7 Ağustos'04
Sayı: 2004/31 (23)


  Kızıl Bayrak'tan
  Satılmış ve kokuşmuş sendikal ihanet çetelerini alaşağı edelim!
  İMF’ye verilen yeni “niyet mektubu” açıklandı...
  DEP’lilerin TİSK ve Hak-İş ziyaretleri üzerine...
  Sermaye devleti ve medyası emperyalist işgalden yana...
  “Barışsever” Cola Turka... Aynanın arkasına bakın!
  “Hızlı” cinayet ve sermaye medyasının dolaysız sorumluluğu
  Metal TİS’leri ve sendikaların tutumu
  Castleblair işçilerinden teşekkür mesajı...
  Castleblair işçileri Marks & Spencer mağazaları önünde...
  5. Munzur Doğa ve Kültür Festivali sona erdi...
  Tekirdağ F Tipi Hapishanesi’nden siyasi tutsakların açıklaması...
  10. yıl kampanyasını güçlü bir devrimci siyasal çalışma haline getirelim!..
  Ekim Gençliği'nden...
  Kurtlar sofrasındaki ülke: Sudan
  Irak’ta “Müslüman Gücü” hazırlıkları
  İsrailli aydınlar siyonizmi mahkum etti!
  Büyük ve çok boyutlu oyun...
   Hiroşima ve Nagazaki’nin yıldönümünde gerçek barışa giden yol,
  İspanya’nın kırmızı çiçeği, Neruda’nın yasemin demeti...
  Flamenko Lamenko’nun kızıl dansçısı Antonio Gades öldü...
  Bültenlerden...
  Bültenlerden...
  Yoksulluğa ve yozlaşmaya karşı Mamak 1. Kültür Sanat Festivali’nde buluşalım!
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Türk-İş’in 52. kuruluş yıldönümü... Sermayeye hizmet, sınıfa ihanetle örülü utanç verici bir tarih...

Satılmış ve kokuşmuş sendikal ihanet
çetelerini alaşağı edelim!

Yozlaşmış burjuva sendikacılığının
sınıf içindeki uzantısı

Türkiye’nin en büyük sendika konfederasyonu olan Türk-İş geçtiğimiz günlerde 52. kuruluş yılını geride bıraktı. Türk-İş’in kuruluşu (31 Temmuz 1952) Türkiye işçi sınıfının modern bir sınıf olarak toplumsal-siyasal sahneye çıkışını hissettirdiği yıllara denk düşüyor. Cumhuriyetin kuruluşu sonrasında ve uzun bir süre için işçi sınıfının örgütlenmesi baskı ve yasaklarla engellenmişti. İkinci emperyalist savaş sonrası dönemde işçi sınıfı içinde bu boğucu cendereyi zorlayan ilk kıpırdanmalar boy vermeye başladı. 1946’daki ani sendikalar patlaması (ki çok geçmeden yasaklandılar) bunun bir ilk göstergesiydi. Türk-İş, bu ilk kıpırdanmaların uyarıcı etkisiyle, işçi sınıfının sermayeden bağımsız örgütlenmesinin önünü kesmek ve işçi sınıfını sermayenin denetimine almak için kurulmuş, 52 yıllık tarhine de bu temel olgu damgasını vurmuştur.

Türk-İş’in tarihi, sayısız ihanetin, sermayeye her alanda sınırsız uşaklığın tarihidir. Türk-İş, kuruluşundan bugüne sınıftan, sınıfın çıkarlarından kopmuş yönetici bir kastın elinde sınıfı teslim alan ve denetim altında tutan çürümüş bir bürokratik sendikal yapılanmadır. Bu bürokratik kastın en tepesinde yer alanlardan bazılarının -Şevket Yılmaz gibi- MİT ajanı olması, pek çoğunun burjuva parti yöneticiliğine, milletvekilliğine terfi etmesi, bu mercilere gelemeyenlerin ise resmi-yarı resmi örgütlenmelerin başına getirilmesi ya da en kötüsünden birer patron olarak karşımıza çıkması, kokuşmanın boyutlarını anlamak için önemlidir. Onun devletin bir kolu gibi çalıştığı buradan bile anlaşılabilir.

Türk-İş’in çürümüş burjuva sendikacılığının en rafine örneği olması bir itham değil, belgelerle, kanıtlarla tarihe mal olmuş bir gerçekliktir. Her gün yeni bir takım olay ve gelişmelerle gözler önüne serilen bir olgudur. Birkaç ilerici-mücadeleci sendikanın-sendikacıların bu konfederasyondaki varlığı, bu gerçekliği değiştirmiyor. Ona “sarı sendika” rengini veren, sınıfa ihanet çizgisini derinleştiren korparatif yapısıdır, izlediği sınıf politikası ve dayandığı ilkelerdir. Sınıf hareketinin gelişim seyri üzerinde oynadığı uğursuz rol ve özellikle de kritik dönemeçlerde daha belirgin biçimde aldığı gerici tutum, “sarı” kimliğini tüm açıklığı ile ortaya koymaktadır.

Sermayenin eliyle şekillendirilmesi ve burjuva politikasının bataklığından beslenmesi, Türk-İş’i sermaye düzeninin sendikal alandaki dolaysız bir uzantısı haline getirmiştir. Onun sermaye ile bağlantısı basit biçimde hükümetlere yaltaklanmasıyla, devlet politikalarına ve mevcut yasalara uyumlu hareket etmesiyle, kılıfına uydurulmuş satış sözleşmeleri imzalamasıyla sınırlı değildir. O bizzat sermeye devletinin resmi ideolojisinin ve politikasının taşıyıcısı, sınıf cephesindeki koludur. Milliyetçilik, devletçilik, sermaye ile uyum ve çıkar birliği, vatanın-milletin öncelikli çıkarları gibi ilkeleri kendine rehber edindiği içindir ki, ihanetin dipsiz kuyusunda debelenmek de, sınıf düşmanlığını ve gericiliği kendisine payanda yapmak da kaçınılmaz olmaktadır.

Faşist darbelere ve gericiliğe her düzeyde
açık destek!

Devletin resmi politikasını ve sermayenin çıkarlarını hiçbir manevraya başvurma ihtiyaç duymadan açıktan ve kararlı biçimde savunmak bakımından Türk-İş, bu topraklarda türünün en ileri örneğidir.

Türk-İş, 15-16 Haziran 1970’te sendikal haklarına yönelik saldırılara karşı koymak üzere eyleme geçen işçilerin ve DİSK’in karşısında, bu meşru ve haklı eyleme karşı başlatılan gerici saldırıların en ön cephesinde yeraldı. Kendilerine rağmen eyleme destek veren kendi üyesi olan işçileri tehdit ederek, eylemi ve DİSK’i karalayarak sermayeye bulunmaz bir hizmet sundu. Ardından 12 Mart ‘71 faşist darbesine verdiği açık destekle hizmet görevini sürdürdü. 12 Mart faşist darbesinin sendikal alandaki bir takım hakları kısıtlaması bile, onları bu desteği vermekten alıkoymadı.

‘70’ler boyunca Türk-İş’in başındaki uşaklar, yükselen toplumsal muhalefeti engellemek için, devletle olduğu kadar sivil faşistlerle ve her türden gericilerle de açık bir işbirliği içinde oldular. Bu ilişkiler Türk-İş’in bir çete olarak örgütlenmesini de hızlandırdı. Mustafa Özbekler bu süreç içinde saltanatlarını kurdular. Böylece Türk-İş’in sınıfa ve devrimci mücadeleye karşı saldırılarını daha da tırmandırması kolaylaştı.

“Günün koşullarında kaçınılmaz ve ‘ülke yararına’ olduğu”nu öne sürerek destekledikleri 24 Ocak ‘80 kararları, Türk-İş’in, hazırlıkları çok önce başlayan ve 12 Eylül’le startı verilen tarihi saldırılarda yeraldığını göstermektedir. Türk-İş Başkanı İbrahim Denizcier 12 Eylül 1980 günü şöyle diyordu: “Bugün yönetime el koyan idare, işçi haklarının hiçbir zaman geriye gitmeyeceğini ve işçilerin bundan sonra da daha iyi kanunlarla kendilerine menfaat sağlayacağını bugün devlet bakanı bir asker ağzıyla söylemiştir. Biz buna son derece riayet, itibar ve saygı duymaktayız. Biz bugünkü yönetime yardımcı olmak düşüncesi içerisinde bulunmaktayız ve çalışmalarımızı bu şekilde tamamlayacağız.” Nitekim öyle de yaptılar. Türk-İş Genel Sekreteri Sadık Şide’yi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı sıfatıyla faşist cuntacıların ve sermayenin azgın saldırılarının hizmetine koştular.

12 Eylül’ün hemen sonrasında tüm sendikalar kapatılıp, pek çok sendikacı tutuklanıp cezaevine konulurken Türk-İş ayaktadır; sermayeye hizmet etmesi için kapatılmamıştır. Bu, verdiği hizmetlerin karşılığında ona verilmiş bir ödül değil, utanç verici bir görevdir. Tüm demokratik-siyasal ve sendikal haklar yasaklanırken, örgütsüz bırakılan işçilerin çalışma ve yaşam koşulları daha da kötüleşirken, Türk-İş bir taraftan faşist cuntanın içindedir ve kapsamlı saldırıların altına imza atmaktadır, diğer taraftan fabrikalarda işçileri demir bir cendere içinde tutma görevini yerine getirmektedir. Ve bir bütün olarak Türk-İş, topluma, işçi sınıfına faşizmin zehrini kusmaktadır. İşte ona verilen görev bunları yapmaktı ve bugün de yapmaya devam etmektir.

Sermaye Türk-İş’in çeteleşmiş,
çürümüş yönetici kastına çok şey borçlu!

Türk-İş’in yönetici kastı yalnızca geçmişte değil son yıllarda da kendisine verilen görevi en iyi biçimde yerine getirmektedir. Özelleştirmeler bu kadar kolay hayata geçebildiyse, mezarda emeklilik ve kölelik yasası meclisten bu kadar rahat geçip uygulanmaya konabildiyse, hala asgari ücretler bu kadar düşük tutulabiliyorsa, sınıf karşıtı politikalar bu kadar rahat uygulanabiliyorsa, tüm bunlarda Türk-İş’in payı büyüktür. Sermaye bu uşak takımına çok şey borçludur.

Burada ihanetin ve çürümenin vardığı boyutları görmek açısından bir noktaya daha dikkat çekelim. Özellikle ‘80’lerden sonra hükümetin hız verdiği özelleştirme saldırısı en çok Türk-İş’i hedeflediği halde, Türk-İş saldırılara kayıtsız kalarak, birçok kamu kurumunun tasfiye edilmesine, binlerce işçisinin işten atılmasına ortak oldu. Direnişe geçen kendisine bağlı sendikaları ve işçi direnişlerini yalnız bıraktı-bırakmaya devam ediyor. Yöneticiliğini yaptıkları, bu arada bir dizi imkanlarını kendileri için tepe tepe kullandıkları sendikaların bitme noktasına sürüklenmesi bile, onları ihanetten alıkoymuyor. Bu, izledikleri politikadan da öte, taşıdıkları sınıf kimlikleri/sınıf konumları açısından çok şey anlatıyor.

Ya Türk-İş’in ötesi?

Türk-iş sayesinde işçi sınıfı büyük kayıplar yaşadı, sınıf hareketinin gelişimi ağır darbeler aldı. Bu süreç hala da devam etmektedir. Ama sorun yalnızca Türk-İş mi? İhanet içinde olmak, sermayeye dolaylı ya da doğrudan hizmet etmek yalnızca burada yuvalanmış sınıf düşmanı bürokratlarla mı sınırlı?

Eğer böyle olsaydı, sendikal tablonun geri kalan kısmı -hiç değilse belli bakımlardan- üzerinden farklı bir manzarayla karşılaşırdık. Şimdilerde, Türk-İş’in yaptığı gibi, sırtını hükümete, devlet ve sermaye içindeki bir takım odaklara dayayarak işçileri kandırıp sendikalarına üye yapmaya ve bunu sendikal örgütlenme mücadelesi olarak yutturmaya çalışan, sendikal alanda bir başka gerici odağı temsil eden Hak-İş’i bir kenara bırakalım. O zaten başından beri egemen sınıfların oyuncağı olan bir sendika olarak kara tablonun bir parçasıdır, bir diğer temel gerici odaktır.

Peki, ya DİSK, şu ya da bu işkolunda örgütlü olan diğer sendikalar ve KESK? Sendikal anlayışlarıyla, mücadele çizgileriyle, sendikal demokrasi ve yönetim anlayışlarıyla ve nihayet pratikte saldırılara karşı aldıkları tutumlarla ne kadar bu kara tablonun dışındadırlar? Doğrudan sermaye iktidarının güdümünde olan Türk-İş ve Hak-İş’ten pratikte ayırdedici bir farkları kalmış mıdır? Gerçekten iddia ettikleri kadar onlardan farklı mıdırlar? Eğer öyleyse, bu fark nedir, süslü lafların ötesinde pratikte nasıl ortaya konulmaktadır? Örneğin kölelik yasası çıkarılırken, kendilerine bol keseden bir takım misyonlar biçen bu sendikanın yöneticileri nasıl bir tutum almışlardır? Örneğin, sefalet ücretlerini güvenceleyen asgari ücretler belirlenirken ne yapıyorlar? Örneğin, pek çok işyerinde ve işkolunda kölelik yasalarıyla bezenmiş TİS#146;ler, sıfırın biraz üstünde ücret zamları dayatıldığında ne yapıyorlar? Örneğin, onlardan farklı olarak nasıl bir sendikal örgütlenme faaliyeti yürütüyorlar? Sendikal örgütlenme çalışması nedeniyle işten atılan işçilere sahip çıkıyorlar mı? Yoksa, “herşeyin bir bedeli var, aslolan sendikal örgütlülüğün korunmasıdır” diyerek, her seferinde öncü işçileri patrnların önüne mi atıyorlar? Direnişe geçen sınıf bölüklerine hak ettikleri, boyunlarının borcu olan desteği veriyorlar mı? Ya da sendikal anlayış ve işleyiş alanında, o çok sözünü ettikleri sendikal demokrasiyi gerçekten işletiyorlar mi? Temsilcisi oldukları işçileri sendikal karar ve işleyiş süreçlerine ne kadar katıyorlar? Düzenli olmasını bir yana bırakalım, işçileri eğitmek için çaba harcıyo, sendikal olanakları bunun için seferber ediyorlar mı?

İşçi sınıfı bu kokuşmuş cesedi ortadan kaldırmak için tabana dayalı bağımsız örgütlenmesini ve devrimci gücünü
esas almalıdır!

Onlar cephesinden bu sorulara verilebilecek anlamlı bir yanıtın olmadığı ortadadır. Zira sınıf hareketinin ve sendikaların içler acısı durumu ortadadır. Dahası kendilerinin başında bulundukları, yenilgiye götürdükleri, kendi elleriyle satışını yaptıkları somut ve çarpıcı örnekler ortadadır. “Hayır, bizim kendi adımıza verilecek anlamlı bir yanıtımız ve ihaneti tescilli olanlardan bir farkımız var” diyenler, o zaman bu tabloyu, hiç değilse kendi sorumluluk alanlarına giren kısmıyla, açıklamak zorundadırlar.

İşbirlikçilikte, sınıf düşmanlığında ve çürümede sendika bürokratları için bir sınır yok. Türk-İş’in tarihinden çıkarılacak en yakıcı güncel sonuç budur. Yıllar yılı süren bu çürüme ve bozulma Türk-İş’le de sınırlı kalmamış, zamanla tüm sendikal alana bir kanser gibi yayılmıştır. En tepesinden en altına, sarısından yeşiline, mavisinden pembesine kadar her renkten, her kılıktan sendika bürokrasisi bir bütün olarak, işçi sınıfının yaşadığı örgütsüzlüğün, sefaletin birinci elden sorumluluğunu taşımaktadır. Çürümüş bürokratik kastın tepesinde yer alanlar sermayenin doğrudan hizmetindedirler. Onlar için sendikacılık sefil çıkarları peşinde koşmaktan ibarettir. Onlar için sendikalar, burjuva yaşamlarını sürdürmenin bir aracı ve olanağına dönüşmüşt&uum;r. Aralarındaki tek fark, kimin ne kadar kazandığı, kimin daha çok ihanete battığıdır.

Sendikal yönetimlerin şu ya da bu kademesinde yer tutan çürümüş, ihanete batmış bu bürokratik kast parçalanmadan; buna karşı ilkeli, ısrarlı ve uzun soluklu bir mücadele verilmeden sendikalar etkili bir mücadele aracına dönüştürülemez. Bunu mücadelesinin zorunlu bir görevi olarak görmeyen bir sınıf, sermayenin kapsamlı saldırılarını göğüsleyemez.

Sınıf devrimcileri, bu kokuşmuş cesedi ortadan kaldıracak olan işçi sınıfının güçlü iradesini açığa çıkarmak için her zamankinden daha yoğun, daha fedakar ve daha cüretli bir çaba ile sınıf çalışmasına yüklenmelidirler. Kendi özgücü ve devrimci ısrarı temelinde örgütlenmiş her fabrika, bu kokuşmuş cesedin gömüleceği bir mezar olacaktır.