklardır. Bu alana aktarılan kaynaklardan dolayı kamu bütçesinin dengesi bozuluyorsa, bunun sorumlusu sosyal güvenlik sistemi değil, devletin mali politikalarıdır. Vergi politikalarından örnek verelim. Devletin vergi gelirleri asıl olarak işçi ve emekçilerin ödediği doğrudan ve dolaylı vergilerden oluşmaktadır. Ulusal gelirin büyük kısmını cebe atan sermaye, vergi yükünün ancak küçük bir kısmını üstlenmektedir. Durum böyle olunca da sermaye devleti, ortaya çıkan kamu açıklarını işçi ve emekçileri daha çok soyarak kapatmanın yollarını aramaktadır. Dolaylı vergilerin arttırılması, mal ve hizmet fiyatlarına yapılan zamlar gibi, emekçilerden alınan sigorta primlerinin arttırılması ya da onlara sağlanan sosyal hakların kısılması da bu yollardan biridir.

Dolayısıyla “sosyal güvenlik sistemi 40 yıl sonra açık vermeyecek” sözleri, “40 yıl içerisinde uygulayacağımız politikalar sayesinde, devlet bu alana kaynak aktarmaz olacak, emekçiler olarak aldığınız sosyal hizmetlerin tüm faturasını kendi cebinizden karşılamaya başlayacaksınız. Eğer parasını ödemezseniz, sağlık hizmeti de alamayacaksınız, emekli de olamayacaksınız” anlamına gelmektedir. Ve sermaye sınıfı ve sözcüleri, bunu işçi ve emekçilere iyi bir şey gibi göstererek, bir çözüm gibi sunarak ne kadar yüzsüz olduğunu bir kere daha ispat etmiş olmaktadır.

Diğer bir nokta ise 3 sosyal güvenlik kurumunun birleştirilmesine çalışanlar arasında eşitlik sağlama kılıfının geçirilmesidir. Hazine Müsteşarlığı’nın raporunda aynen şunlar söyleniyor.

“...sosyal sigorta kuruluşlarının sigortalıların istihdam şekillerine göre ayrımlaştırılması (üç kurumun varlığı), böylece vatandaşlar arasında eşitliği zedeleyici yapısının kaldırılması gerekmektedir. Ödenen primler ile sağlanan faydaların tüm vatandaşlarımız için eşitlendiği tek bir sosyal sigorta sisteminin kurulması kamu-özel serbest gibi çalışma kategorilerini sosyal sigortalar açısından farksızlaştıracaktır.”

İlk bakışta insanın gözlerini yaşartacak bir eşitlik tutkusu akıyor rapordan. Ama bu eşitlik söyleminin ardında kamu emekçilerinin halen sahip oldukları iş güvencesini ve sosyal hakları hedef alan sinsi bir saldırı gizleniyor gerçekte. Raporun başka yerlerinde de devlet memurlarının sahip oldukları sosyal hakların fazlalığına vurgu yapıldığı gözleniyor. Dolayısıyla üç kurumun birleştirilmesindeki en temel amaçlardan birinin, kamu çalışanlarının nispeten ileri düzeydeki iş güvencesi ve sosyal haklarının tırpanlanması olduğu rahatlıkla görülüyor. Birleşme operasyonu sayesinde Emekli Sandığı’nın sunduğu hizmetler ortadan kaldırılacak ve kamu emekçilerinin hakları, Bağ-Kur veya SSK’ya üye olanlarla eşit düzeye getirilecek. Kamu Personel Rejimi’ndeki değişikliklerle sözleşmeli köleler haline getirilmesi planlanan kamu emekçilerinin sosyal hakları da böylece ellerinden alınmış olacak.

Sağlıkta özelleştirmenin adı:
Genel Sağlık Sigortası

Bilindiği gibi sermaye emeklilik ve sağlık hizmetlerini birbirinden ayrıştırıyor. Sosyal güvenlik kurumlarının sunduğu sağlık hizmetlerinin tasfiyesinin adı ise sermayenin dilinde “Sağlıkta Dönüşüm Programı” olmuş durumda. İşçi ve emekçilerin kaliteli sağlık hizmeti alamamasından kaynaklanan şikayetlerini fazlasıyla istismar etme yoluna giden sermaye, bu sorunların çözümünün bir genel sağlık sigortası sistemine geçilmesiyle ve bu sistemin bir alt parçası olarak “aile hekimliği” uygulamasının devreye sokulmasıyla çözüleceğini savunuyor.

Oysa ki konunun uzmanları, sermayenin bu konuda da yalan söylediğini, Genel Sağlık Sigortası ve Aile Hekimliği uygulamalarıyla mevcut sağlık sorunlarını çözmenin mümkün olmadığını söylüyorlar. Örneğin konunun uzmanlarından Dr. İlker Belek bir yazısında GSS ile ilgili olarak şunları ifade ediyor:

“Vergi tabanının (...) daralması, hükümetleri sosyal fonları kısıtlamaya ve bütçeyi burjuvaziye kaydırmaya yönelten en önemli faktörlerdendir. Böylece, sağlık hizmetlerinde tek kamusal finansman seçeneği olarak, sağlık hizmeti için özel olarak konulacak bir vergi, yani GSS kalmaktadır. Sağlık sigortacılığı kelimenin gerçek anlamıyla sağlık için özel olarak konulmuş doğrudan nitelikli bir vergi sistemidir. Bu vergiyi sağlık hizmetini kullanacak olanlar öder. Böylece, yüksek gelirliler, burjuvazi, geliri eşitlikçi biçimde yeniden dağıtmak bakımından yerine getirmesi gereken vergi sorumluluğundan da kurtulmuş olur.”

Peki sağlık hizmetinden faydalananların yani işçi ve emekçilerin finanse edeceği GSS sistemi sağlıkla ilgili yaşanan sorunları ortadan kaldıracak mı? Sermaye sözcülerinin allayıp pullamalarına bakılırsa her şey güllük gülistanlık olacak. Ama gerçek hiç de öyle değil.

Devletin ve sosyal güvenlik kurumlarının elindeki sağlık tesislerinin özelleştirildiği, bu alandaki her şeyin piyasa kurallarına göre işlemeye başladığı koşullarda genel sağlık sigortasıyla sorunları çözmek mümkün değildir. Tersine bu sistem emekçilerin yüz yüze olduğu sağlık sorunlarını daha da ağırlaştıracaktır. Bir kere devlet bu alana kaynak aktarmaktan vazgeçeceği ve tümüyle primlerle finanse edileceği için, sağlık hizmetleri bugünküne göre çok daha pahalı ve emekçiler için ulaşılamaz hale gelecektir. Prim miktarları arttıkça emekçilerin bir bölümü için sağlık hizmetlerine ulaşmak imkansızlaşacaktır.

Öte yandan bu sistem sağlık hizmetlerinde bir tekelleşmenin önünü açacaktır. Bugün sağlık sektöründe dönen paranın yıllık 11-12 milyar dolar civarında olduğu belirtilmektedir. Bu paranın büyük kısmı bugün SSK ve kamu kuruluşları tarafından kontrol edilmektedir. Planlar uygulamaya girdiğinde büyük bir rekabet ve pazar kavgası başlayacaktır. Sağlık alanına yatırım yapan büyük şirketler bu parayı kontrol edebilmek için GSS’nin sağladığı imkanlardan sonuna kadar yararlanacaklardır. Giderek sisteme büyük hastane ya da hastane zincirleri egemen olacak, muayenehane ve poliklinikler tekeller tarafından yutularak ortadan kaldırılacaktır.

Özetle GSS’nin emekçilerin sağlık hizmetleriyle ilgili sorunlarını çözmesi mümkün değildir. Bu bir yana, prime dayalı bir sistem olarak GSS’nin çok da uzun ömürlü olamayacağını görmek gerekir. Bunu ispat için uzağa ya da 40 yıl sonrasına gitmeye de gerek yoktur. Bugünkü sosyal güvenlik kurumlarından Bağ-Kur, aynen kurulması planlanan GSS ile aynı sisteme sahiptir ve bugün yaşadığı sorunlar ortadadır. Bağ-Kur üyeleri, giderek artan prim yükü karşısında ödeme zorluğuna düşmektedir. Devletin bu konuda tek yapabildiği şey prim oranlarını biraz daha arttırmaktır. Ve Bağ-Kur’un finansman sorunu da ancak bütçeden kaynak aktarmakla çözülebilmektedir. Bağ-Kur’un yaşadığı sorunlar neyse GSS’nin yaşayacağı sorunlar da onlar olacaktır. Tabii fatura her zaman olduğu gibi sisteme dahil edilmiş işçi ve emekçilere kesilecektir.

Yalanlara kanmayalım!
Büyük saldırıyı mücadeleyi büyüterek yanıtlayalım!

Her alanda olduğu gibi sermaye sosyal güvenlikte de saldırılarını “reform”la etiketleyerek gizlemeye çalışmaktadır. Uyguladığı saldırı politikalarını emekçilerin yararına işler yapıyormuş gibi göstermeye çalışmaktadır.

Oysa bizim sorunlarımızın çözümü sermayenin umurunda bile değildir. Bizlerin insanca koşullarda yaşayamaması, yeterli sağlık hizmeti alamaması onları zerre kadar ilgilendirmemektedir. Sermaye uşakları arasında, emekçilerin yaşlanıp emekli olduklarında ne koşullarda yaşayacaklarını düşünen de yoktur.

Onların tüm derdi emperyalist efendilerinden aldıkları talimatları harfi harfine yerine getirmek, sermaye için yeni yağma ve sömürü alanları yaratmaktır. Sosyal güvenlik alanında planlanan değişikliklerin tek nedeni de budur. Kamuda ve sosyal güvenlik alanında öngörülen reformların tek amacı emekçilerin geçmiş kazanımlarını tırpanlamak, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik gibi kârlı alanları piyasaya açmaktır.

Bu sefil planların karşısına dikilebilecek tek güç işçi ve emekçilerin örgütlü mücadelesidir. İşçi ve emekçiler kamuda tasfiye ya da sosyal güvenlikle ilgili tartışmalarda sermayenin ortaya koyduğu tercihlerden birine razı olmak zorunda değildir. Onların dikkate alması ve uğrunda mücadele etmesi gereken şey, kendi bağımsız çıkarları ve buna göre şekillendirdikleri talepleridir.



İstanbul Tabip Odası Başkanı Gençay Gürsoy’un görüşleri...

Sorunu çözmek için değil emperyalist kurumlar dayattığı için!..

Sağlıkta Dönüşüm Programı çok genel çerçevesi ile bugüne kadar özellikle ‘80 sonrası siyasal iktidarların gündeme getirip de gerçekleştirme konusunda somut adımlar atmaya cesaret edilemediği bir dizi değişikliği ifade ediyor. AKP bunu gerçekleştirme iradesini öteki siyasi iktidarlardan farklı olarak parlamenter çoğunluğa da dayanarak göstermiş durumda. Bu dönüşüm programının ana başlıklarını; Genel Sağlık Sigortası (GSS), Aile Hekimliği (AH) ve sağlık kurumlarının işletme haline dönüştürülmesi olarak sıralayabiliriz.

Tüm bunların altyapısı da yerel yönetim yasası ile kamu alanını çok radikal biçimde değişikliğe uğratma tasarısı ile oluşturuluyor. Hepsi bir anlayışın parçası. Tamamına baktığımızda, tüm bu programların Dünya Bankası’nın, IMF’nin bizim tipimizdeki ülkelere dayattığı bir şablonun parçaları gibi gözüküyor. Sağlık alanındaki model tercihleri tek tek ele alındığında, örneğin Genel Sağlık Sigortası büsbütün yanlıştır diye kestirip atmanın mümkün olmadığı görünür. Genel Sağlık Sigortası da sağlık alanındaki sistem tercihlerinden birisidir, ancak bazı ana nitelikleri dikkate alındığında onun Türkiye gibi sağlığa ekonomik bakımından fazla potansiyel yatırmayan ülkelerin altından kalkmasının biraz zor olduğu bir model olduğu anlaşılır. Çünkü GSS, ilaç ve teknoloji tüketimini körükleyen bir sistem. Bu sistemin uluslararası kabul görmüş olan temel niteliklerinden biri budur, bu nedenle de ekonomik bakımdan ulusal geliri yüksek, sağlığa daha yüksek potansiyel ayıran ülkelerin tercih ettiği bir sistemdir. Kişi başına sağlık harcamaları bakımından oldukça yüksek bir rakam harcayan ABD’de GSS sistemi var, ancak öte yandan özel sigortacılığa doğru açılmış bir alan var. Özel sigortacılığın egemen olduğu GSS sistemi var. ABD’de bu sistem hakim ancak ürettiği sağlık hizmeti son derece ciddi bir eşitsizliği de beraberinde getiriyor.

ABD’de nüfusun 30-35 milyonluk kesimi sağlık güvencesine sahip değil, bazıları hiç değil. Bir kısmının da örneğin sadece yaşlıların tabii olduğu standart sağlık güvencesi var. Türkiye’de kişi başına sağlık harcaması -o rakam da tartışmalı- yılda 150-170 dolar civarında. Bu rakamla Türkiye’nin 70-80 milyonluk nüfusa yaygın, eşitlikçi, nitelikli, sürdürülebilir bir sağlık hizmeti sunması sözkonusu değil. GSS’nin eleştirdiğimiz taraflarından birisi bu. Bunun yerine (1960’larda 224 nolu yasa ile kurulan) Türkiye’de iyi-kötü köklü geleneği olan yerleşmiş kamusal sağlık sistemi tercih edilmelidir. Biz tabii ki 1960’lardaki modelin tekrarını önermiyoruz. Bu yasa güncelleştirilebilir, zamanın koşullarına uydurulabilir. Kamu ağırlıklı bir sistemin hala Türkiye için en uygun model olduğunu düşünüyorum.

Dönüşüm programının ikinci başlığı Aile Hekimliği (AH). Aile hekimliğini uygulayan ülkeler var. Kanada’dan, Almanya’dan, İngiltere’den örnekleri biliyoruz. Oralarda bile beklenen verimi getirmiyor.

AH’nin savunulacak noktalarından biri şuydu; tedavi edici sağlık kurumlarına hasta yığılmasını önleyecek 1. filtrasyonu oluşturuyordu. 1. basamak sağlık hizmeti için başvuran insanların büyük bir kısmının o düzeyde ihtiyaçları giderilecek, tedavi hizmetleri verilecek. Dolayısıyla ancak gerçekten ihtiyacı olanlar 2 ve 3. basamak sağlık hizmetlerine ulaşacaklar. Biz ise bu işlevin ve koruyucu sağlık hizmetinin sağlık ocakları tarafından karşılanabileceğini düşünüyoruz.

Geliştirilmiş ve modernize edilmiş sağlık ocakları ile bu ihtiyaç giderilebilirdi. Hükümet ise bu hizmeti AH ile karşılayacağını ileri sürüyor, bu da bir tercih olabilirdi. Ancak aile hekimliği de yapı itibariyle GSS gibi ilaç tüketimini, teknoloji tüketimini artıran bir sistem. Bir mahsuru bu. İkincisi de uygulanması kolay değil. Türkiye’de toplam aile hekimleri sayısı 2-3 bini geçmez. Türkiye’nin binlerce aile hekimini kısa zaman içerisinde yetiştirmesi mümkün değil, en azından 3 yıllık bir eğitime tabi olmaları lazım. Kaldı ki AH konusundaki tercihten de somut koşullar dayattığı zaman iktidarın adım adım geri çekildiğini görüyoruz.

AH, daha doğrusu 1. basamak hizmetlerden sevk almadan hiç kimse yakın zamanlara kadar tedavi edici sağlık kurumlarına, yani hastanelere başvuramazdı. Bunu ortadan kaldırdılar, 1. basamağa gitmeden doğrudan doğruya SSK’lı ya da Emekli Sandığı’na bağlı bir yurttaş, devlet hastanesine ya da bir sigorta hastanesine başvurabiliyor. Böylece hastanelerdeki yığılmalar daha da artacak. Dolayısıyla AH’ye geçişi hazırlayan sistem de böylece terkedilmiş oluyor. Tüm bunlar konuyu çok yakından bilmeyen, ciddi araştırmaların ürünlerinden yararlanmayan bir anlayışın Sağlık Bakanlığı’nda hakim olduğunu bize gösteriyor. Çok dar kadro içinde bu reform tasarıları görüşülüyor. Ama şablon Dünya Bankası’ndan gelmiş olan şablondur.

(Gençay Gürsoy’la Şubat ayında yapılan
bir röportajdan... Başlık tarafımızdan konulmuştur-KB)