5 Eylül 2008 Sayı: SİKB 2008/36

  Kızıl Bayrak'tan
  Gürcistan krizi ve Türkiye
   Burjuvazi solunu aramaya devam ediyor!
Komutan yeni, parola eski:
Toplu görüşme süreci ve devrimci sorumluluk!

Metal sektöründe mücadele dinamikleri ve görevlerimiz

Metal TİS’lerine müdahale
sorumluluğu
  Canovate’deki saldırıya gereken yanıt verildi...
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  12 Eylül faşizminden hesabı işçi ve emekçiler soracak!
  Mehmet Beşeli ile 2008-2010 Metal Grup Toplu Sözleşmeleri üzerine konuştuk…/2
  Memlekette sendika(cılık) var mı ?..
Yüksel Akkaya
  Kapitalizmin “güçlü” kadını değil, sosyalizmin özgür kadını!
  Gerici savaşlar halkların birleşik direnişiyle yanıtlanmalıdır!
  Dünyadan...!
  McCain ile Obama’nın başkan adaylığı kesinleşti…
  Çok kutupluluğa doğru…- M. Can Yüce
  Sol liberalizm: İllüzyon tüccarları ve
kolera günleri / 1
Volkan Yaraşır
  “İki, üç daha fazla Vietnam!”
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Sol liberalizm: İllüzyon tüccarları ve kolera günleri / 1

Volkan Yaraşır

Türkiye Cumhuriyeti (TC) küresel sermayenin ihtiyaçlarına uygun bir yeniden yapılanma süreci yaşıyor. Soğuk Savaş döneminin devlet yapısı, son 20 yılda her ne kadar belirli revizyonlardan geçse de yeni döneme uygun refleksler gösterecek içeriğe bürünemedi. Yeni süreç özellikle devletin çelik çekirdeğini koruyup, yeniden biçimlendirirken, Soğuk Savaş’ın ürünü olan ve bugün ıskartaya çıkmış ama varlığını bir düzeyde sürdürmeye devam eden safralarını atıyor. Bu safra atımını, çelik çekirdeğin ya da kontrgerillanın tasfiyesi olarak görmek muazzam bir yanılgıdır. Yapılan bir taraftan Ergenekon artıklarının tasfiyesiyken, diğer taraftan çelik çekirdeğin yeniden biçimlenmesini sağlamak ve üstünü tartışılmaz biçimde örtmektir. Yani “meşruluk” düzeyinde onu yeniden kurmaktır. Hem de “demokratikleşme” adı ve adımları altında.

Küresel sermayenin yönelimleri ve yeni uluslararası iş bölümünün gerekleri TC’nin tutuk, intikalar içeren politikalarını zorluyor ya da direnç noktalarını aşındırıyor, hatta kırılmalara yol açıyor. Her şeyden önce bugüne kadarki devlet yapısı, aklı ve refleksleri süreci bloke edecek özellikler taşıdığından süreç, devletin hızlı ve sarsıcı bir tarzda yeniden yapılanmasını zorunlu kılıyor. Bu adımlar yeni jeo-politiğe uygun bir biçim alış olarak da değerlendirilebilir.

Sorun çokça zikredilen “askeri vesayet” rejiminden çıkma değil, TC’nin “yeni dönemde” emperyalizmin küresel tahakkümüne göre şekil alışı, bir nevi küresel tahakkümün bölgesel vurucu gücüne dönüşmesidir. Bu dönüşüm hem askeri, hem ekonomik, hem de diplomatik içeriktedir.

Özellikle 2001-2002 Kemal Derviş dönemi, AB’yle girilen ilişki düzeyi ve bunun etkileri, hızlı ve sarsıcı kapitalist entegrasyon ABD ve AB’nin Ortadoğu coğrafyasındaki hamleleri her düzeyde “uyumlu” ve tam angaje bir devlet yapısını koşulladı. TC deyim yerindeyse, sermayenin küresel ve yerel düzeydeki projelerine ve hamlelerine “uygun” hale getirilmeliydi. Bu durum halihazırda başka bir konseptin ya da Soğuk Savaş döneminin ağırlıkta özelliklerini taşıyan TC’nin revizyonuydu. Doğal olarak bu süreç TC’yi meydana getiren bütün aparatların ve yapıların sarsılmasını, çözülmesini ve şiddetli iç gerilimler yaşamasını beraberinde getirdi. “Revizyon” küresel ihtiyacın ürünüydü ve sermayenin yeni, derin ve daha fazla nüfuz etmesine yarayacak bir adımdı.

Metropollerde 1990’lı yıllarda emperyal konseptin değişmesine bağlı olarak Soğuk Savaş refleksleri ve oluşumları terk edildi. Bazı aparatlar yeniden yapılandırıldı. Devlet bir taraftan neo-liberal karşı devrim programını uygulayacak donanıma girdi ve refah toplumuna göre biçimlenişini/ konumlanışını, bir sosyal ve ekonomik aktör olma özelliğini hızla terk ederek, salt “gece bekçisine” dönüşmeye başladı. Gece bekçiliğinin güncel biçimlenişi son derece rafine makro tahakküm uygulama şeklinde oldu. Devlet emperyal atakların kurucu ve vurucu gücü gibi hareket etmeye başladı.

Çokuluslu tekellerin risklerini en asgariye indirgeyen ve pazarların stabilizasyonunu sağlayan askeri, politik ve diplomatik aparata dönüştü. Bir anlamda sistemin “aklı/ güvenliği” gibi hareket etmeye başladı.

Sömürge ülkelerde ise 1990’dan sonra uluslararası işbölümüne uygun pozisyon alışlar gündeme geldi. Doğu Avrupa ülkelerindeki devletin şekilleniş seyri dikkat çekiciydi. Doğu Avrupa ve özellikle Sovyetler Birliği’nde büyük çöküşten sonra hızla kriminal ve mafyatik devlet yapılanması öne çıktı. Geçmişin nomenklaturası (parti bürokratları, ordu ve gizli servisin üst düzey elemanlarından oluşan egemen yapı) yeni dönemde kapitalist restorasyonun “mimarları” oldu. Devlet Doğu Avrupa’da emperyalist-kapitalist sisteme entegrasyonun katalizörü işlevi gördü. Kriminal devlet kısa bir müddet sonra entegrasyonun son derece önemli volan kayışı oldu ve kapitalist rasyonellere daha uygun yeni biçimlenişe girdi.

TC ise Kürt sorununun geldiği boyut ve radikal neo-liberal politikaların gerekleri doğrultusunda Soğuk Savaş’a göre biçimlenmiş yapısını terk etmedi. Soğuk Savaş bitmesine rağmen yukarıdaki iki neden, daha katı ve yaygın Soğuk Savaş reflekslerini tetikledi. Türkiye kapitalizminin karakteri ve egemen bloğun tarihsel evrimi bu refleksleri besledi. Soğuk Savaş oluşumları, “sıcak savaşın” için güç ve etkinlik kazandı. Hatta bu süreç sistemin rasyonellerini zorlayacak boyuta ulaştı.

TC’nin iki büyük emperyalist gücün ekonomik ve nüfuz alanlarının kesiştiği coğrafyada yer alması, özellikle yeni jeo-politiğin odak alanı olan Ortadoğu’nun yeniden dizaynı ve Türkiye kapitalizminin emperyalist-kapitalist sistemle entegrasyon düzeyi mevcut devlet yapılanmasında zorlamaları ve kırılmaları beraberinde getirdi.

Küresel sermayenin rasyonelleri, ABD ve AB dayatmaları ve emperyalist yönelimleri, NATO’nun yeni paradigması TC’nin 85 yıllık geleneksel özelliklerine ve Soğuk Savaş konseptine göre biçimlenmiş yapısında değişimleri zorunlu kıldı.

Yeni devlet düzeni

12 Eylül darbesi ve Özal dönemi sermayenin sınırsız tahakküm kurmasına ve toplumsal ve politik egemenliğini pekiştirmesine yol açtı. Kapitalist entegrasyonun derinleşmesine bağlı olarak, devlet yeni işlevler yüklendi. Devlet, karşı devrim programının konsantre uygulayıcısı olarak merkezi rol oynadı. Bu TC’nin yakın tarihteki en önemli “dönüşümlerinden” biriydi. Sermayenin yeniden yapılanma süreci yeni devlet düzenini zorunlu kıldı. Devlet bir zor aygıtı olması yanında, siyasi ve toplumsal yaşamı düzenleyici ve sermayenin hegemonyasını yaygınlaştırıcı ve burjuva ideolojisinin kök salmasını sağlayıcı işlevler gördü. Önce işçi sınıfı muhalefetini ve devrimci güçleri şiddetle bastıran ve burjuva egemenliğini güvence altına alan devlet, 1984’ten sonra sürekli savaş haliyle “savaş” devletine dönüştü. Sistematik karşı devrim programının konsantre gücü oldu. Açık zor, ekonomik zorun (radikal neo-liberal politikaların) önünü açtı. Zor diyalektiği ideolojik zor aygıtlarının devreye sokulması ve yetkinleştirilmesiyle pekiştirildi. Hatta meşruiyetini zor diyalektiği içinde ve sürekli savaş haliyle sağladı.

TC’nin bu dönüşümü/ yeni düzeni, Soğuk Savaş döneminin özellikleriyle bir arada biçimlendi. Hatta Soğuk Savaş aparatları sürekli savaş içinde kök saldı, meşruiyet kazandı ve etki alanını genişletti. Toplumun farklı gözeneklerine yayılma ve kitleleri mobilize edecek zeminler buldu.

2000’li yıllarda durum değişmeye başladı. 1990’dan beri bir türlü yapılamayan devletin reorganizasyonu, uluslararası gelişmeler ve ülke içi bir dizi faktörden dolayı acilleşti. Özellikle devlet içinde kök salmış Soğuk Savaş aklı ve aparatlarının etkisizleştirilmesi yönünde adımların atılması zorunluluk oldu. Çünkü yeni emperyal konsept, Soğuk Savaş’ın net ve belirgin düşmanına göre şekillenmiş, reaksiyonel niteliği olan bir devlet yapısı yerine daha kompleks ve aksiyonel bir devlet yapısını gerekli kılıyordu.

Uluslararası düzeyde 1989-1991 arasındaki büyük çöküş, arkasından küreselleşme adıyla dünyanın yeniden paylaşılması ve emperyalist agresyon politikaları ve son olarak 11 Eylül konsepti; ulusal düzeyde ise 2001-2002 Kemal Derviş dönemi ve AKP iktidarı sermayenin küresel ve yerel düzeydeki rasyonelleri ve hareketleri sermayeyle tam ve derinden uyumlu bir devlet yapısını zorunlu kıldı. Var olan devlet düzeni sermaye açısından yetersiz, işlevsiz, hatta engelleyici içerikteydi.

İktidar savaşları: Bir dargın bir barışık

Egemen blok içindeki çatışkı, özellikle AKP’nin iktidara gelmesiyle arttı. Gerilimin şiddeti kısa bir süre içinde sistemin rasyonellerini zorlayacak düzeye ulaştı.

Bugün Ergenekon operasyonu diye lanse dilen “Sarıkız”, “Ay Işığı” adlarıyla kodlanmış, 2003-2004 (hem uluslararası hem de yerel konjonktürün uygunsuzluğu ve her şeyden önce Pentagon’un sıcak bakmaması ve tercihlerinin farklılığından dolayı gerçekleşmeyen) darbe girişimleri bu paraleldeki adımlardı. En azından ordu içindeki bir klik, Pan-Asyacılık projeksiyonuyla ABD, AB ve NATO’nun yeni dönemde belirlediği rotanın ve paradigmanın dışına çıkmaya çalıştı. Bu faktörden ayrı olarak orduyla AKP ve Fetullah Gülen ekseni arasında çatışkılı bir durum yaşanıyordu. Egemen blok içindeki çatışkının tarafları şöyle tasnif edilebilir: Bir tarafta 85 yıllık devletin kurucu misyonunun getirdiği “meşrulukla” hareket eden ve patronaj ilişkilerini her ne pahasına olursa olsun kaybetmek istemeyen ve zamanla finans kapitalin organik parçası haline gelmiş, dönüşmüş, yapısal karakteriyle kapitalist rasyonelleri zorlayan, daha genel tanımıyla asker-sivil bürokrasi bulunuyor. Diğer tarafta komprador orijinden gelen, gayri-Müslim sermayeyi talan ederek ve yağmalayarak beslenmiş, devlet fideliğinde büyümüş, iç evrimi geçirmiş, 1965’ten sonra finans kapital özellikleri göstermeye başlayan, özellikle 1980’lerde ya da üçüncü kuşakta kendini sistemin gerçek sahibi gören ve rüştünü ispatladığını hisseden, çokuluslu tekellerin organik parçasına dönüşmüş ve TÜSİAD’da kristalize olmuş finans kapitalin ana fraksiyonu var.

Ayrıca TC’nin kuruluş döneminde egemen blok içinde yer alan 1960 darbesiyle tasfiye edilmeye çalışılan, 1970 12 Mart’ta ikinci ve büyük tasfiyesini yaşayan, 1980 Eylülü’nde bütünüyle etkisizleştirilen, ama bir kısmı Özal döneminin yarattığı olanaklarla metamorfoza uğrayan ve İslami finans kuruluşlarıyla şekillenen, cemaat ve tarikat ilişkileriyle güç ve olanak kazanan, petro-dolarlarla hızla palazlanan, giderek küresel sermayeyle bağ kuran, AKP iktidarının sağladığı olanaklarla inanılmaz ataklar yapan ve güçlenen yeşil sermaye ya da Anadolu sermayesi diye adlandırılan ve MÜSİAD’la kurumsal ifadesini bulan sermaye kliği var. Yine bu kliğin bir varyantı olan 11.500 işadamını temsil eden, 150 işadamı derneğinin bir araya geldiği 7 federasyondan oluşan, Fetullah Gülen’in etkisindeki son yıllarda dipten ataklar yaparak, Ortadoğu, Uzak Doğu ve Pasifik’le bağları olan ve AKP döneminde muazzam düzeyde gelişmiş ve kollanmış TUSKON grubu bulunuyor. MÜSİAD ve TUSKON artık finans kapitalin ayrı bir fraksiyonudur.

TÜSİAD finans kapitalin en önemli fraksiyonu olarak birinci dönem AKP iktidarına açık destek verdi. TÜSİAD AKP’nin ikinci döneminde orduyla AKP arasındaki gerilimde daha çok ortada durdu. İki tarafa da sistemin rasyonelleri doğrultusunda uyarılarda bulunmayı ihmal etmedi. MÜSİAD ve TUSKON gurubu ya da sermaye kliğinin siyasi gücünü AKP temsil ediyor ve AKP iktidarı bu kliğe güçlerine güç katma olanağı sağlıyor.

Ordu geleneksel konumunu ve ilişkilerini çeşitli varyasyonlarla korumaya çalışıyor. 2007’deki e-muhtıra ve Cumhuriyet mitingleri pozisyon kaybetmeme uğraşısı olarak görülebilir. Bu “operasyonel” nitelikteki organizasyonlara rağmen darbe yapma meşruiyeti kazanamayan ordu, AKP’nin % 47’lik “başarısı” karşısında “Dolmabahçe mutabakatıyla” denge durumunu kabul etti ve bir anlamda geri çekildi.

Bu arada Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı seçimi gündeme geldi. Küresel güçlerin ve TÜSİAD’ın telkinleri ve yönlendirmeleriyle Gül’ün adaylığına onay verildi. Bu onay karşılığında türban yasağının devamı istendi. Gül cumhurbaşkanlığına seçildi. Böylece AKP çok önemli bir pozisyon kazandı. Yürütme ve yasama erkinde etkinliğini ve gücünü artırdı.

Ordu ve AKP arasında Kürt sorununa ilişkin topyekün savaş stratejisi onaylandı. Ayrıca AB ve ABD’in bölge operasyonlarına aktif iştirak edilmesi ve neo-liberal politikaların intikasız ve en sert şekilde devam ettirilmesi kabul edildi. Mutabakatın genel çerçevesini bu maddeler belirledi. Ayrıca mutabakat silahlı bürokrasinin patronaj ilişkilerinin korunması ve bu patronajın ideolojik payandasını oluşturan konularda (laisizm gibi) hassasiyet gösterilmesi üzerinde şekillendi. Ne var ki AKP paraperestliğini gizleyecek/ örtecek ve % 47’nin hassasiyetini ve “hissiyatını” tetikleyecek ve yine % 47’lik oy almanın güveniyle “başörtüsünün serbest bırakılması” yönünde hamle yaptı. Hamle fiilen “Dolmabahçe mutabakatı”nın bozulması anlamını taşıdı. Egemen klikler arasındaki geçici denge bozulmuştu. TÜSİAD ve ordudan gelen tepkiler mutabakatın AKP tarafından bozulduğunu işaretliyordu. 27 Nisan e-muhtırası şeklinde olmasa da, anlaşılan 8 Haziran e-ajitasyonu, 18 Temmuz e-bildirisiyle asker-sivil bürokrasi siyasi bir aktör olduğunu her seferinde hatırlattı ve kitle mobilizasyonu çağrısında bulundu. Yani darbe yapılamıyorsa kitle mobilizasyonunu elde tutmak gerekiyordu. Devlet tarafından oluşturulmuş, mutasyona uğramış “sivil toplum” kuruluşlarıyla “sivil” toplum mobilize edilmeye, hegemonik bir alan oluşturulmaya çalışıldı. 23 Haziran’da başta İstanbul-Çağlayan meydanı olmak üzere terörü telin mitingleri organize edildi. Her ne kadar mitinglere kitlesel katılım olmasa da İstanbul, İzmir ve Antalya’da Kürt kökenlileri hedef alan provokatif eylemler yaşandı. DTP binaları molotoflandı. Kitle mobilizasyonundaki zayıflık, paramiliter mobilizasyonlarla doldurulmaya çalışıldı. Belki de iki mobilizasyonun harmonisi kurulmaya çalışıldı, çalışılacak.1

AKP hamlesine karşı ayrıca yargı kanalıyla cevap verildi. AKP’nin kapatılması gündeme geldi.

AKP’nin seçim zaferi, Gül’ün Çankaya’ya çıkmasının getirdiği güçlenme, mutabakatı bozacak girişimlere yol açmıştı. Ama kapatılma davası zafer sarhoşluğundaki AKP’yi sarstı. Hatta B planı diye adlandırılan Gül-Abdüllatif Şener’in Tayyip Erdoğan ve eski meclis başkanı gibi uyumsuz ve problemli görülen kişilerin ve eğilimlerin (Nakşilerin) tasfiyesi tartışılmaya başlandı. Fetullah Gülen eksenli, ordu ve Çankaya’yla iyi çalışacak, uyumlu hükümet planları gündeme sokuldu. Bu arada yargının AKP’yi kapatmayarak ciddi şekilde uyarması, inisiyatif kırıcı bir etki yarattı. Ağırlıkta AKP’nin kapatılması üzerine hazırlanan B planı şimdilik rafa kaldırıldı.2 Karşılıklı atak ve hamleler sonucunda şu an dinginleşen hava, yerel seçimlerde AKP’nin oy oranını artırmasıyla fırtınaya dönüşebilir.

AKP, kapatılma davası sırasında Cumhuriyet mitinglerine benzer mitingler organize ederek kitle mobilizasyonu yaratmaya çalıştı. Aslında bu kapatma davasına karşı bir hamleydi. Bu arada gerçekleşen Ergenekon operasyonuyla AKP kendisini, özellikle sol liberallerin de desteğiyle “darbe” karşıtı ve demokratik açılımcı bir parti olarak göstermeye çalıştı.

Ayrıca ordu eksenli bir kliğin ya da “aşırı ucun” temizlenmesini hedefleyen operasyonda generallerin tutuklanması, her şeyden öte ordunun itibarını sarsıcı mahiyete büründü. Her ne kadar operasyon öncesinde genelkurmaydan (Erdoğan-Başbuğ görüşmesiyle) onay alındığı anlaşılsa da bu gelişme AKP’ye yazılan bir puan oldu.

Bir başka boyut da bu operasyonla, ordu kendi iktidar hesaplarında sorun yaratan unsurlardan kurtulma şansı buldu ya da ordu içindeki saflaşma daha kristalize bir görünüm kazandı. Böylece ABD, AB ve NATO için daha güvenilir, projelere uyumlu ve tam angajmanlı bir yapı oluşturuldu (bu anlamda AKP’nin kapatılma davası ve Ergenekon operasyonu, Brüksel’in ve Pentagon’un iki tarafa da uyarıda bulunması, sınırlarını belirtmesi, yön ve şekil vermesi olarak değerlendirilebilir).

Süreç egemen bloğun klikleri arasında bir yandan gerilimleri tetikledi, karşılıklı mitingler, sokağa çıkma çağrıları, polis operasyonları, kapatma davaları gibi hamleler gündeme geldi, öte yandan “uzlaşma yönünde” adımların atılmasını beraberinde getirdi. Yani süreç “çatışkı”, “uzlaşma” sarmalında ve karşılıklı ataklar ve geri çekilmeler şeklinde ilerliyor.

Küreselleşmenin bugün ulaştığı boyut itibariyle, egemen blok içinde yaşanan her türlü gelgitin ya da pozisyon alışın uluslararası boyuttaki gelişmelerle ya da konjonktürle direkt bağlantılı olduğu ve bu konjonktüre göre biçimlendiği unutulmamalıdır.

Türkiye kapitalizminin geldiği nokta ve entegrasyon boyutu ordunun egemen blok içinde TC’nin kuruluşundan beri elde ettiği rolü terk ederek, resesif bir role bürünmesine zorluyor. Bu rolün sermayenin hareketleriyle uyumlu ve yalnızca onun ihtiyacı olan askeri atakları gerçekleştiren bir rolle sınırlanması hedefleniyor. Bu durum sermayenin sınırsız kar ve tahakküm arzusunun ifadesidir ve bir anlamda rasyonel kapitalizmin gereğidir. Böylesine “yeni” bir konumlanışın sancısız, çatışkısız gerçekleşeceğini düşünmek büyük bir yanlış olur.

(Devam edecek...)

Dipnotlar:

(1) Linç girişimleri bugün lokal düzeyde pogrom laboratuarları olarak değerlendirilebilir. Türkiye’nin bir dizi etnik, dini, milli, mezhebi polarizasyonları içinde taşıması “modern” pogromlara zemin hazırlamaktadır. Ortadoğu’nun bir Balkanlaşma süreci yaşaması bu dalganın Türkiye’ye yansıma olasılığını güçlendirmektedir.

(2) AKP hükümeti, siyasal İslamcı bir koalisyon niteliğindedir. Bugün neo-liberal angajman ve küresel sermayeyle organik ilişkilere göre biçimlenmiş bu koalisyon, kendi içinde parçalı ve çatışkılı özelliklere sahiptir. Kapitalist kural AKP için de geçerlidir. Para ve güç tekeli aynı zamanda tasfiye ve etkisizleştirme sürecidir. Nasıl ki Refah Partisi içinden AKP ortaya çıktıysa, AKP’nin içinden de bir başka parti çıkabilir. Bir dizi içi ve dış konjonktür çakışması bu sürecin önünü açabilir.