11 Haziran 2005
Sayı: 2005/23 (23)


  Kızıl Bayrak'tan
  Uşak takımı Bush’un huzuruna çıktı
  TÜSİAD uşaklık politikasında “pürüz”
istemiyor
  Faşist saldırılar yoğunlaşıyor
  İstanbul Üniversitesi’nde faşist
saldırılar sürüyor
  SES ve Eğitim-Sen eylemlerinin ardından
  DİSK uyuşturucuya karşı mücadele
ederek uyuşturacak!
  Asgari ücret yüksekmiş!
  Eğitim-Sen eylemlerinden
  SES eylemlerinden
  Seydişehir işçisi sesini duyurmak
için yol kesti
  GİMAS grevi üzerine
  Özelleştirme saldırısına karşı
ortak eylem
   Güney Kürdistan sorunu üzerine
tamamlayıcı düşünceler/3
(Orta sayfa)
  Cumhurbaşkanı ve başbakan arasındaki atama tartışmaları
  Kaçırarak, tehdit ederek yıldırmayı
başaramayacaklar!
  İnsanı aletin egemenliğinden işçi
sınıfının devrimci eylemi kurtaracak!

  Halk ayaklanmasının yeni bir örneği: Bolivya

  Mesa’nın istifa ettiği gün
  Filistin seçimleri ertelendi
  Onbinlerce Kürt Suriye yönetimini hedef aldı
  Fransa’da sosyal yıkım saldırıları sürüyor
  “Koma Komalên Kürdistan” üzerine
  Bültenlerden/KEB
  Bültenlerden/İMES
  Basından
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Güney Kürdistan sorunu üzerine tamamlayıcı düşünceler/3

H. Fırat

Kullanılan Kürt sorunu ve hareketi

Bünyesinde Kürt sorunu barındıran her bir devletin kendi dışındaki Kürt sorununa da hep müdahil olageldiğini biliyoruz. Bu müdahil oluş kendini büyük ölçüde Güney Kürdistan sorunu üzerinden göstermiştir. Buna değişik nedenler gösterilebilir, fakat bunlardan en önemlisi Güney'deki direnişin gücü ve kendi dışına etkisidir. Tarih boyunca başarıya en çok yaklaşmış bulunan Güney'deki direniş, öteki devletleri her zaman tedirgin etmiş ve kendi aralarında gerici bir işbirliğine yöneltmiştir.

Yine de öteki devletler payına Güney'deki hareketle ilişkilerin her zaman cepheden bir düşmanlık olarak kendini gösterdiği de sanılmamalıdır. Bu aynı devletler koşullar gerektiğinde bu aynı hareketi destekleme adı altında kullanma yoluna da gitmişlerdir. ‘60'lı yılların sonunda ve ‘70'li yılların ilk yarısında İran Şahı'nın Barzani hareketiyle kurduğu ilişki buna çok iyi bilinen bir örnektir. Bu somut durumda, çıkarları öyle gerektirdiği için, İran gericiliği uzun yıllar boyunca Güney direnişini Irak rejimine karşı kullanma yoluna gitmiş ve bunda bir hayli de başarılı olmuştur. 1975'teki kötü ünlü Cezayir Antlaşması bu başarılı kullanışın İran payına meyvesi olmuştur. Benzer bir durumun ‘80'li yıllara yayılan İran-Irak savaşı sırasında yinelendiğini, bu kez savaşan her iki devletin karşılıklı olarak Kürtler'i birbirlerine karşı kullandıklarını biliyoruz. Komşu devletin bünyesindeki Kürt hareketini kendi gerici hesapları çerçevesinde kullanmanın son örneğini Suriye rejimi PKK üzerinden Türk devletine karşı verdi. Kendi bünyesindeki Kürtler'i geçtik demokratik ulusal haklardan (hiç değilse bir kısmını) sıradan vatandaşlık haklarından bile yoksun bırakabilen gerici Suriye rejimi, buna karşılık PKK'yi hayli cömertçe sayılabilecek bir biçimde Türk devletine karşı destekledi ve bunu da tümüyle kendi gerici hesapları, yani Türk devletiyle tarihsel ihtilafları nedeniyle yaptı.

Kendi bünyesinde Kürt sorununun en büyük ve önemli bölümünü barındıran Türk devleti ise, bu sorunun geniş çaplı bir kurtuluş hareketi olarak patlak verdiği bir dönemde, bu kullanışın farklı türden bir örneğini sergiledi. Kullanılan bir kez daha Güney Kürtleri'ydi; ne var ki, geçmişte İran ve Irak'ın yaptığından farklı olarak bu kez komşu devlete karşı değil fakat bizzat kendi bünyesindeki Kürt hareketine karşı. Güney'deki Kürt liderliği, bugünün Barzani'si ve Talabani'si, kötü siyasal sicillerine yeni bir boyut ekleyerek uzun yıllar boyunca Türk devletinin yanında Kuzey'deki harekete karşı doğrudan ya da dolaylı biçimler içinde savaştılar. Kuzey'deki Kürtler de aynı meşru demokratik ulusal haklar uğruna savaştıkları halde, Güneyli Kürt güçleri bunun karşısında ve Türk devletinin yanında saf tutmakta bir sakınca görmediler. Türkiye'deki Kürt direnişinin en şiddetli döneminde Güneyli işbirlikçi liderler Türk devleti ile en iyi ilişkiler içindeydiler ve onun sağladığı kırmızı pasaportlarla dünyaya açılıyorlardı.

Bugünse Kürt sorununu ve hareketini ilgili devletlere karşı kendi çıkar ve hesapları doğrultusunda bu kez ABD emperyalizmi ve siyonist İsrail kullanıyor. Bu kullanışın Irak'taki örneğini biliyoruz; Kürt güçleri Irak'a yönelik emperyalist müdahale içinde dolaysız bir biçimde yeraldılar ve bugün halen Irak'taki emperyalist işgalin en güçlü dayanağı olarak hareket ediyorlar. Aynı sorun Suriye ve İran'a yönelik müdahale niyet ve hesaplarının da en önemli kozlarından biridir. En sıradan ulusal ve insani haklardan yoksun bırakılmışlık, bu ülkelerin Kürtler'ini emperyalizmin bu türden bir müdahalesine dayanak olmaya fazlasıyla hazırlamış bulunmaktadır. Bunun sorumluluğu hemen tamemen sözkonusu iki gerici devletin omuzlarındadır. Gerici Suriye ve İran rejimleri, emperyalizmin ve siyonizmin Kürt sorununu kendilerine karşı bir silah olarak kullanabilmesi için deyim uygunsa ellerinden geleni yapıyorlar. Emperyalistler ya da siyonistler Kürtler üzerinden yapay biçimde sorun yaratmıyorlar. Sorun tüm kapsamı ve şiddetiyle bu devletlerin bünyesinde uzun onyıllardan beridir zaten var ve bu devletler izledikleri gerici politikalarla onu günden güne daha da azdırmaktadırlar. Emperyalizm ve siyonizm ise yalnızca bu uygun zemini kullanma yoluna gidiyor, o kadar. Eğer müdahalenin bir ön hazırlığı olarak bu ülkelerdeki Kürtler'in kışkırtılmasında bugün henüz fazlaca bir şey yapılmıyorsa, bunda Irak'taki direnişin dizginleyici ve geciktirici etkisi belirleyici önemdedir.

Yine de özellikle Suriye'ye karşı müdahaleye yakın gelecekte bir yerlerden başlanacağı anlaşılıyor ve muhtemelen Kürt sorunu bunun için gerekli bahanelerin en önemli halkalarından biri olacaktır. Lübnan sorununu emperyalist baskılar karşısında bu ülkeden apar topar çekilerek savuşturan oğul Esat rejimi aynı kıvraklığı Kürt sorununda gösteremiyor, gösteremez de. Zira Kürt sorunu, Türkiye'de olduğu gibi bu ülkede de, kapsamlı bir demokrasi sorunudur ve rejimin gerici yapısı bu kapsamda bir demokratik dönüşüme yapısal olarak kapalıdır. Bu ancak devrimle olanaklı köklü bir devrimci dönüşümü gerektirir ve bu da ancak devrimci sosyal-siyasal güçlerce rejime karşı yapılabilir. Bugünün Suriye'sinde bu da yapılamayınca, rejim tarafında soluksuz bırakılan Kürt gerçeği temelinde Kürt sorununu bu ülkeye karşı bir müdahale bahanesine çevirmek, ABD emperyalizmi için kolayca başarılabilir bir iş haline gelmektedir. Olaylar beklenmedik başka gelişmelerin etkisi altında yön değiştirmezse, işler sonunda bir biçimde bu tür bir müdahaleye varacak gibi görünmektedir. Elbette Kürtler burada tümüyle bir bahane işlevi görecek ve örneğin şu veya bu biçimde Suriye'de ABD'nin güdümünde bir yeni rejimin kurulması durumunda, bu ülkedeki Kürt sorunu bir anda bugünkü önemini yitirecektir. En fazla yatıştırıcı bir takım yüzeysel reformlarla sorun tümüyle savuşturulacaktır.

Türk devleti aynı konuda daha farklı bir konumdadır. Bu farklılığı yaratan Türk burjuvazisinin ve devletinin ABD ve İsrail ile ilişkileridir. Bu ilişkilerin tarihi ve siyasi mahiyeti bilinmektedir. Kürt sorunu bugün ABD için etki ve denetim altına alınması gereken ülkelere karşı bir koz olarak kullanıldığına göre, zaten yarım asrı aşkın süredir bu konumda bulunan bir devlete karşı bu tür bir kullanım haliyle tüm anlamını yitirmektedir.

Buna rağmen bu alanda iki önemli yenilik vardır.

Bunlardan ilki, kendi bünyesindeki Kürt sorununun güçlü bir Kürt özgürlük hareketi olarak patlak vermiş olmasının ABD ve İsrail'in Türk devleti ile ilişkilerine getirdiği yeni boyutlardır. Türk burjuvazisi Kürt halkının özgürlük mücadelesini bastırma çabasında bu iki devletin desteğine mahkum hale gelmiş ve bunun karşılığını da fazlasıya ödemiştir. Bu, ABD ile ilişkiler sözkonusu olduğunda tarihsel bağımlılık ilişkilerinin daha da pekişmesi, İsrail sözkonusu olduğunda bölge halklarına karşı siyonist rejimle yakın ittifak ve işbirliği olmuştur. Saldırgan ABD-İsrail-Türkiye ekseni de bu sürecin bir ürünü olmuştur. Türk burjuvazisi bu aynı dönemde Türkiye'yi ABD için bölge halklarına karşı bir savaş üssü haline getirmiş, İsrail'le açık-gizli sayısız siyasi ve askeri anlaşma bu dönemde imzalanmıştır. Tek neden bu olmamakla birlikte tüm bunlarda Kürt halkının özgürlük ve eşitlik mücadelesini bastırmada ABD ve İsrail desteğini almak faktörü de temel önemde bir rol oynamıştır. Nitekim cömertçe aldıklarının bir karşılığı olarak, ABD ve İsrail de Türkiye Kürtleri'nin özgürlük mücadelesinin bastırılmasında gerici Türk devletinden çok yönlü yardımlarını esirgememişlerdir. Abdullah Öcalan'ın Kenya'dan alınıp Türk devletine eli kolu bağlı teslim edilmesi, bu destek ve yardımın belki sembolik fakat siyasal anlam ve önemi bakımından en çarpıcı göstergesi olmuştur.

Tüm bunlar, ABD ve İsrail'in Türkiye'deki Kürt sorunundan da gereğince yararlandıklarını, fakat bunu öteki ülkelerdekinden farklı olarak kendine özgü bir biçimde yaptıklarını göstermektedir.

Bu iki devletin Kürt sorunu bağlamında Türkiye ile ilişkilerindeki ikinci önemli yenilik ise, öteki ülkelerdeki Kürt sorununa karşı tutumda ortaya çıkan köklü değişikliktir. Bu türden bir yenilik İsrail'den çok ABD için geçerlidir. İsrail geçmişten beri kendini kuşatan ülkelerin bünyesindeki etnik, dinsel ve mezhepsel sorunları bu ülkelere karşı kullanma stratejisi izlemektedir ve bu stratejide Kürtler önemli bir yer tutmaktadır. Oysa ABD, ‘70'li yılların başında Barzani hareketiyle ilişkilerde görüldüğü gibi bunu ancak sınırlı ve geçici bir operasyon olarak gündeme getirebilmiştir. Bunda o günün bölge dengeleri kadar kendine bağımlı ülkeler olarak İran ve Türkiye rejimlerinin hassasiyetlerini gözetmek de temel önemde bir rol oynamıştır. ‘90'lı yılların başından beri artık buna gerek kalmamıştır. Zira bölgede durum köklü değişimlere uğramıştır.

Bu yıllardan itibaren Kürt sorunu artık öncelikle Irak üzerinden olmak üzere ilgili ülkelere müdahalenin bir imkanı ve bahanesi oldu ABD emperyalizmi için. Türk burjuvazisinin bu konudaki hassasiyetlerini gözetmek de bir ihtiyaç olmaktan çıktı. Dahası bu müdahale bizzat Türkiye üzerinden ve gerektiği ölçüde Türk devletinin katkıları da alınarak gerçekleştirildi. Bugün gerici-şoven çevrelerin “Kuzey Irak'taki Kürt devletini kendi elimizle kurduk” sızlanmalarında bu açıdan önemli bir gerçek payı vardır. Bu aynı iddiayı İmralı'dan yineleyen ve PKK'yi ezmek adına Güney'deki devletin şekillenmesine bizzat önayak oldunuz diye Türkiye'yi yönetenlere serzenişte bulunan Abdullah Öcalan da önemli ölçüde haklıdır. Türk devleti kendi bünyesindeki Kürt direnişini ezmek için Güneyli Kürt güçlerini yıllarca kullandı; fakat tersinden de onlar, bu ilişkiyi kendi bölgelerinde tutunmak, giderek meşrulaşmak ve Türkiye üzerinden gerçekleşen ABD koruması ve desteğinden en etkin biçimde yararlanmak üzere kullandılar.

Güney Kürdistan'da yeni durum ve Türk devleti

Bu sürecin sonunda varılan nokta şudur: ABD emperyalizmi ve İsrail Türkiye dışındaki Kürt sorununa yaklaşımda artık kendilerini tümüyle özgür hissetmekte, gerici Türk rejiminin bu konudaki hassasiyetlerini hiçe saymakta, kaygı ve beklentilerine zerre kadar aldırmamaktadırlar. Onlar bu konuda Türk devleti ile karşı karşıya gelmekte duraksamamışlar, ABD bunun için Türkiye'yi yönetenlerin başına çuval bile geçirmiş, fakat yaşadığı bu türden utanç verici olayları da sineye çekerek sonuçta geri çekilen Türk devleti olmuştur. İsrail'le ilişkileri hızla düzelten son girişimler ile ABD'nin İncirlik sorununda simgelenen fakat onu çok aşan istemlerine boyun eğen adımlar bunun ifadesidir. Türkiye bundan böyle ABD'nin kriz bölgelerine, Ortadoğu'ya, Kafkaslar'a ve iç Asya'ya müdahalesinin üssü olmaktan öteye bu müdahalenin gücü de olacaktır. Türk burjuvazisi tüm tercihini ABD-İsrail ekseninden yana yapmış, adeta zararın neresinden dönülürsa kârdır mantığıyla pürüzlü tüm sorunlarda kendisi geri adım atmıştır. Buna ilişkin yeni kararların devlet katında tam bir mutabakatla alındığı, bu yeni tutumun hükümetten (ki hükümet cephesinde zaten bir sorun yoktu) önce ordu tarafından dile getirilmesiden de anlaşılmaktadır.

Bu çerçevede Güney Kürdistan'daki gelişmeler de artık sineye çekilmiş durumdadır. Kendi dışında olayların akışı ve güçler dengesindeki değişimlerin ortaya çıkaracağı yeni fırsatlar saklı tutulursa, mevcut durum üzerinden Türk burjuvazisinin bu konuda yapacağı ya da yapabileceği fazla bir şey kalmamıştır. Nitekim Güney Kürdistan'a ilişkin kırmızı çizgiler tümden bir yana bırakılmıştır ve Kerkük sorunu üzerinden sergilenen kudurganlık gelinen yerde hız kesmiş durumdadır.

Yine de bu, bu konuda tüm umutların tüketildiği anlamına da gelmemelidir. Irak direnişinin seyri ile işbirlikçi Irak yönetimi bünyesindeki çelişkiler, ayrıca işbirlikçi Kürt partilerinin kendi aralarındaki müzmin zaaf ve çekişmeler, Türk burjuvazisi için bu konuda yeni bir inisiyatif kazanmanın potansiyel olanakları olarak orta yerde durmaktadırlar. Öte yandan, İncirlik'in kullanımı üzerinden gündeme gelen yeni ABD istemlerini tümüyle karşılamanın, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında onunla daha sıkı bir işbirliğine hazır olmanın, İsrail'li ilişkileri yeniden yoluna koymanın karşılığı Türk burjuvazisi/devleti için ne olacaktır ve bu Güney Kürtleri'nin durumu için ne türden sonuçlar yaratacaktır, bütün bunlar da henüz yeterince açık değildir.

Normal olarak işbirlikçi Türk burjuvazisi ile Güneyli Kürt işbirlikçileri bölge halklarına karşı ABD'nin ve İsrail'in yanında yeralarak, nesnel olarak aynı safta buluşmuş durumdalar. İkisi de bölge halklarına ve ilerici-devrimci güçlerine karşı ABD'nin safındadırlar; birlikte onun Büyük Ortadoğu Projesi'ni desteklemekte, kendi topraklarını bu saldırgan projenin hayata geçirilmesinde ABD için eylem üssü olarak kullandırmaktadırlar. Tüm sorun Türkiye'nin bünyesinde de bir Kürt sorununun, üstelik sorunun en büyük bölümünün bulunmasından doğmaktadır. Türk devletinin Güney'de devletleşmeye varabilen bir siyasal oluşuma tüm tarihsel düşmanlığı buradan kaynaklanmaktadır. Zira bu, kendi bünyesinde de aynı doğrultuda bir gelişmeyi nesnel olarak kışkırtmakla kalmayacak, bu türden bir kışkırtma “Büyük Kürdistan” niyetleri çerçevesinde Güney'deki devletleşmeden er ya da geç kaçınılmaz olarak gelecektir. Gerici burjuva sınıf egemenliğine dayalı her devlet için bu türden niyet ve politikalar neredeyse bir kuraldır ve biz bunun ilk belirtilerini daha şimdiden Güney'in Kürt liderliği üzerinden görmekteyiz.

Kürt sorunu gerçekliğinden doğan bu ihtilafa her iki tarafın efendisi durumundaki ABD'nin bir çözümü olup olmadığı henüz bilinmiyor. Geçmişte bu çözüm, Güney Kürdistan'ın belli bir biçimde, daha çok da federe bir devlet olarak Türkiye'ye bağlanması idi. Bu, bugün artık olanaklı değildir. Ne ABD ve ne de Güney Kürtleri bakımından. Irak'ın işgali ve buna bağlı olarak Kürtler'in kazandığı güç ve inisiyatif, bu türden bir çözümü eskitmiş bulunmaktadır. Türkiye'deki Kürt sorunu, yani Kürtler'in ve Kürdistan'ın asıl büyük parçasının Türk burjuvazinin hakimiyetinde olduğu gerçeği karşısında “iyi komşuluk ilişkileri” de olanaklı değildir. Salt bu durum bile Kürt sorununun bölgede temel bir istikrarsızlık ve kriz etkeni olarak kalacağını, taraflar üzerindeki ortak ABD etki ve himayesinin bu sonucu değiştiremeyeceğini göstermektedir. Tümüyle kendi çıkarları doğrultusunda olsa bile emperyalizmin Kürt sorununu neden çözemeyeceğinin de bir açıklamasını buluyoruz burada. ABD'nin halkların direnişi karşısında ne kadar tutunabileceği ayrı bir sorun; bir an için tutunmayı başardığını varsaysak bile, Kürt sorunu ekseninde çatışan burjuva sınıf çıkarlarını ve hesaplarını uzlaştırması ve bağdaştırması yine de olanaklı değildir.

Bu sorunun devletler ve halklar arasında sonu gelmeyen çatışma ve boğazlaşmaların konusu olmaktan çıkması, tersine bölge halklarının devrimci temeller üzerinde yükselecek birliğinin birleştirici etkenine dönüşmesi ve çözümünü de bu temelde bulması, ancak emperyalizmin ve gerici burjuva sınıfların tümüyle devre dışı bırakılması ölçüsünde, yani bölgeyi kapsayacak bir toplumsal devrimler dizisi içinde olanaklıdır. Bu gerçekleşmediği sürece Kürt sorunu sorun olmaktan çıkmayacak, tersine, bölgesel düzeyde yeni boyutlar da kazanarak, sorun olarak kalmaya devam edecektir.

İmralı ve Güney Kürdistan sorunu

Buradan kısaca Abdullah Öcalan'ın konuya ilişkin görüşlerine geçebiliriz. O kitaplarında olduğu kadar avukat görüşmelerinde de Güney Kürdistan'daki gelişmeler üzerinde genişçe durmaktadır. Fakat konuya ilişkin olarak ortaya koyduğu görüşler çelişik, dolayısıyla tutarlılıktan ve samimiyetten yoksundur.

Öncelikle o Güneyli Kürt liderlerini işbirlikçilikle suçlamakta ve ABD emperyalizmi ile girilen mevcut ilişkilerin Kürtler'i yıkıma götüreceğini söylemektedir. Gerçek olup olmadığından bağımsız olarak bu tanımlama ve iddialar, Abdullah Öcalan'ın kendi platformundan ele alındığında, temelden tutarsızdır. Çünkü o son kitabının Ortadoğu'ya ayrılmış bölümünde ABD ile bu türden bir işbirliğinin teorisini yapmakta ve bunu bölge halklarına bir çıkış yolu olarak sunmaktadır. Onun bu konudaki görüşlerini üç uzun bölüm halinde incelemiş bulunduğumuz için burada bu sonucu yalnızca hatırlatmakla yetiniyoruz. İlgili bölümlerde altını çizerek vurguladığımız gibi, Barzani ve Talabani, tamı tamına, Abdullah Öcalan'ın ABD'nin bölgeye müdahalesine ve BOP'a ilişkin işleyip savunduğu tutumu pratik olarak izlemekten ve bunun karşılığında bazı somut kazanımlar elde etmekten başka bir şey yapmış değiller halihazırda. Onların işbirlikçilik olarak nitelenen mevcut çizgisi ve pratiği, Bir Halkı Savunmak kitabında Ortadoğu'ya yönelik ABD müdahalesine karşı tavır konusunda savunulan çizginin somut bir uygulamasından başka bir şey değildir.

Abdullah Öcalan Güneyli liderlerin işbirlikçi çizgisi Kürt halkını yıkımı götürecektir derken ve buna yakın tarihten Ermeniler ile İyonyalılar'ın durumunu örnek verirken de tutarlılıktan yoksundur. Zira o bir yandan bunu söylerken, öte yandan ABD ve İsrail'in desteğini almış, Kerkük petrolüne yaslanmış ve 50 milyonluk direngen bir nüfusa dayanan Kürtler'in direnme ve tutunma kapasitesinden söz edebilmektedir. Bu türden çelişki ve tutarsızlıkların gerisinde, nesnel değerlendirmeler yerine politik hesap ve kaygıları hareket noktası olarak almak vardır. Abdullah Öcalan Güney'deki liderliğin Kürtler içinde artan etkisini bloke etmek için onları işbirlikçilikle ve Kürtler'i yıkıma sürüklemekle itham etmek yoluna gitmektedir. Tersinden, Türk devletini Türkiye'deki Kürt sorununa ilişkin sınırlı bazı reformlara ikna etme çerçevesinde ise, bunu yapmazsanız eğer Güney eksenli hareket kendi sınırları dışına taşar ve sizin başınıza da bela olur, nitekim bunu yapacak kapasite ve olanaklara fazlasıyla sahiptir demektedir.

Bu ikincisi onun Atina Savunması'nda işlediği temel görüşlerinden biridir. Buna ilişkin görüşlerini daha önce “tarihi Ortadoğu sentezi”ne ilişkin görüşleri çerçevesinde genişçe sunmuş bulunuyoruz. Söylenen kısaca şudur: ABD ve İsrail'in Kürtler'e yaklaşımı taktiksel değil fakat stratejiktir. Bu, giderek tüm Kürtler'i birleştirmeyi hedefleyen tarihi önemde bir gelişmedir. Kürtler “Ortadoğu'nun değiştirilmesinde başta gelen stratejik güç olarak görülmekte ve hazırlanmaya çalışılmaktadır... Esas amaç, ikinci bir İsrail rolüdür... Ortadoğu'nun artık güçlü sopası Kürtler olacaktır” vb... (Özgür İnsan Savunması, s. 83-84).

Bütün bunlar Türk devletini, Türkiye'yi yönetenleri uyarmak ve yeni bir Kürt politikasına ikna etmek içindir. Güney Kürtleri burada korkuluk işlevi görmektedirler. Abdullah Öcalan mevcut politikanızı değiştirmez ve böylece Türkiye Kürtleri, giderek onlar üzerinden de tüm Kürtler üzerinde etki ve denetim kurmak yoluna gitmezseniz, Güney'deki gelişme Türkiye Kürdistan'ı üzerindeki denetiminizi bile zora sokacaktır, demek istiyor. Demek istemekten öteye dosdoğru bunu söylüyor. Bunun karşısında ortaya koyduğu alternatif ise sınırlı demokratik reformlarla bu türden bir riskin bertaraf edilmesi, dahası bu yolla bir bölge gücü olarak yükselme olanağının elde edilmesidir. Bu konudaki uzun açıklamalarını toparlayan paragrafı bir kez daha aktarıyoruz:

“Sonuç olarak, demokratikleşmesini Kürt reformu ile tamamlamış bir Türkiye, çağdaş uygarlığın bir gereği olarak AB'de yerini alırken, Ortadoğu başta olmak üzere Kafkasya, Balkanlar ve Orta Asya'ya yönelik etkileme gücünü arttıracaktır. Geçmiş mirasa layık bir rolü böyle oynayabilecektir. Topallaşmadan sapasağlam adımlarla yürüyecektir. Türkiye, Ortadoğu'nun tarihi demokratikleşme hamlesinde kontrolü ABD ve diğer büyük güçlere bırakmak yerine, tarihin tüm kritik aşamalarında olduğu gibi, Kürtlerle stratejik kardeşlik dayanışmasıyla güçlü bir atağa kalkabilecektir...” (Özgür İnsan Savunması, s.88)

Dolaysız ABD işbirlikçiliğinin karşısına ABD işbirlikçisi Türk burjuvazisi ile işbirliğini çıkaran bu yaklaşım, işin özünde Güney Kürdistan'daki işbirlikçi çizgiden farklı değildir. Farklılık farklı yerlerde bulunmaktan gelmektedir.

Bir de Güney Kürdistan'daki federal oluşuma yönelik “kukla devlet” nitelemesi var. Türk gericileri, şovenleri ve sosyal şovenlerinin dillerine doladıkları bu niteleme konusunda Abdullah Öcalan'ın söyledikleri şöyle: “... Irak Kürdistan'ındaki devletleşme, esas olarak ABD, İngiltere, İsrail ve diğer AB ülkeleri tarafından desteklenmektedir. Bundaki amaç, Ortadoğu'nun kontrolü ve İsrail'e stratejik bir müttefik yaratma ihtiyacıdır. Devlet ister federe ister bağımsız kurulsun, özünde kukla, işbirlikçi niteliğini mevcut haliyle aşamaz. Bunun için gerekli ekonomik, sosyal ve entelektüel temelden yoksundur. Dış güçler olmadan bir gün ayakta durabilecek yeteneği yoktur...”(Özgür İnsan Savunması, s.93-94)

Burada emperyalistlerin niyet ve hesaplarına ilişkin olarak söylenenler elbette gerçeğin ifadesidir. Ama bunları alıp Güney Kürtleri'nin yüzyıla yaklaşan siyasal birikimlerini aşağılamak ve kendi ülkelerine egemen olmak hakkını hiçe saymak için kullanmak, gericiler ve şovenlerin söylediklerini tekrarlamaktır. Güneyli Kürt güçler emperyalizm ve siyonizmle girdikleri ilişkiler çerçevesinde elbette lanetli bir işe bulaşmış durumdalar. Bu, bölge halklarına karşı bu güçlerle işbirliği çizgisidir. Fakat Abdullah Öcalan'ın yaranmaya ve bölge gücü olmak doğrultusunda akıl vermeye çalıştığı Türk burjuvazisinin uzun onyıllardır yaptığından farklı bir şey de değildir. “Kukla devlet” olmaya, emperyalistler olmasa bir gün bile ayakta duramamaya, “bunun için gerekli ekonomik, sosyal ve entelektüel temelden yoksun” olmaya gelince, bu bir Kürt liderin kendi ulusunu en kaba bir biçimde aşağılamasından ve bunu yaparken de tarihi ve siyasi gerçeklerden kopmasından başka bir şey değildir. Kürtler ortada henüz emperyalistlerin ve siyonistlerin yardımları yokken de direniyorlardı ve bu direniş sayesinde uzun yıllar boyunca fiilen kendi bölgelerine egemen olabilmiş, buradaki ekonomik, sosyal ve kültürel yaşamı savaşla içiçe örgütleyebilmişlerdi. Üstelik Güney Kürdistan'a günümüzle kıyaslanmaz ölçüde aşiret düzeni ve kırsal yaşam egemenken.

Güney Kürtleri bugün bu birikimin üzerinde yükselmekte, fakat her bakımdan daha ileri bir noktaya varmış bulunmaktadırlar. Tümüyle haksız ve gerici dış müdahaleler olmazsa pekala dünyadaki birçok ulus gibi devlet olarak ayakta kalabilir ve kendi kendilerini yönetebilirler. “Dış güçler olmadan bir gün ayakta durabilecek yeteneği yoktur...” iddiası, bölge devletlerinin böyle bir oluşuma müdahale ederek onu yıkacakları varsayımına dayanmaktadır. Elbette bu varsayım önemli ölçüde doğrudur. Fakat bu, hiçbir biçimde Güney'deki oluşumun yapay ya da kukla bir oluşum olduğu anlamına gelmez, yalnızca kendisini kuşatan ve güçlü birer savaş aygıtına dayanan devletlerin askeri gücüne işaret etmek olur ki, bu tümüyle başka bir şeydir. Yapay ve kukla oluşumlar/yönetimler, kendi halklarının desteğinden yoksun bulunan, dış güçler eliyle başa geçirilen oluşumlar/yönetimleri anlatır. (İşgal altındaki Irak'ta Allavi hükümeti buna iyi ve güncel bir örnekti). Güney Kürdistan'daki federe oluşum kesinlikle böyle değildir. Güneyli Kürt güçleri kendi halkının desteğine sahiptirler ve bu açıdan herhangi bir sorunları/zayıflıkları sözkonusu değildir. Tüm güçlük, kendilerini kuşatan ve kendilerine düşmanca yaklaşan devletler karşısındaki zayıflıktan gelmektedir. Onları emperyalizmin ve siyonizmin kollarına bu denli kolay atan da bir yanıyla zaten budur.

Sonuç olarak Abdullah Öcalan Güney Kürdistan'daki işbirlikçi çizgiye karşıtlığı Güney'deki federal oluşuma karşı tutuma vardırdığı ölçüde, işin özünde Türk gericileri ile aynı konuma düşmektedir. Bu ise rastlantı ya da düşüncesizlik ürünü değil, fakat tümüyle kaderini Türk burjuvazisinin kaderiyle birleştirmek çizgisinin bilinçli ve mantıksal bir sonucudur. Buna ilişkin sorunların ayrıntılarını Türkiye'deki Kürt sorunu kapsamında ele alacağız.

“Ulusal Sorun ve Kürt Hareketi” dizisi kapsamında “Güney Kürdistan sorunu”na ayırdığımız ara bölümü böylece bitirmiş oluyoruz.

(Devam edecek...)

-----------------------------------------------------------------------------------------

 

Yaşam alanlarımızı, evlerimizi yıktırmayacağız!

“Gelsinler bakalım, yine kurarız barikatlarımızı, taşlarımızı, sopalarımızı hazırlarız!”

Kentler içerisinde büyük çelişkiler barındırır modern zamanlarda. Bir tarafta ışıl ışıl neonlar altındaki apartmanlar, bir tarafta yarı açık perdelerinden ölgün ışıklar sızan tek katlı, virane kondular. Bir tarafta sık sık yenilenen Arnavut kaldırımlı caddeler, bir tarafta kışın çamurdan yazın tozdan geçilmeyen inişli çıkışlı tepeler. Bir tarafta depreme dayanıklı, güneş ısıtma sistemli, dış cepheleri su fazlı kaplamalara sahip lüks konutlar, bir tarafta ise devletin kolluk kuvvetleriyle yıkacaklarını bilmelerinden kaynaklı sahiplerinin iç sıkıntıları yaşadığı yoksul emekçi evleri...

“... işçi kitlelerinin işten atıldığı, şiddetli ve düzenli olarak yinelenen sınai dalgalanmaların bir yandan, büyük bir işsiz işçiler yedek ordusunun varlığını belirlediği ve öte yandan da zaman zaman işçi kitlelerini işsiz olarak sokaklara sürdüğü; işçilerin kitleler halinde büyük kentlerde, mevcut koşullarda onlar için doğan meskenlerden daha hızlı bir oranda yığıldıkları; dolayısıyla her zaman için, en kötü domuz ahırları için bile kiracıların mutlaka bulunacağı; ve ensonu, ev sahibinin malından ev kirası şeklinde sağlayabileceğinin en fazlasını sağlamasının, yalnızca hakkı değil kapitalist olarak rekabet nedeniyle bir dereceye kadar da görevi olduğu bir toplumda, konut darlığının zorunlu olarak varolacağını; bunun burjuva toplum biçiminin zorunlu bir ürünü olduğunu...” (Konut Sorunu, Engels.)

Son dönemlerde kapitalist düzen “Kentsel Dönüşüm Projeleri” çerçevesinde öncelikli olarak İstanbul, Ankara, İzmir gibi üç büyük kentte, fakat aslında büyük şehirlerin birçoğunda gecekondu yıkımlarını gündemine almış durumda. Kentlere‘60'lı yıllarla birlikte yaşanan yoğun göç, gecekondu olgusunun oluşmaya başladığı dönemdir aynı zamanda. Egemenlerin barınma sorununu çözememeleri yüzünden sessizlikle karşıladıkları, seçim dönemleri asılsız vaatlere konu ettikleri gecekondular, kent içi çelişkinin yanısıra kapitalizmin sorunları tekrar tekrar üretmekten öteye gidemeyeceğini, insanlığa yıkımdan ve gözyaşından başka hiçbir şey veremeyeceğini her defasında kanıtlıyor.

Emekçilerin yaşam alanlarına saldırılıyor. Elektrik, su, ulaşım, eğitim, sağlık haklarından, altyapıdan, yoksun olmalarına karşın insanların yaşamaya/barınmaya çalıştıkları evleri yıkılmaya çalışılıyor. Bu yıkımlar öncelikli olarak yoksul emekçi kadını etkiliyor. Yoksulluk ve sosyal hayattan koparılmışlıkla gecekondularına sıkıştırılmış olan emekçi kadınların yarattığı yaşam, sökülüp alınmaya çalışılıyor. Yaşamını eve iş alarak, temizliğe giderek, çocuk ve yaşlı bakımı yaparak üreten ve tüketen emekçi kadının doğal sosyal çevresi durumunda gecekondu mahallesi. Bu nedenle gecekonudaya yönelik saldırı karşısında ilk önce kadınları buluyor. Gecekondu kadınları kimi zaman ellerinde taşlarla, kimi zaman sopalarla yıkım ekiplerine karşı en önde direniyor. Tek hayalleri daha geniş, su ve elektriğin 24 saat hazır bulunduğu, çocuklarının oynayabileceği ağaçlı bir bahçenin olduğu bir ev olan kadınların ellerindeki gecekondularına saldırılması, kaybedecekleri bir şeyin kalmadığı noktayı işaret ediyor. O yüzden ne zaman televizyonda bir yıkım ve yıkıma direniş izlesek, emekçi kadın barikatın en önündedir. Ne zaman emekçi semtlerinde yıkımlarla ilgili tartışmalara girsek, kadınlar en kararlılarıdır emekçilerin. Kendisinin, eşinin ve çocuğunun geleceğidir o an onun için elindeki taş, sopa. Yıllarca önce gecekondu yıkımında direnişe katılmış emekçi bir kadının direngenliği öğretiyor aslında bize kadının gücünü ve kararlılığını: “Daha önce geldiklerinde önceleri kocam geri çekiyordu beni, sen karışma diyordu bana. Sonraları dinlemez oldum, gittim toplantılara. Kavgalar ettik. Beni vazgeçiremeyince o da geldi eylemlerimize. Yıktırmadık evimizi. Yine geleceklermiş diye duyuyoruz şimdi. Gelsinler bakalım, yine kurarız barikatlarımızı, taşlarımızı, sopalarımızı hazırlarız. Kimse çıkaramaz bizi burdan, biz yaptık bu evleri. Ölürüz de elletmeyiz geleceğimize...”

Tarihimizde çoktur örneği, emekçi kadın mücadeleye çekildiğinde gücü karşısında dünyanın titrediğine; o konuşmaktan çekinen, eğitimden, kültürden, sosyal hayattan dışlanmış ikincil cinslerin, kararlığıyla evdeki eşlerini bile arkalarına alıp yürüdüklerine... En son iki hafta önce, İstanbul'da bir yıkım ekibiyle gelen robokopların üzerine saldıran ve evini yıktırmayan genç kadının öfkesidir uyandırılmayı bekleyen...

Önümüzdeki dönem İstanbul'da, Ankara'da, İzmir'de, Antalya'da gecekondu yıkımları hızla uygulanmak istenecek. Ve kadınlar çifte sömürüye, açlığa, yoksulluğa, geleceksizliğe, evsizleştirmeye karşı içlerindeki öfkeyle evlerini yıktırmayacaklar. Emekçi kadının yaşadığı bu saldırı içinde özgürleşmesini sağlamak, kavgaya daha güçlü katılması için özel çaba harcamak önümüzdeki günlerde öncelikli görevlerimizden biri. Yıkımlara karşı örülmeye çalışılan militan ve birleşik mücadelenin etkili olabilmesi için önce evin kadınını örgütlemek, mücadeleye seferber etmek gerekiyor. Semtlerde kurumlarımız üzerinden, gazetemiz üzerinden yarattığımız olanaklarımızı, kadın komisyonlarımızı yıkımlara karşı da harekete geçirebilmemiz, yoksulluğa ve yozlaşmaya karşı açtığımız savaşımım en önemli ayaklarından biri olacaktır.

Başak Utku