11 Ocak 2008 Sayı: SİKB 2008/02

  Kızıl Bayrak'tan
   Saldırıları püskürtmek için devrimci sınıf mücadelesi!
  Sınır ötesi operasyonun karşılığı ABD emperyalizmine sınırsız hizmet!
ESK ve DİSK’in tutarsızlıkları
Dağlıca tutsaklarının iddianamesi tamamlandı…
Operasyonlara ve saldırılara karşı
birlikte mücadeleyi yükseltelim!
“Vatan mevzu bahisse gerisi teferruattır” ancak...
  Emekçi kadınlar Kurultay’a hazırlanıyor...
  Sınıf hareketinden...
  “Sosyal güvenlikte kara delik”: Yalancının...
Yüksel Akkaya
  Emekçi Kadın Kurultayı’na doğru...
  Düzen medyasına “Türbanlı komünist”ten yanıt:
  Verem değil düzen öldürüyor!
  Türkiye Facebook’ta rakip tanımıyor! .
  ABD’de başkanlık yarışı başladı...
  “Renkli devrim” safsatasının çöküşü
  Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in devrimci anılarını sahiplenmek için Berlin’e!
  Yeni bir yılda düzen şuursuzlaştırmaya
devam ediyor!
  Yeni bir yıla girerken...
M. Can Yüce
 yök Bültenlerden...
  Özgürlük ne yana düşer, YÖK ne yana!
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

“Sosyal güvenlikte kara delik”: Yalancının...

Yüksel Akkaya

Nicedir uzun yazı yazmıyordum; “okunmaz” diye! Ancak, sosyal güvenlik meselesinde bir kez daha at izi iti izine, it izi de at izine karışınca, uzunca yazmak zorunlu oldu. Ekonomik ve Sosyal Konsey’in 3 Ocak tarihli toplantısına katılımcıları ikna etmek için bizatihi katılıp, çaba sarfeden Bakanlar Kurulu Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, basına yansıyan haberlere göre şunları dile getirmiş:

“2006 yılında yaklaşık 23 milyar YTL transfer yapıldı. Bu rakam GSMH’nin yüzde 4’nü oluşturmaktadır. Sosyal güvenlik sistemine yapılan transfer tutarı geleceğimizi inşa eden yatırım bütçesinin neredeyse iki katıdır. Sosyal güvenlik kurumlarına 2006 yılında yapılan transfer tutarı ile 400 yataklı 150 hastane yada 16 derslikli 8 bin adet ilkokul yapılması mümkündür. 1994 yılından 851 milyar YTL olup bu tutar kamu net borç stokunun 3,5 katıdır. Sistemin giderek büyüyen açıklarına bir önlem alınmadığı takdirde ülkemizin gelecek yıllarını ipotek altına alınacaktır. Bu hepimizin ortak sorunudur. Bu gemide hepimiz bulunuyoruz. Selamete çıkabilmek içinde hep beraber ortak akılla bunu sürdürmek zorundayız. Nüfusumuzun yapısı 25-30 yılı içinde değişecek ve yaşlanacaktır. Şu anda nüfusumuz genç ve dinamik bir yapıdadır. Ancak bu genç nüfusumuza rağmen büyük sorunlar yaşayan sosyal güvenlik sistemimiz yaşlı nüfus sorununu yaşamaya başladığında bu sürdürülemez hale gelecektir.

“Eğer bugün bizler bu reformu yapmazsak bunu asla bir ideolojik zemine oturtamayız. Ne bunda bizim hakkımız var ne de başkalarının hakkı var. Burada ülkemiz nüfusunun geleceğini garanti altına almanın kararlarını bedeli ne olursa olsun bunu gerçekleştirme durumundayız. Türkiye 25-30 yıl sonra sosyal güvenlik alanında iflas etme noktasına gelecektir. Çocuklarımıza gelecek nesillerimize mevcut sistemin giderek ağırlaşan bedelini ödetmek zorunda değiliz. Başka ülkeler gelecekte onların ortak bir havuzdan istifade edebilmeleri için adeta ‘cash (nakit)’ paralar bırakırken, biz onlara dert küplerini bırakırsak onlarda herhalde bizler için hayır dua okumazlar. Sosyal güvenlik sisteminin performansını iyileştirmek hepimizin ortak görevidir. Bu süreçte bazı kesimlerin fedakarlıkta bulunmaları gerekebilir. Bunu bir pazarlık alanı olarak asla görmemeliyiz. Biz hükümet olarak siyasi bedeli ne olursa olsun sosyal güvenlik sisteminin çözülmesi için elimizi taşın altına koyduk”

Belli ki, bir “devlet adamı” olmaktan çok “iyi bir tüccar” olan R.T. Erdoğan, sosyal güvenlik alanını da pazarlamaya çalışırken hiç de lafını esirgememekte, sap ile samanı birbirine karıştırmaktan kaçınmamaktadır. Yıllarca yararlandığı bu sistemi (tüm zaaflarına, eksiklerine rağmen) başkalarına fazla görmektedir. Bunu yaparken de sanki herkese yeni ve daha iyi olanaklar sunuyor edası ile konuşmaktadır. Ancak, dilin kemiği yok işte. Ara sıra, sürçerek gerçeği dile getiriyor, “bu süreçte bazı kesimlerin fedakarlıkta bulunması gerektiği” açıklamasında olduğu gibi. Evet, Bakanlar Kurulu Başkanı, çok bilmiş Kasımpaşalı, gerçeği açıkça itiraf etmektedir. Bazı kesimler dediği en yoksul, işsiz-güçsüz, düşük ücretli kesim, yani nüfusun yarısından fazlası fedakarlık yapmak zorunda kalacaktır! Evet, evet, bir kez daha!

Peki ne menem bir şeydir ki bu sosyal güvenlik, bununla bu kadar uğraşılır. Söylenenler doğru mudur? Hakikaten bir kara delik söz konusu mudur? Varsa bu delik, kimin deliğidir? Bu sorulara yanıtlarımız uzunca olacak.

Önce sosyal güvenlik nasıl doğdu, felsefesi nedir, sermaye cephesi sosyal güvenliğe ne kadar düşman onu anlamaya çalışalım.

Son çeyrek yüzyıl sosyal güvenlik ve kurumları ile ilgili tartışmaların yoğun yaşandığı bir dönem özelliği taşımaktadır. Egemen söylem sosyal güvenlik kurumlarının açıkları üzerinden sürdürülürken, temel kaygı arka plana atılmaktadır.

İnsanoğlu yaşamı boyunca yaşamını sürdürmek için çeşitli risklere karşı önlem almıştır. Bu önlem her üretim biçimine bağlı olarak oluşan toplumsal formasyona göre “oluşmuş”tur. Kapitalist üretim biçimi ve bunun oluşturduğu ilişkiler, her alanda olduğu gibi, sosyal güvenlik ile ilgili alanda da farklı yaklaşımları, kurumları, ilişkileri gündeme getirmiştir. Öyle olduğu için kendisinden önceki üretim tarzı ve üretim ilişkilerine bağlı olarak oluşan “sosyal güvenlik” kurumlarını hızla etkisiz ve geçersiz kılmıştır. Kuşkusuz, bu çok da kolay olmamıştır. Uzun, zahmetli ve meşaketli bir mücadeleyi de gerektirmiştir. Sanayileşme ve kapitalist üretim tarzının egemenliğini kurması ile birlikte, bir önceki toplumun risklere karşı oluşturduğu “sosyal güvenlik” önlemleri yetersiz kalmış, sınırlarına vardığı için arkaik kalmaya mahkum olmuştur. Bu nedenle, artık ne çok çocuk sahibi olmak, ne dinsel kurumların “acıma” duygulu yardımları, ne loncaların içe kapanık korunma gelenekleri yeterli olmuştur. Yeni toplumun ihtiyacı, bütün bunların ötesinde idi. Çünkü, kapitalist üretim tarzı ve dayattığı yaşam biçimi, çalışma koşulları çok daha fazlasını gerektiriyordu. Hızla “esir köylülükten” “özgür işçiliğe” koşanlar, kentlerde kapitalist hayat tarzının ve çalışma koşullarının dayattığı yeni hayat ile yüzyüze kalırken, hayatta kalmanın da ne kadar zor olduğunu öğrenmeye başladılar. Denilebilir ki, kapitalist üretim tarzının dayattığı bu yaşam biçimine karşı işçilerin kendilerini korumak için girdikleri arayış, işçi hareketinin ikinci ve çok önemli bir korunma isteğinden başka bir şey değildir.

İşçi sınıfının kapitalizme, kapitalist sistemin gerektirdiği hayat tarzına karşı, korunmak için, sınıf “dürtüsü” ile hareket ederek çözüm ararken “sosyal güvenliği” keşfettiğini söylemek mümkündür. Ancak, bu ikinci arayış, bir öncekinden farklı olarak, bu kez kapitalist yaşam tarzını bir kabule ve bu kabul sonucunda kendisini koruma amacına dayanır. Kapitalist hayat tarzına karşı emekçilerin ilk köklü itirazı yaygın olarak makine kırıcılığı olarak bilinen, ancak ve yine “aslanların” tarih anlatıcılığı açısından, kapitalist yaşam tarzına bir büyük başkaldırı olan Luddist harekettir. Luddistler nezdinde makina kırıcılığı olarak sermayenin dili ile aktarılan tarih aslında, emekçilerin kapitalist hayat tarzına ve yeni çalışma ilişkilerine büyük ve radikal bir başkaldırıdan başka bir şey değildir. Suçun kapsamının genişletildiği, cezaların ağırlaştırıldığı kapitalist toplumun oluşturulma sürecinde buna karşı çıkan Luddistler’in kaderinde ağır bir yenilgi vardı. Yenildiler! Bu büyük isyanı kan ve ateşle bastıran kapitalistler emekçileri ağır çalışma koşullara zorla ikna etmiş oldular. İşçi sınıfı için sorun şimdi yeni topluma ve onun hayat tarzına uyum sağlamaktı. Ağır çalışma koşulları, uzun süreli çalışmalar iş kazalarını, meslek hastalıklarını “tetiklerken”, her işsiz kalış işçileri ve ailelerini bir hayatta kalıp kalmama sorunu ile de karşı karşıya bıraktı. Buna bir de “yaşlanınca” ne olunacağı sorunu eklendi. Eski kurumlar, eski “çözümler” işlevsiz ve yetersizdi.

Dönemin liberal iktisatçıları olan A. Smith, D. Ricardo ve T. Malthus yeni hayatın sorunu olan yoksulluğu ücretleri baskılayan nüfus artışında görüyor, bu nedenle sosyal riskleri önlemeye/azaltmaya yönelik koruyucu önlemlere şiddetle karşı çıkıyorlardı. Kuşkusuz bu tutum emek gücünü bir metaya dönüştürürken, yoksulluğun/sefilliğin de cehenneme giden kapılarını açıyordu. Bugün de Smith’in, Ricardo’nun, Malthus’un kötü bir çırağı olan R. T. Erdoğan “kara delik” diyerek benzeri politikaları sürdürmeye çalışmaktadır.

Başlangıçta, işten kaçarak, meyhanelere sığınarak, zaman zaman yöneticilere sert müdahalelerde bulunarak, tekil ve ilkel bir şekilde karşı koyan işçi sınıfı, zamanla bunu aşarak, sınıf bilincini ören, kendisine güven sağlayacak, geleceğini garantiye alacak arayışlara yönelmekte gecikmedi. Yardım sandıkları kurdu: Kazalara, hastalıklara, işsizliğe, yaşlılığa karşı. Yeni üretim tarzı, kaçınılmaz olarak oluşturduğu yeni üretim ilişkilerinin bir gereği olarak yeni kurumları da ihtiyaç duyuldukça oluşturmaya başladı, bu kez işçiler tarafından. Önce meslek sahipleri, yani nitelikli işçiler kapitalist üretim tarzının dayattığı yeni hayat tarzına karşı korunmak için yardım sandıkları kurdular. Ardında niteliksiz işçiler. Sağda solda kurulan bu tek tük yardım sandıkları başlangıçta kapitalistleri rahatsız etmedi. Ancak yardım sandıklarının artan sayısı hem işçilere güven veriyor, hem de bir sınıf bilinci oluşturmaya başlıyordu. İşçi sınıfı, İngilizler’in o “sefil”, Dickens’in 1845’te “Oliver Twist” ve aynı yıl Disraeli’nin “Sybil” eserlerinde resmettiği/anlattığı “yoksul yasalarını” aşmıştı. Teslim olmak yerine, sınıf dayanışması içinde, yeniden örgütlenerek, ilkin kapitalist hayata karşı tutunmaya sonra da karşı çıkmaya başlayacaktı bu yardım sandıkları aracılığı ile. Zira, ilk köklü, güçlü, sert grevlerin yaygınlaşması da bu yardım sandıklarından sonra başlayacaktı. Böyle olduğu için, yardım sandıkları sadece dayanışma, anı ve geleceği kurtarma kurumları olmayıp, etkili grevler aracılığı ile karşı saldırıya geçmenin de kurumları oldu. Ludistler’den sonra işçi sınıfı ilk kez bu yardım sandıkları aracılığı ile daha güçlü olarak ayağa kalkıyor ve kapitalist hayatın ağır yükünü hafifletmeye çalışıyordu. Ludist hareket ile yardım sandıklarının beslediği işçi hareketi arasındaki fark kapitalist hayat tarzına karşı koyuş yerine, yükünü hafifletmekten ibaretti. Ortak nokta ise kapitalistlere güvenle karşı koymaktı. Bu durumda, kendisine meydan okuyan Ludistler’i tarihten silen kapitalistlerin bu yeni meydan okuyuşa karşı sessiz kalması beklenemezdi. Üstelik bu kez sosyalist düşünceler toplumu ve işçi sınıfını sarsmaya başlamıştı. Yani işçi sınıfı adına yeni bir toplum tahayyül ediliyordu. Ütopik sosyalistlerin açtığı yol, bilimsel sosyalistlerce daha sağlam taşlarla döşenip, pekiştiriliyordu.

1793’te Fransa’da, devlet tarafından İnsan Hakları Deklarasyonu ile ürkek, çekingen üstü örtük ilk adımları atılan sosyal güvenliğe yönelik önlemler, işçi sınıfının yardım sandıkları aracılığı ile ulaştığı noktada sosyalist hareket ile buluşması yaklaşık yüzyıl sonra, 1880’de Almanya’da daha cesur bir karşılığını bulacaktı. 1760 yılında Fransa’da marangozların kurduğu ilk yardım sandığı hem toplumsal hem de sınıf  bilincinin ilk adımı olarak kabul edilmelidir.[1] 1830 Devrimi’nin eşiğinde Fransa’da yardım sandıkları hızla çoğalmaya başladı. (Öyle ki, 1883 yılında Fransa’da 113.000 kömür işçisinin 109.000’i Madenciler Yardım Kasası’na üye idi). Kuşkusuz diğer ülkelerde de. Başlangıçta pasif bir karaktere sahip olduğu için devletler tarafından pek önemsenmeyen bu kurumlar, zamanla sınıf bilincini oluşturma ve geliştirme açısından çok önemli rollere sahip olmaya başlayınca, grev eylemlerinin desteklenmesinde, direnişlerin gönüllü desteklenmesinde önemli roller oynamaya başlayınca bir müdahale ile de karşı karşıya kaldılar. Özellikle III. Napolyon döneminde yardım sandıklarının kontrol altına alınmasına yönelik büyük çabalar gösterildi. Pre-sendikal örgütlenme biçimine dönüşmeye başlayan bu yardım sandıkları işçi sınıfı için bir çıraklık dönemi olarak da kabul edilebilir.[1] Sadece çıraklık değil, onu aşan dayanışmayı besleyen kurumlar olarak da. Kısacası, sosyal güvenlik kurumlarının kapitalist toplumdaki ilk çıkışı, zamanla basit yardımlaşmayı aşıp, bir sendikal örgütlenmenin ilk formlarına dönüşmeye başlamış, sınıf bilincini, dayanışmasını örmüş ikinci aşama için önemli birikim oluşturmuştur. Böyle olduğu için de ilk sosyal güvenlik kurumları kapitalistler için tehlikeli bir mecraya sürüklendiği için kontrol altına alınması gereken “şeyler” olmuştur. Bunun için, çok beklenmeyecekti. 1830 ve 1848 devrimleri ile oldukça ürkmüş olan kapitalistler, bu “naif” kurumların yöneldiği “tehlikeli” süreci durdurma ihtiyacı duymak zorundaydılar. Başlangıçta paternalist bir yaklaşım ile bu kurumlaşma sürecine müdahale eden kapitalistler, ki bu ideolojik bir müdahaleden başka bir şey değildi, daha sonra Bismarck’ın temsil ettiği bir düşüncede bunu daha kurumsal yaptılar.

Alman birliğini sağlayan ve 1871’de Fransa’ya karşı zafer kazanan Bismarck için kalan tehlike içerdeki işçi hareketi ve sosyalistler idi. Gelişen sendikal hareket, yeni sosyal demokrat partiye Reichstag’a 12 milletvekili sokacak bir güce ulaşmıştı. Bu durum, sosyalistlerin sırtında yükselen bir milliyetçi olan ve “beyaz devrimci” olarak adlandırılan Bismarck’ı işçi sınıfı ile “ilişkilenerek” “sozial Staat”ı (Sosyal devlet) kurmayı düşünmeye yönlendirir.[1] Ancak, Bismarck işçi sınıfı ile giriştiği büyük “pazarlıkta” adeta “ölümü gösterip sıtmaya” razı eder emekçileri. 1860’lı ve 1870’li yıllar boyunca greve giden işçilerin talepleri arasında ücretlerin yükseltilmesi, çalışma sürelerinin kısaltılması da vardır.  Bismarck bu talepleri sert bir şekilde reddederken, kazanılmış bir hak olan ve işçi sınıfının öz kurumlaşması olan sosyal güvenliğe yönelik yardım sandıklarını yasal bir temelde kurumsallaştırmayı tercih etti. Bu, kamçının yanında işçi sınıfına biraz da güler yüz göstermekten başka bir şey değildi.[1] Ancak bu uygulama ile sosyal politika kavramı ilk kez Alman dilinde Sozialpolitik olarak artık yerini alacaktı! Böylece Lassalle’ın sosyal demokrasiciliğini önemli ölçüde etkisiz kılıp, işçi hareketini yumuşatırken, işçi sınıfını da sistem içine çekmeyi umuyordu Bismarck. Zaman, onun ne kadar doğru davrandığını gösterecekti. Kuşkusuz Lassalcılığın da öngörüsüzlüğünü…

Bismarck’ın sosyal sigortalara dayalı sosyal güvenlik yaklaşımı İngiltere’de kapitalist sistem adına bir “ileri” adım atarak Beveridge sistemine ulaştı. Yoksulluğun, işsizliğin, isyanın kol gezdiği İngiltere bu kez işçi sınıfına ve topluma daha kapsamlı bir işbirliği teklif ediyordu. Kapitalist sistemi tahkim etmek adına sosyal güvenliğin sigorta sistemi ile değil genel bütçeden, vergiler ile finansmanı. II. Dünya Savaşı’ndan faşizme karşı zafer ile çıkmış olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, kapitalist sistemi işçi sınıfına daha büyük bir ödün vermeye itiyordu.

İşçi sınıfının kapitalist hayat tarzına karşı ilkin korunmak için oluşturmaya başladığı yardım sandıkları şeklindeki sosyal güvenlik kurumları zamanla işçi sınıfının bilinç edindiği, sendikal örgütlenmeye dönüştüğü kurumlar olmaya başlayınca kapitalistler tarafında kontrol altına alınmak için iki köklü müdahale ile karşılaştılar:  İlki 1880’lerdeki Bismarck modeli, ikincisi 1940’lardaki Beveridge modeli oldu. İşçi hareketinin zayıfladığı, sendikal örgütlenmesinin adeta çöktüğü günümüzde her iki sosyal güvenlik modelinin tahrip edilmeye çalışılması tesadüf olmayıp, sermaye cephesinin davranışlarına ve kapitalist sistemin kurallarına uygundur. Zira, sosyal güvenlik sorunu işçilerin sorunudur, kapitalistlerin değil.

Evet, sosyal güvenlik bir işçi sorunudur, kapitalist sorunu değil. Zira, sosyal güvenlik işçinin bugüne kadar geleceği için de önemlidir. Sadece işçinin mi? Elbette hayır. Ailesinin, yakınlarının da sorunudur sosyal güvenlik. Kimlikli, kişilikli, karakterli, başkaldıran, istemesini bilen bir insan için güvencedir sosyal güvenlik. Onurlu bir yaşam sürdürmek için de gereklidir sosyal güvenlik. Valinin ihsan edeceği yarım ton kömüre, belediye başkanının sadaka olarak kafasına kaktığı iki kilo pirince, bir kilo şekere muhtaç olmamak için gereklidir sosyal güvenlik. İhsan ve biat üzerine kurulu, çürümüş, kokuşmuş bir tarikat toplumuna dönüşmemek için bir garantidir, güvencedir sosyal güvenlik. İşte salt bu nedenle sosyal güvenliğe düşmandırlar. Kara delik, başka bir deliktir.

Kimin deliğidir, kara delik? Elbette ki emekçilerin değil! Delik, sermayenin ve onun adına iktidarda olanların deliğidir. Bu nedenle bu deliğin mutlaka emekçilerce kapatılması gerekir. Sosyal güvenlik kurumlarından en büyük açığı veren Emekli Sandığı’dır. Kimler yararlanmaktadır buradan? Memur denilen, kamu emekçileri. Yani, devlet personeli. Bu durumda devlet kendi personelinin sigortasını yatırmayarak bir açığa neden olmakta ve bunu da bize “kara delik” olarak sunmaktadır. Tabii, utanma duygusu bir kez yok olunca geriye bir şey kalmıyor. Bu nedenle yalan söylemek çok basit bir “iş” oluyor. Gelelim “kara delik”in diğer nedenine. SSK’nın açıkları kara delik olarak gösterilmektedir. Peki SSK neden açık vermektedir? Kaçak işçilik önlendiği, herkes sigortalı olarak çalıştırıldığı için mi, sigorta primleri 30 gün üzerinden, tam olarak tahsil edildiği için mi, sık sık sigorta pirimi affı ile sermayeye kaynak yaratıldığı için mi, sigorta fonlarında toplanan paralar enflasyonun altında faizlerle batık kredi olarak sermaye kesimine verildiği için mi? Pek sayın muhterem “iyi tüccarın” bu sorulara verebilecek tek bir yanıtı yoktur. Sorduğunuzda söyleyeceği şey bellidir. Ancak, bizim de söyleyeceğine vereceğimiz cevap bellidir: Kara deliğinizi kapatırız, verin işi bize, karışmayın, o kadar. İşimizi iyi yaparız biz.

Aslında sosyal güvenlik kurumlarında kara delik bir yana, alacaklı oldukları kesindir. Bugün Emekli Sandığı fonları ile kurulmuş olan ve sağa-sola peşkeş çekilmiş otellerden, SSK’nın 1960’lı, 1970’li yıllarda Kamu İktisadi Teşekküleri’nin kuruluşunda sermaye olarak kullanılan fonlarından, enflasyonun ve reel faiz oranlarının çok ama çok altında faizlerle sağa-sola verilen kredilerin yeniden gerçek faizleri üzerinden bir tahsilat yapsak bırakın kara deliği, memleketin borçları bile ödenir. Örneğin, 1975-1995 arasındaki dönemde SSK fonları enflasyon + % 5 oranında değerlendirilseydi, bugün bırakın açığı, SSK’nın kasasında ek 12 milyar dolar para olacaktı. İşsizlik Sigortası Fonu’nun bu türden işletilmiş olması, bırakalım açığı, bugün sermaye cephesinin iştahını kabartan devasa bir birikime yol açmıştır. 2007 yılı Kasım ayı itibari ile bu fonda 30.5 milyar YTL birikmiş olması durumu çok açık olarak ortaya koymaktadır. Kara deliğin müsebbibleri iyi düşünmelidir. Halkın gazabını hatırlamalıdır.

Bugün emekçilerin yapacağı şey fedakarlık değil, tersine alacakların tahsiline soyunmaktır.

Emekçiler, SSK fonları ile kurulmuş KİT’lerin gelirlerinden pay istemeli, özelleştirilmiş ise katkısının karşılığını yasal faizi ile talep etmelidir.

Emekçiler, fedakarlık yerine, sigorta primlerinin affından meydana gelen açığın kapatılması için bu primlerin faizi ile birlikte tahsilini talep etmelidir.

Emekçiler, ödenmeyen, yarım ödenen primlerin mutlaka tahsilini sağlamalıdır.

Emekçiler, geçmiş zamanlarda enflasyon altında faiz oranları ile sağa-sola verilmiş fonların, cari faizler üzerinden nemalandırılarak tahsilini talep etmelidir.

Emekçiler, kayıtdışı istihdamdan kaynaklanan açığın kapatılması için kayıtdışı denilen istihdamın sona erdirilmesinin, herkesin sigortalı olmasının gereğini talep etmelidir.

Evet, sadece düzen içi, sistem içi bu yağma/talan ortadan kaldırılsa bile kara delik kapanır. Kimseye muhtaç olunmaz.

Bu durumda pek sayın muhterem iyi pazarlamacı idarecimizin de gerçek yüzü ortaya çıkar! Kandırmaca hesaplar ile yaptığı lafazanlık, yalancılık olarak düzeltilmiş olur. Evet, “400 yataklı 150 hastane ya da 16 derslikli 8 bin adet ilkokul” daha yapılabilirdi, sosyal güvenlik kurumlarının fonlarını sermaye cephesine peşkeş çekmeseydiniz! Sap ile samanı karıştırmayıp, ciddi olalım. Demek ki, emekçilerin bir de 400 yataklı 150 hastane veya 16 derslikli 8 bin okul kaybı olmuş, sermaye cephesinin sosyal güvenlik kurumlarının fonlarının yağmalaması nedeni ile. Bize düşen de bu durum da “yalancının….” demekten başka şeyler olsa gerek.

 

 

1 ) Fransa’da yardım sandıkları tarihi için bakınız: Yves Saint-Jours (Ed.), Traite de Securite Sociale, Tome V, LGDJ, 1990.

1 ) “Sosyal sigorta için verilen bu mücadele, Almanya’daki proleter sınıf hareketi ve proletaryanın örgütlenme gayretlerinde olduğu gibi, eskiydi. Artık 1848’den önce işçiler, sendikal karakter taşıyan kendi yardım ve mali işlerini yaratmışlardı. Sendikalar, yardımlaşma sandıklarının taşıyıcıları haline geldi” . A. Försler,  Paylaşım Savaşı Öncesi Almanya’da Sınıf Mücadelesi, (Çev.  E. Ateş), Ana Yayınları, İstanbul, 1977, s. 85.

2 ) Bakınız: B. M. D’Intignano, La Protection Sociale, Le Livre de Poche, 1997.

3 ) A. Försler,  Paylaşım Savaşı Öncesi Almanya’da Sınıf Mücadelesi, (Çev.  E. Ateş), Ana Yayınları, İstanbul, 1977, s. 86.