5 Eylül 2008 Sayı: SİKB 2008/36

  Kızıl Bayrak'tan
  Gürcistan krizi ve Türkiye
   Burjuvazi solunu aramaya devam ediyor!
Komutan yeni, parola eski:
Toplu görüşme süreci ve devrimci sorumluluk!

Metal sektöründe mücadele dinamikleri ve görevlerimiz

Metal TİS’lerine müdahale
sorumluluğu
  Canovate’deki saldırıya gereken yanıt verildi...
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  12 Eylül faşizminden hesabı işçi ve emekçiler soracak!
  Mehmet Beşeli ile 2008-2010 Metal Grup Toplu Sözleşmeleri üzerine konuştuk…/2
  Memlekette sendika(cılık) var mı ?..
Yüksel Akkaya
  Kapitalizmin “güçlü” kadını değil, sosyalizmin özgür kadını!
  Gerici savaşlar halkların birleşik direnişiyle yanıtlanmalıdır!
  Dünyadan...!
  McCain ile Obama’nın başkan adaylığı kesinleşti…
  Çok kutupluluğa doğru…- M. Can Yüce
  Sol liberalizm: İllüzyon tüccarları ve
kolera günleri / 1
Volkan Yaraşır
  “İki, üç daha fazla Vietnam!”
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

12 Eylül faşizminden hesabı işçi ve emekçiler soracak!

Türkiye’de 12 Eylül askeri faşist rejiminin işçi ve emekçi hareketi ile devrimci harekette yarattığı tahribatın izleri hala sürüyor. Bunda 12 Eylül’ün hesabının hala sorulamamış olması önemli bir rol oynuyor.

Elbette burada kritik sorun, bu hesabı kimin soracağı ve bu hesabın kimden ve nasıl sorulacağıdır. Bu soruya verilecek doğru yanıtın önkoşulunun ise, bilimsel bir teoriye dayalı program ve perspektif olduğu açıktır. Ne yazık ki bu, 12 Eylül faşizminden hesap sorma iddiasında olanların da en zayıf yanlarıdır. Mevcut tabloyu değiştirmede işçi sınıfına dayalı bir devrimciliği temel alanların da işinin pek kolay olduğu söylenemez. Zira, sorunun daha birinci halkasında karşımıza sınıf hareketinin yıllara dayalı sorunları, işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyindeki geriliği çıkmaktadır. 

Evet, 12 Eylül faşizminin hesabı mutlaka sorulmalı, darbeci generallerinin boyunlarına suçlu yaftası mutlaka asılmalıdır. Ama bunun için, sınıf hareketinin politik düzeyinin yükseltilmesinin zorunlu koşul olduğu da asla unutulmamalıdır.

12 Eylül faşizminin hesabını sorma iddiası taşıyanların açıklığa kavuşturması gereken hususlardan birisi de, bu hesabın kimlerden sorulacağıdır. Suçlular, 12 Eylül faşizminin simgesi haline gelmiş, onca insanın katledilip sakat bırakılmasından doğrudan sorumlu olan generallerden mi ibarettir? Elbette, sanık sandalyesine öncelikle oturtulması gerekenler bu generallerdir. Fakat suçlular bunlarla sınırlı değildir. Hayli kabarık olan suçlular listesinin gerisindeki asıl suç odağı, faşizmi yaratan sermaye düzeni ve devletidir. Dolayısıyla, esas hedefe konulması ve hesap sorulması gereken odur. Hesabını gerçekten sormaya kararlı bir işçi sınıfı, mücadelesini sermaye düzenini sorgulamaya yöneltmeksizin hesap defterini kapatamaz.

12 Eylül faşizmiyle gerçekten hesaplaşabilmek için, onun ne anlama geldiğini ve bu çerçevede neler olup bittiğini bir kez daha hatırlamak gerekiyor. Zira, dünya kapitalizminin ekonomik krizinin daha da derinleşeceği, savaşlarla birlikte sınıf mücadelesinin de yükseleceği önümüzdeki dönemde işçi sınıfı kitlelerinin ihtiyacı, sınıf mücadelesinin tarihsel deneyimleriyle donanmış bilinçli devrimci bir örgütlülüktür. Tarih bilincini kazanamayan bir işçi sınıfı, gerçek anlamda bir sınıf bilincini de kazanamaz. Bu açıdan, tarih ve sınıf bilincinin yitirilmesinde önemli bir dönemeç olan ve sınıf mücadelesi tarihinde önemli bir kırılma noktasını ifade eden 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğünün ortaya çıkış koşullarını ve sonuçlarını ele almak önem taşımaktadır.

Burjuvazinin önündeki engel

‘70’li yılların ikinci yarısında sürekli bir iktisadi krizin pençesinde kıvranan Türkiye kapitalizmi, 1980 başında tıkanma noktasına gelmişti. 24 Ocak Kararları tıkanıklığı gidermenin, ekonomiyi yeni temeller üzerinde sözde yeniden kurmanın, büyümeyi ihracata dayamanın reçetesi olarak gündeme getirildi. Sermaye sözcüleri bu politikayı “ekonomik istikrar tedbirleri” olarak nitelediler. Serbestçe uygulanabilmesi ise “siyasi istikrar”a bağlıydı, 12 Eylül faşist askeri darbesi bunun koşullarını yaratmayı amaçlıyordu. Bunun için de darbenin koşullarının hazırlanması gerekiyordu.

En büyük engel, ‘70’li yılların ikinci yarısında ivme kazanan devrimci yükselişti. İşçi hareketini ve devrimci hareketi pasifize etmek, yığınları milliyetçilik-mezhepçilik temelinde bölüp birbirine düşürmek için faşist terör devreye sokuldu. Devrimci hareket ve işçi sınıfı üzerinde estirilen terörün, sendika, dernek vb. kurumlara yönelik saldırıların, aydınlara yönelik cinayetlerin amacı kitleleri korkutmak, pasifleştirmek, güvensizleştirmek, başta küçük burjuvazi olmak üzere geniş kitleleri orduya bel bağlar hale getirmekti.

Bunun için önce “sağ-sol” kavgası demogojisine zemin hazırlayan faşist saldırılar birbirini izledi. Faşist beslemeler tetikçi olarak kullanılarak devrimcilere yönelik iğrenç cinayetler gerçekleştirildi. Bununla da yetinilmedi, büyük provokasyonlar tezgahlandı. İlk olarak 500 bini aşkın işçi, emekçi ve devrimcinin katıldığı ‘77 1 Mayısı’nı, CIA destekli bir kontr-gerilla operasyonu ile kana buladılar.16 Mart 1978’de faşistler İstanbul Üniversitesi’ne saldırdı ve 7 öğrenci öldürüldü. Bu olaya karşı DİSK’in önderliğinde büyük bir tepki örgütlendi. 20 Mart’ta 2 saatlik üretimi durdurma eylemine 1 milyon işçi ve emekçi katıldı. Bundan sonra saldırıların boyutu genişleyerek devam etti. Önde gelen aydınlar faşistler tarafından katledildi. Artan saldırılar Anadolu şehirlerine de kaydırıldı ve mezhep çatışmaları kışkırtıldı. Kahramanmaraş’ta 19 Aralık 1978’de başlayan saldırılar tam anlamıyla bir katliama dönüştü. 25 Aralık’a kadar süren çatışmalarda 100’ün üzerinde insan faşistler tarafından hunharca katledildi ve yüzlercesi yaralandı. Alevi kökenliler şehri terketmek zorunda kaldılar. Kahramanmaraş katliamı, DİSK önderliğinde ve çeşitli meslek ve öğrenci örgütlerinin de katılımıyla, 500 bin işçinin kısa süreli iş bırakmasıyla protesto edildi.

Faşist terör sermayenin planlarını uygulamak için somut zemini hazırlamıştı. 1979’da sıkıyönetim ilan edildi. Ancak darbenin zemini hâlâ hazırlanmış değildi. Grevler, yürüyüşler, işgaller devam ediyordu. Olaylar sıkıyönetim altında daha da tırmandırıldı. Maraş benzeri bir saldırı 1980 Temmuzu’nda Çorum’da gerçekleştirildi. 22 Temmuz’da ise Maden-İş Genel Başkanı Kemal Türkler katledildi. Türkler’in cenaze törenine yüzbinlerce işçi ve devrimci katıldı. 1 milyona yakın işçi üretimi durdurdu. Ancak sendikal bürokrasinin ve revizyonizmin dizginlemesiyle tepkiler yatıştırıldı.

Ocak 1980’de bu kez doğrudan işçi sınıfı hareketine dönük saldırılar yaşandı. İzmir’de Tariş işletmesinde çalışan işçiler işten atılıp yerine faşistler alınmak istendi. Bu planlı bir saldırıydı, işçilerin fabrikaya sahip çıkacağı biliniyordu. Jandarmalar eşliğinde panzerlerle fabrika kuşatıldı. Silahlı saldırı sonucunda 50 işçi yaralandı, 200 işçi gözaltına alındı...

12 Eylül askeri darbesinin sonuçları

Katliamlarla ve provokasyonlarla bir darbenin zemini hazırlanmıştı.12 Eylül 1980’de sokaklar tanklarla, eli silahlı askerlerle kuşatılmıştı. Darbeyi yöneten beşli cuntanın başındaki Kenan Evren, sabah radyo ve televizyonlardan halka seslenirken, Türkiye’yi bir uçurumun kıyısından döndürdüklerini söylüyordu.

Devlet, 12 Eylül’le birlikte sermayenin ihtiyaçları temelinde yeniden yapılandırıldı. Askeri faşist cunta her şeyi yeniden düzenledi. Meclis dağıtıldı, tüm yetki Milli Güvenlik Konseyi’nin elinde toplandı. MGK bir yıl dolmadan tam 268 kararname çıkardı ve devleti baştan aşağı yeniden inşa etti. Belediye başkanların-dan ilçe kaymakamlarına kadar herkes görevlerinden alındı ve yerlerine askeri atamalar yapıldı.

Askeri cunta ilk olarak, grevde olan binlerce işçinin grev çadırlarını dağıttı. Tüm sendikal faaliyetler durduruldu, grevler yasaklandı, ücretler donduruldu. Türk-İş hariç tüm sendika ve dernekler kapatıldı. DİSK’in bütün malvarlığına el konuldu. Tüm siyasi partiler kapatıldı. Devrimci örgütler ve devrimciler üzerinde yoğun bir terör dalgası estirildi. Onbinlerce devrimci, işçi ve sendika yöneticisi tutuklanarak cezaevlerine tıkıldı, işkencelerden geçirildi.

Faşist askeri cunta, işçi sınıfına adeta savaş açtı, onu büyük ölçüde sindirmeyi başardı. 1963 ile 1980 arasındaki tüm kazanımlar bir çırpıda askeri cunta tarafından yok edildi. Artık grevler yoktu ve ücretleri Yüksek Hakem Kurulu belirleyecekti. Darbeyle birlikte binlerce işçi işten atıldı ve kara listeler oluşturuldu. SSK Kanunu’nda değişikliğe gidildi. Sendikalar Kanunu ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu yeniden düzenlendi. Sendikalaşmanın önüne muazzam engeller dikildi, kıdem ve ihbar tazminatları kırpıldı, yıllık izinler düşürüldü, ikramiyelere son verildi. 1979’da gelir dağılımında işçilerin aldığı pay yüzde 32,8 iken, 1988’e gelindiğinde bu pay yüzde 14’e düşürülmüştü.

Böylece hem uluslararası burjuvazi hem de Türk burjuvazisi askeri cuntayla birlikte “siyasal istikrar”ı yakalamış oluyor, saldırı politikalarını rahatlıkla hayata geçiriyordu.

Askeri faşist diktatörlüğün aldığı kararlar ve uygulamaları her türlü yargı denetiminden muaf tutuldu. Daha sonra bizzat askeri rejim tarafından hazırlanan Anayasa’ya göre, cuntanın uygulamalarına ve cuntacılara karşı herhangi bir yasal işlem yapılamayacaktı. Askeri cunta siyasal alan üzerinde tam egemenliğini kurmuştu. 12 Eylül Anayasası’yla 1960 Anayasasıyla tanınan pekçok hak ortadan kaldırıldı. Antidemokratik yasalar emekçi kitlelerin karşısına her adımda çıkacak ve onları boğacak şekilde düzenlendi. Sendikalaşmanın ve örgütlenmenin önüne devasa engeller kondu, grev yapmak alabildiğine zorlaştırıldı. İşçi ve emekçiler sindirildi, örgütlülükleri dağıtıldı.

1982’de, askeri cuntanın hazırlattığı anayasa halkoyuna sunuldu ve %90’ın üzerinde oyla kabul edildi ve Genelkurmay Başkanı Kenan Evren resmen cumhurbaşkanı seçildi. Hazırlanan Anayasa 1983’ten itibaren parlamenter sisteme geçmeyi öngörüyordu, ama bu 12 Eylül rejiminin kalıcı hale getirildiği bir parlamenter sistem olacaktı. Ordunun sarsılmaz ağırlığı yıllar boyunca tüm siyasi yaşama damgasını vururken, 12 Eylül faşizmi ardında antidemokratik yasalar, kurumlar ve örgütlü mücadeleye derin bir korku besleyen bir işçi sınıfı bıraktı.

1983’te yapılan seçimlere ancak askeri diktatörlüğün izin verdiği ve sayılarının 2-3’ü aşmasına dahi tahammül edilmeyen burjuva partiler katılabildiler. Cunta şefi Kenan Evren burjuvazinin özlemi olan istikrarı sağlayacak en fazla iki yeni parti olması gerektiğini dile getiriyordu. Bunlardan birisi sözde solu temsil ettiği iddiasıyla ortaya sürülen Halkçı Parti iken, diğeri sözümona sağcı liberal politikayı temsil edecek olan Milliyetçi Demokrasi Partisi’ydi. Fakat, MGK’nın istemine uygun düşmeyen gelişmeler olmuş, başka partiler de kurulmuştu. MGK bu partileri seçimlere sokmamak için kurucu üyelerini veto etti. Veto edilen kurucu üye sayısı bine çıkmıştı. Sonuçta seçimlere sadece cuntanın onayladığı MDP, HP ve 24 Ocak Kararları’nın hazırlayıcısı ve askeri faşist diktatörlüğün başbakan yardımcısı olan Özal’ın ANAP’ı katıldı ve kazanan ANAP oldu. Ardından 24 Ocak Kararları parlamenter sistem örtüsü altında ama özünde askeri faşist diktatörlüğün estirdiği gericilik dalgası içinde sorunsuz uygulanmaya devam edildi.

Bugün 12 Eylül rejiminin işçi sınıfına giydirdiği deli gömleği hâlâ parçalanmış değildir. İşçi ve emekçiler üzerindeki baskılar devam ediyor, sendikalaşma, örgütlenme ve hatta grevler fiilen engelleniyor. Ekonomi krizlerle sarsılıyor ve krizlerin faturası her zamanki gibi işçi ve emekçilere çıkartılıyor. Siyasal baskılar, yasaklar ve yasaklamalar devam ediyor. Devrimciler katlediliyor, hücrelere tıkılıyor. Kürt ulusuna karşı inkâr ve imha politikaları uygulanmaya devam ediliyor

İMF’nin sosyal yıkım politikalarını uygulayan ve savunanların 12 Eylül karşıtlığı tam bir ikiyüzlülüktür!

Cuntayla grevler yasaklandı, sendikalar kapatıldı, artık patronların gülme dönemi başlamıştı. Cunta zulmün, IMF ekonominin yönetimine geçmişti. Bu “düzenleme” bugün aynen sürüyor. 12 Eylül’den bu yana geçen 28 yıl boyunca bu ülkede IMF kararları devlet politikası olarak uygulandı ve uygulanmaya devam ediyor. IMF kararlarının uygulanması için, “istikrar” adına her türlü zulmü, baskı ve yasağı uygulayan 12 Eylül generalleriyle, bugün sermaye devletinin başında bulunan generaller ve hükümet arasında hiçbir fark yoktur. Emperyalizmin ve işbirlikçilerin çıkarları için yüzbinlerce işçi sokaklara atılarak işsiz bırakıldı. Zamlar kesintisiz sürdürüldü.

Bugün AKP hükümeti, dış politikada ABD’nin, ekonomide IMF’nin, siyasette MGK’nın kurmaylığında, önüne konulan yeni sömürü programını harfiyen uygulayarak emekçileri cunta yıllarından çok daha derin bir sefalete, açlığa, işsizliğe sürüklüyor. 12 Eylül, IMF reçeteleriyle, tekellerin vurgunlarıyla, yolsuzluklarla sürüyor.

12 Eylül kurumlarıyla içiçe olanların 12 Eylül karşıtlığı tam bir sahtekârlıktır!

12 Eylül bugün MGK’sı, Anayasası ve YÖK, YHK gibi kurumlarıyla sürmektedir... 12 Eylül rejimi, kışla nizamını üniversitelere taşımak için YÖK’ü kurdu. Uygulamalar sonucu yıllarca sessiz kalan öğretim üyelerini bile isyan ettiren YÖK, üniversitelerde 12 Eylül’ü sürdürüyor.

12 Eylül sabahı yönetimde kendilerini Milli Güvenlik Konseyi olarak adlandıran generaller cuntası vardı. Bugün de sermaye devletinin başında sayısal ve siyasal ağırlığını generallerin oluşturduğu bir kurum, yani Milli Güvenlik Kurulu var. 12 Eylül, iplerin tümüyle generallerin eline geçmesinden başka bir şey değildi. MGK bugün tüm temel karar ve politikaların belirlendiği mercidir.

12 Eylül kontrgerilla örgütlenmeleri ile sürüyor!

12 Eylül, öncesi ve sonrasıyla tam bir kontrgerilla operasyonudur. Kontrgerilla devleti 12 Eylül ile birlikte daha da tahkim edilmiş, kontrgerilla faaliyetlerinin kapsamı genişletilmiştir. Yeni bir devrimci gelişmenin önüne geçmek, Kürt halkının yükselttiği mücadeleyi boğmak için en kirli yol ve yöntemler kullanılmış, “devlet hizmetine alınan” katillerin ve mafyacıların sayısı arttırılmıştır. Bugün Susurluk, Şemdinli ve Ergenekon’la ortaya çıkanlar, buzdağının sadece görünen yüzüdür.

Emperyalizmin ve işbirlikçilerinin 12 Eylül karşıtlığı tam bir ikiyüzlülüktür!

ABD’nin 12 Eylül cuntasındaki rolü artık bir sır değildir. Evren şefliğindeki cunta yönetime el koyduğunda nasıl sevindikleri, cuntacılardan “bizim oğlanlar” diye sözettikleri biliniyor. 12 Eylül cuntasının geliş nedenlerinden belirleyici olanı, ülke içinde devrimci mücadelenin gelişmesidir. Bir diğer neden ise, İran devrimi ve Afganistan’daki gelişmeler sonucunda emperyalizmin Ortadoğu’daki durumunun sarsılmış olmasıdır. ABD emperyalizmi daha “istikrarlı”, yani muhalefeti sindirmiş bir Türkiye’ye ihtiyaç duymaktadır. Nitekim, 12 Eylül’le birlikte Türkiye daha açık bir biçimde emperyalizmin hizmetine girmiştir

ABD emperyalizmi dünya halklarını boyunduruk altına almak, gelişen devrimci mücadeleleri bastırmak için cuntalara başvurmuştur. Binlerce ilerici-devrimcinin katledilmesi pahasına emperyalizmin sömürü düzeni korumaya alınmıştır. Latin Amerika ülkelerinden Türkiye’ye kadar onlarca ülkede gerçekleştirilen cuntaların temel nedeni budur. Ve bu cuntaları tezgahlayan bizzat CIA’dır. Cuntacılar CIA’nın kontrgerilla okullarında yetiştirilmiştir.

ABD bugün Türkiye açısından 12 Eylül’de yürürlüğe koyduğu planı uygulamaya devam ediyor. ABD’nin 12 Eylül planının özü, bir daha cuntaya başvurma gereği duyulmayacak bir baskı ve terör rejimini kurumlaştırmak olmuştur. Çünkü ABD’nin bölgedeki çıkarlarına taşeronluk yapabilmesi için, Türkiye’de “bir ılımlı sol”un gelişmesine bile izin verilmemelidir! Kısacası ABD, 12 Eylül cuntası boyunca, sonrasında ve bugün, ülkemizde dökülen her damla kandan sorumludur.

Sonuç olarak, 12 Eylül bir sınıfın çözümüdür. Türkiye burjuvazisi ve uluslararası burjuvazinin açmazına çözüm olarak gündeme gelmiştir. Dolayısıyla o, İMF-TÜSİAD sosyal yıkım politikalarından, kontrgerilla operasyonlarından, başta ABD olmak üzere emperyalizmin çıkarlarından ayrı düşünülemez.

Tüm bu sayılan hedeflere karşı mücadele bayrağının gerçek ve samimi taşıyıcısının ise devrimci işçi sınıfı olduğu tartışmasız bir gerçektir. O halde, 12 Eylül faşizminden hesap sormak isteyen bu bayrak altında saf tutmalıdır.

 

Amerikancı 12 Eylül rejimi sürüyor!..

Kontrgerilla düzenine karşı emekçilerin birleşik örgütlü direnişi!

12 Eylül 1980’de CIA ile işbirliği içinde tezgahlanan faşist askeri darbenin üzerinden 28 yıl geçti.

İlerici-devrimci hareketi, işçi sınıfı ve emekçileri hedef alan faşist darbe Washington’a “bizim oğlanlar başardı” sevinciyle iletilirken, savaş aygıtı NATO’nun Brüksel’deki karargahında da özel kutlamalara vesile oldu.

Emperyalizmin ülke içindeki temel dayanağı olan işbirlikçi burjuvazi ise, “şimdiye kadar işçilerin yüzü gülüyordu, artık sıra bizde!” diyerek darbeye anında alkış tuttu.


İşçi, emekçi kardeşler!

12 Eylül cuntasının esas amacı, devrimci yükselişin önünü keserek, azgın ve dizginsiz bir sömürüyü gerektiren 24 Ocak Kararları’nı hayata geçirmekti. Böylece ABD emperyalizminin Ortadoğu’ya dönük karanlık planları da daha kolay hayata geçirilebilecekti.

Faşist askeri darbe, öncesi ve sonrası ile tam bir kontrgerilla operasyonu olarak tezgahlandı. Operasyonun gerisinde, işbirlikçi burjuvazi, onun kontralaşmış devleti ve ABD emperyalizmi duruyordu. İşçi ve emekçi düşmanı bu güçler kontrgerillanın beynini oluştururken, kirli işler de tetikçilik rolünü üstlenen çeteler eliyle yerine getirildi.

Faşist cunta işçi sınıfı ve emekçilerden yana olan her şeye saldırdı. Devrimciler, ilericiler, öncü işçiler, işçi sınıfının çıkarlarını savunan sendikacılar, emekçilerden yana aydın, sanatçı ve akademisyenler, dizginsiz bir baskı ve terörün hedefi haline getirildi.


Emekçi kardeşler!

Aradan geçen bu 28 yıl içinde, ülkeyi işbirlikçi burjuvazi ve emperyalistler adına yönetenler, anayasayı çöpe atarak tam bir terör rejimi kuran eli kanlı generallere dokunulmasına izin vermediler. Latin Amerika ülkelerinde kimi cuntacılar yargılanabilirken, bu ülkede faşist generaller her zaman “saygın” yerlerini korudular. Cunta döneminde öne çıkan asker-polis işkenceci katiller terfi ettirilerek, devletin önemli mevkilerine yerleştirilerek ödüllendirildiler.

Yargılamak zorunda kaldıkları az sayıdaki işkenceci katile ise, rejimin cüppeli hizmetkârları siper oldu. Faşist rejimin mahkemeleri elikanlı katilleri “aklama” işini yerine getirdi.


İşçiler, emekçiler, gençler!

Bugün artık hem ABD hem de generallerin onayı ile gerçekleştiği açıklığa kavuşan “Ergenekon operasyonu” ile işçi ve emekçilerin bilinci bulandırılmaya çalışılıyor. ABD’ye karşı bazı konularda çıkardığı çatlak seslerden dolayı, kontr-gerilla devleti için de bir yük haline gelen birkaç çeteci emekli generalin tutuklanması, devletin çetelerden temizlenmesi, darbecilerden hesap sorulması olarak yutturulmak isteniyor.

Oysa bu ülkede dizginsiz bir faşist terör estiren darbeci generaller halen el üstünde tutuluyor. Bugün hala 12 Eylül ile tahkim edilen faşist rejim hüküm sürüyor. Kendi halkına karşı bir cinayet şebekesine dönüşmüş bulunan bu devlet, ilerici-devrimci muhalefetin gelişmesinin önünü kesmek, Kürt halkının ulusal özgürlük ve eşitlik özlemlerini boğmak için 12 Eylül’den bu yana sayısız kirli ve kanlı icraata imza atmıştır. “Ergenekon soruşturması”nın konusu olan general eskileri de kuşkusuz bu sayısız kirli icraatın bir bölümünü yerine getirmişlerdir. Ama onlar bu kirli icraatlarından dolayı yargılanmıyorlar.

Açık ki “Ergenekon operasyonu”, kontrgerillayı hedeflemek bir yana, özellikle ABD karşısında amerikancı generalleri zor durumda bırakan bazı general eskilerinin temizlenerek, kontrgerilla devletini tahkim etme operasyonudur.

Dolayısıyla, AKP hükümetinin çeteleşmeye karşı çıktığı, Ergenekon operasyonu ile çeteleri temizlediği iddiası boş bir safsatadır. AKP hem büyük sermayenin bir kesiminin temsilcisidir hem de emperyalist güçlerle çok yönlü bir işbirliği içindedir. Gerisinde işbirlikçi burjuvazi ile ABD’nin durduğu kontrgerilla düzenine karşı tutum almak bir yana, ABD uşaklığını en ileri noktalara taşımıştır. O her bakımdan, çürümüş ve kokuşmuş burjuva düzeninin organik bir parçasıdır. Çeteleşmiş devlet de, bu çürüme ve kokuşmanın ürünüdür. Derin bir yapısal kriz içinde debelenen Türkiye kapitalizmini ayakta tutabilmek ancak kontralaşmış bir devlet eliyle mümkün olabilmektedir. AKP hükümetinin temsil ettiği ve bir parçası olduğu asalak burjuvazinin çıkarları, çeteleşmiş sermaye devletinin daha da tahkim edilmesini gerektirmektedir. AKP’nin işbaşına geldiğinden bu yana yaptığı da budur.


İşçi, emekçi kardeşler!

Sermaye devletinin tepeden tırnağa çeteleşmesi, bu ülkenin ilerici, devrimci güçlerine, işçi ve emekçilerine, kardeş Kürt halkına karşı bir cinayet örgütüne dönüşmesi, sömürü ve kölelik düzenindeki çürüme ve kokuşmadan bağımsız değildir. Onun kanlı sicili daha kuruluş yıllarına dayansa da, özellikle 12 Eylül ve sonrası süreçte yeni bir boyut kazanmıştır.

1 Mayıs 1977 katliamı, Maraş, Çorum, Sivas ve Gazi katliamları, Kürt halkının ulusal özgürlük ve eşitlik mücadelesini boğmak için yıllarca en iğrenç yol ve yöntemlerle yürütülen kirli savaş, 26 Eylül 1999 Ulucanlar, 19 Aralık 2000 cezaevleri katliamları…

İlk akla gelen tüm bu ağır suçlar, sermaye devletinin nasıl kontralaşmış bir aygıta dönüştüğünün somut göstergeleridir.

Çürüyen düzenden, çeteleşen devletten hesap sormak işçi sınıfının, emekçilerin ve tüm ezilenlerin görevi ve sorumluluğudur.

Çeteleşen devletle hesaplaşmak, her bakımdan çürümüş ve kokuşmuş bir sınıf olan burjuvazinin sınıf egemenliği ile hesaplaşmak demektir. Ancak baskı, sömürü ve köleliğin kaynağı olan burjuva düzeni hedef alan devrimci bir mücadele sermayenin çeteleşmiş devletini geriletebilir ve nihayet kokuşmuş düzeni ile birlikte tarihe gömebilir.

Kontrgerilla düzeninden hesap sormak için örgütlü-birleşik direnişi yükseltelim!

Sömürüden, kölelikten, cuntalardan, çetelerden arınmış bir dünya için sosyalizm!

Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu

(BDSP)