21 Ağustos'04
Sayı: 2004/33 (25)


  Kızıl Bayrak'tan
  Saflaştıran ve ayrıştıran direniş, er ya da geç zaferi de kazanacaktır!
  Venezüellalı işçi ve emekçiler bir kez daha CİA’nın kirli planlarını bozdular
  ABD’nin ebeliğiyle doğan AKP 3 yaşında...
  CİA’nın kirli operasyonundan PWD çıktı...
  Çürüyen düzenden yine pis kokular yükseliyor...
  17 Ağustos depreminin 5. yılında yaralar kanamaya devam ediyor...
  17 Ağustos’un 5. yılında deprem ve devlet gerçeği...
  Türkiye’den günlük manzaralar...
  Sel baskını sonrası başbakan buyuruyor: “Kaçak yapıları yıkın!”
  Verimlilik yükseliyor, ücretler düşüyor!
  İşçi ve emekçi eylemlerinden...
  ÖSS yerleştirme sonuçları açıklandı… Burjuva eğitim sistemi çıkışsızdır!
  DİSK’in 12 Eylül kampanyası üzerine...
  Yaşar Okuyan’dan itiraflar... “Devletin her yeri A’dan Z’ye dökülüyor”
  Castleblair işçileri 14 Ağustos’ta bu kez Marks&Spencer Nişantaşı mağazası önündeydiler...
  Castleblair işçilerine destek...
  Almanya’da Pazartesi Gösterileri...
  Abdullah Öcalan’ın son açıklamaları üzerine...
  Hacıbektaş şenlikleri ve artan devrimci sorumluluklar
  Hacıbektaş şenliklerinden izlenimler...
  Bültenlerden...
  Sacco ve Vanzetti...
  10. yıl vesilesiyle...
  Direniş tarihimize damgasını vuran 15 Ağustos
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
DİSK’in 12 Eylül kampanyası üzerine...

Zincirin halkası olanlar onu parçalama gücü gösteremezler!

12 Eylül ve DİSK

Bilindiği gibi, DİSK’in tarihinde 12 Eylül 1980 askeri cuntasının çok özel bir yeri vardır. O dönem işçi sınıfının sendikal alandaki en önemli mevzisi durumunda olan DİSK, sınıf hareketini ezme kararlılığındaki 12 Eylül cuntasının öncelikli hedeflerinden biri olmuştur.

O dönem DİSK, sınıfın özellikle mücadeleci kesimleri içinde önemli düzeyde örgütlü durumdaydı. Yığınları cuntaya karşı mücadeleye çağırma ve bu mücadeleye önderlik etme imkanları yabana atılamayacak düzeydeydi. Ancak DİSK yönetimi bu görevin altına girmekten kaçındı.

Cuntacılar, sonradan yaptıkları kimi konuşmalarda ortaya koydukları gibi, darbeye karşı sınıf hareketi cephesinden, özellikle de DİSK’te örgütlü kesimlerden belli bir direniş olacağını düşünüyorlar, bu yüzden bir parça da temkinli davranıyorlardı. Fakat yöneticilerinin böyle bir niyet içinde olmadığını anladıktan itibaren DİSK’e dönük saldırıyı da ağırlaştırdılar. Darbeden tam iki gün sonra DİSK yöneticilerini teslim olmaya çağırdılar. DİSK yöneticilerinin ezici bir bölümü cuntanın bu çağrısına uydu, teslim olmak için sıkıyönetim komutanlığının önünde kuyruğa girdiler. Ancak bundan sonradır ki 18 Eylül’de yayınlanan 8 numaralı MGK kararıyla DİSK’in tüm malvarlığına el konuldu.

Sıkıyönetim mahkemelerinde DİSK’i ve sınıf hareketini savunan, cuntayı teşhir eden sendikacılar da oldu. Fakat bunların tutumu, darbeye teslim olmanın yarattığı büyük kırılmayı onarabilecek çapta sonuçlar üretmedi. 12 Eylül karşısında yöneticilerin sergilediği bu teslimiyetçi tutum, sonraki dönemde DİSK’in kaderini belirledi. 10 yıldan fazla bir zaman yasaklı kalan DİSK, yeniden açıldığında 12 Eylül öncesi dönemde sergilediği mücadeleci kimlikten artık önemli ölçüde kopmuş durumdaydı.

“30 yıl sizi çok değiştirmiş”

Mücadeleci kimlikten uzaklaşmış, “çağdaş sendikacılığı” kendine rehber edinmiş bu yeni DİSK sermaye sözcüleri tarafından sık sık övgü konusu yapılır oldu. Örneğin 1997 yılında, en azılı işçi düşmanlarından sermayedar Refik Baydur, DİSK’in 30. kuruluş yıldönümü kutlamalarına katıldı. Kendisini can kulağıyla dinleyen DİSK yöneticilerine, “30 yıl sizi çok değiştirmiş” diye seslendi.

Sistemli örgütsüzleştirme saldırılarının sendikaları hızla erittiği son 10 yıllık dönemde, DİSK de dahil konfederasyon yönetimlerinin işbirlikçi, ihanetçi pratikleri sermayenin işini daha da kolaylaştırdı. Sendikalar belli istisnalar dışında işçi sınıfının çıkarlarını savunan örgütler olmaktan çıktılar, sermaye adına işçileri denetim altında tutmanın birer aracı haline geldiler.

Öte yandan DİSK işçi sınıfı içinde yeniden örgütlenmeye çalışıyordu. Eski DİSK’ten kalan mücadele mirası sayesinde işçi sınıfının küçümsenemeyecek bir kesimi çağrılara yanıt verdi, yeniden DİSK’e bağlı sendikalarda örgütlendi. Fakat süreç içinde işçilerin DİSK’e bağlı umutları giderek zayıfladı. Çünkü yaşananlar, DİSK’in diğer konfederasyonlardan hemen hiçbir farkının kalmadığını ortaya koyuyordu. Özellikle ‘90’lı yılların ikinci yarısından itibaren işçi sınıfının sendikalara güveni giderek azaldı. Hem sermayenin saldırıları hem de sendika yönetimlerinin güven vermeyen duruşları yüzünden sendikaların üye sayıları son yıllarda iyiden iyiye azaldı. Birçok sendika bitme noktasına geldi.

İşçiler, uzlaşmacı ve ihanetçi tutumlar
nedeniyle DİSK bürokratlarına güvenini yitirdi

Hem bugüne kadarki kötü gidişin sorumlusu yöneticiler, hem de DİSK içinde olup da sınıf hareketi adına sorumluluk duyanlar, DİSK’in içinde bulunduğu durumdan rahatsızlar. Sınıf hareketine karşı sorumluluk duygusuyla konuya yaklaşanlar, iyi niyetli bir tutumla, DİSK’in kötüye gidişinin sebebinin mücadeleci geleneğin terkedilmesinden kaynaklandığını, bu duruma son vermek için de eski DİSK’in canlandırılması gerektiğini düşünüyorlar. Eski DİSK’in canlandırılması fikri son genel kurullarda görüldüğü gibi tabanda giderek yayılan bir görüş durumunda.

Yıllardır DİSK’in başında olan ve bu başaşağı gidişin temel sorumlusu olan Süleyman Çelebi ve ekibi, son genel kurulda tabandaki mücadele isteğinin öne çıkardığı sendika yönetimleriyle ortak bir yönetim oluşturdu ve bu sayede yönetimde kalmayı başardı. Şimdi de, tabandaki eski mücadeleci çizgiye duyulan özlemi, kendi konumunu korumanın bir imkanına çevirmek için kolları sıvamış bulunuyor. Son zamanlarda gündeme getirilen “Emekçileri saran 12 Eylül zincirleri kırılacak” kampanyası da bu amaca hizmet ediyor.

DİSK’in yeniden açılmasının üzerinden 14 yıl geçti. 12 Eylül’ün ancak şimdi bir “hesaplaşma” konusu yapılmasının gerçek nedeni ise Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine dönük beklentiler. DİSK yönetimi, böyle bir kampanyaya soyunurken Avrupa Birliği’ne güveniyor. Sermayenin AB’ye giriş adına yasalarda bir takım rötuşlar yapması bu bürokratlara, 12 Eylül’e birkaç laf söylemek için ihtiyaç duydukları cesareti veriyor.

Ama bütün yaptıkları ve yapacakları da zaten bu; birkaç laf söylemek. 12 Eylül’e karşı esaslı bir mücadele bu bayların gündeminde bulunmuyor. Dediğimiz gibi onların asıl derdi, tabandaki eski mücadeleci DİSK’e olan özlemin ve 12 Eylül’e dönük tepkinin meyvelerini toplamak, bu sayede koltuklarını korumak.

Kampanyanın şu andaki gidişatı da bu söylediklerimizi doğrulayacak nitelikte. 21 Temmuz tarihli Başkanlar Kurulu toplantısından sonra kampanya resmen başlatıldı. Ve şu ana kadar bir dizi bölgede temsilciler kurulu toplantıları yapıldı, Süleyman Çelebi bütün toplantılara katıldı ve ateşli konuşmalar yaptı. İşçileri tekrar tekrar mücadeleye çağırdı. Ancak işçiler Süleyman Çelebi’nin sözlerine değil de gözlerine bakmış olmalı ki, bu mücadele çağrıları pek yanıt bulmadı. Eylül ayına kadar giderek güçlendirileceği söylenen kampanya tabandaki işçiler tarafından en azından şimdilik sahiplenilmedi.

Son yıllarda yaşanan bunca ihanet ve hayal kırıklığından sonra tabanın daha farklı bir davranış içine girmesi de beklenemezdi. İşçiler, yıllardır ortaya koyduğu uzlaşmacı, sınıf işbirlikçisi ve ihanetçi tutumlar nedeniyle DİSK yönetimine güvenini büyük ölçüde yitirdi. Kampanyanın sahiplenişinde ortaya konan zayıflık esas olarak buradan kaynaklanıyor

Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz!

DİSK yönetimi işçilerin güvenini yitirmek için son yıllarda ne gerekiyorsa fazlasıyla yaptı. Diğer konfederasyonlar satış sözleşmesine imza atıyorsa DİSK de attı. Diğer konfederasyonlar sorunları çözmek için patronla, hükümetle utanç verici pazarlıklar içine giriyorsa DİSK de aynısını yaptı. Çıkarlarını korumak için DİSK çatısı altında örgütlenmeye çalışan işçiler çoğu durumda DİSK’in ihanetiyle karşılaştılar.

Bunun son somut örneği Castleblair’de yaşandı. Süleyman Çelebi ve DİSK-Tekstil yöneticileri Castleblair’de DİSK tarihine utanç verici bir sayfa daha eklediler. Burada da satış sözleşmesine imza atmakla kalmadılar, fabrikada sendikal örgütlenmeyi sağlayan öncü işçilerin tasfiyesine çanak tuttular. Dahası onların haklarını ve örgütlülüklerini korumak için yürüttüğü direnişe karşı pervasızca bir karalama kampanyasına girişmekte sakınca görmediler. Açıkça işçi düşmanlığına soyundular.

Bütün bunlar işçi sınıfının gözleri önünde yapıldı. Castleblair işçileri ısrarla sendikal örgütlenmelerine sahip çıkmalarına ve yöneticileri göreve çağırmalarına rağmen, Süleyman Çelebi ve avanesi sözüm ona 12 Eylül’e karşı mücadeleyi örgütlemek için toplantıdan toplantıya koşmakla meşguldü.

Zincirin halkaları olanlar onu parçalayamaz

12 Eylül, o dönemki mevcut sınıf hareketini önemli ölçüde ezdi. 12 Eylül’den sonra birçok bakımdan farklı bir sınıf hareketi ve yeni koşullara uygun bir sendikacılık hareketi oluştu. Bu yeni sendikacılık hareketi, 12 Eylül’e karşı mücadele içinde değil, tam tersine ona alkış tutarak ya da ondan icazet dilenerek, onun kalıplarına kendini uydurarak oluştu. Bugün DİSK içinde eski DİSK’in geleneklerine dair özlemler ne denli güçlü olursa olsun, gerçek şudur ki ‘91’den sonra faaliyetine izin verilen DİSK, 12 Eylül sisteminin yarattığı sendikacılığın kendine özgü bir parçasıdır. İçinde ilericilerin, devrimcilerin olması gelecek için umut kaynağı olabilir, ama bu DİSK’in son 14 yıldır sınıf mücadelesinde oynadığı olumsuz rolü ortadan kaldırmaz.

Sermaye sendikaları sınıfı denetim altına almanın bir aracı olarak kullanmak istemiştir, 12 Eylül’le bunun yolunu düzlemiştir. 12 Eylül’e karşı direnmeyen DİSK, diğerleriyle aynı ölçüde olmasa da kendini sermayeye kullandırmıştır. DİSK’teki bu yönetim ve sendikacılık anlayışı, çoktandır sınıf hareketinin engellerinden biri haline gelmiştir. Yani DİSK’e hakim sendikal çizginin kendisi, Süleyman Çelebi’nin toplantılarda “kıracağız, parçalayacağız” dediği zincirin belki de en sağlam halkalarından birisidir.

Halkanın zincire başkaldırdığı, onu parçaladığı görülmemiştir. Ancak bu, işçi ve emekçileri kuşatan sermaye gericiliğinin ve 12 Eylül düzeninin oluşturduğu zincirin hiç kırılamayacağı anlamına da gelmez. Bu zinciri kıracak iradenin ilk filizlerini görmek isteyenler mücadelenin kalbinin attığı grev ve direniş yerlerine gitmelidir. Saldırılara ve ihanete inat direnişlerini sürdüren Castleblair işçilerinin gözlerine bakanlar bu iradeyi göreceklerdir.



‘80 öncesi DİSK ve ‘80 sonrası
sol sendika bürokrasisi

İşçi sınıfının iktisadi çıkarları ve bu çıkarlarla bağlantılı kısmi demokratik istemleri için mücadele yürütmek -eski DİSK’in işçi sınıfı hareketi tarihi içinde oynadığı rol sanıyoruz en iyi böyle özetlenebilir. Hızlı kapitalist gelişmenin sosyo-politik sonuçlarının kendini her alanda göstermeye başladığı ‘60’lı yıllar, aynı zamanda, işçi sınıfının aşırı sömürüye ve kötü çalışma koşullarına karşı kısmi demokratik haklar için mücadeleye atıldığı yıllar oldu. Grev ve toplusözleşme haklarının kazanıldığı bir dönemde Türk-İş sınıfın bu alandaki potansiyeline barikat oluşturunca, buna ilerici bir tepki olarak DİSK doğdu.

Adındaki “devrimci” ibaresine rağmen DİSK hiçbir zaman sol reformist bir çizgiyi aşamadı, fakat sınıfın iktisadi mücadelesine ve dar demokratik istemlerine belli sınırlar içinde hep karşılık verdi. Zaman zaman kendisine egemen olan politik eğilimlerdeki tüm değişme ve oynamalara rağmen, nispeten bilinçli dinamik bir tabana sahip olmanın da avantajıyla DİSK, tüm ‘80 öncesi tarihi boyunca bu sınırlar içindeki bir mücadeleci kimlikle özdeşleşti. DİSK’in sendikal cephede ve iktisadi mücadele alanındaki nispi üstünlüğünü ve ilerici rolünü açıklamak gereksizdir. Bu sınıf hareketi tarihine malolmuş basit bir gerçektir. Kısmi demokratik istemlere dayalı siyasal mücadelesine ise, görkemli 1 Mayıs gösterilerinden DGM direnişlerine kadar bir dizi demokratik anti-faşist eylemi ve etkinliği örnek olarak sıralamak mümk&ul;n.

Fakat buna rağmen dönemin tüm devrimci akımları DİSK’e egemen politikayı reformist-sınıf işbirlikçisi olarak nitelemekteydileler ve kuşkusuz bunda haklılardı da. Zira DİSK, kendisine egemen revizyonist-reformist akımlar nedeniyle, sınıfın kısmi talepleri uğruna mücadelesini genel devrimci iktidar mücadelesine bağlayan bir politik konumdan yoksun olduğu gibi, bu devrimci perspektife karşı revizyonist-reformist odakların elinde bir kalkandı da. Reformist-sınıf işbirlikçisi ithamı, DİSK’in sendikal tutumundan çok politik konumuna yöneltilmişti.

Konumuz DİSK olmadığı için sözü kısa kesmek zorundayız. Şuraya gelmek istiyoruz. 12 Eylül, revizyonist-reformist politikaların egemenliğinde içten içe çürüyen ve kan kaybeden DİSK’e öldürücü bir darbe vurdu, eski DİSK’i tarihe gömdü. DİSK’in bu akıbete uğradığı yıllar, aynı zamanda, işçi sınıfının ağır bir sömürüye tabi tutulduğu ve zaten yasal planda çok sınırlı olan bir dizi demokratik hakkının da gaspedildiği yıllar oldu. Bunun işçi sınıfında biriktirdiği hoşnutsuzluk ve hoşnutsuzluğun kendisini ‘80’li yılların ikinci yarısından itibaren ortaya koyması, sınıf hareketindeki gelişme, ‘89 Baharı ve ‘90 yılının direnişleri, tüm bunlar bilinmektedir.

Bu gelişmede en dikkate değer olgulardan biri, hareketin tümüyle tabandan gelmesi, taban dinamizminin sınıf hareketine yol açmasıdır. Bu gelişme, 12 Eylül dönemini kaba bir ihanet içinde geçirmiş, sermayenin sınıfa yönelttiği saldırıya seyirci kalmış, bunun da ötesinde, cunta hükümetlerinde yer alarak bizzat desteklemiş Türk-İş bürokrasisinde de, elbette yankı bulacaktı. Bürokratlar işçi sınıfının bazı ekonomik ve demokratik istemlerini seslendirmek, işçi sınıfının bu doğrultuda gösterdiği eylemliliği gönülsüzce ve ikiyüzlüce sahiplenmek zorunda kaldılar. Doğal olarak bu etki, tabana daha yakın olan ve yönetici olmanın ayrıcalıklarından daha az yararlanan sendika alt kademelerinde daha büyük oldu. Sendika kongrelerinde bu yönetimler bir ölçüde değişti, sınıfın hak istemlerine karşı daha duyarlı olan ya da oml;yle görünen unsurlar yer yer yönetimlere geldiler.

Sendika şube platformları sınıf hareketindeki bu gelişmenin “yan ürünleri” oldular. Onlar sınıf hareketindeki gelişmenin kendisinden doğmadılar. Yalnızca, sınıf tabanındaki büyük hoşnutsuzluk ve mücadele isteği karşısında, alt kademe sendika bürokratlarının kendine çeki düzen vermek ihtiyacının ifadesi oldular. Sınıf hareketinin önünde değillerdi, arkasından geldiler. Onun ekonomik ve kısmi demokratik hak taleplerinin sözcüsü olmaya, bunu kendileri için bir sendikal politika platformu yapmaya çalıştılar. Dolayısıyla onlarınki sınıf hareketine önderlik değil, deyim uygunsa bu hareketin üzerine oturmaktı. DİSK’in ‘70’li yıllardaki yükseliş süreci içindeki konumu da buydu. Ne var ki DİSK aktifti, lafta kalan eylem çağrıları yapmakla kalmıyor, bunu bizzat örgütlüyor ve yürütüyordu. Örneğin DGM saldırı gündeme geldiğinde kendi etkinliğindeki sınıf kitlesini harekete geçiriyordu. 16 Mart öğrenci katliamı gerçekleştiğinde, genel greve gidiyordu. Kitlesini anti-faşist gösterilere katıyor, bu doğrultuda çaba harcıyordu. Bir kısım demokratik siyasal istemi sınıf kitlelerine maletmek ve toplumun gündemine sokmak için aktif çaba harcıyordu, vb.

Ya şimdiki sendika şubeler platformu bürokratları ne yaptılar ve ne yapıyorlar? Bunlar Türk-İş merkezindeki hainleri aşan hangi pratik adımı atmışlardır? Hangi eylemi onlara rağmen gündeme getirmiş ve gerçekleştirmişlerdi? Yıllardır varlar, pratik olarak ne yapmıştır bu platformlar? Hangi ciddi politik ve eylemsel çıkışı göstermişlerdir? Kürt halkı katliamdan geçiriliyor, toplum her türlü demokratik haktan yoksun bırakılmak isteniyor, işkence, cinayet, zulüm kol geziyor, yüzbinlerce işçi sokağa atılıyor, İMF reçeteleri uygulanıyor, işçi sınıfı açlığa ve işsizliğe terkediliyor vb., vb... İstanbul, İzmir, Ankara, Eskişehir gibi temel sanayi kentlerindeki, demek oluyor ki toplumun nabzının attığı sanayi merkezlerindeki sınıf tabanı üzerine oturan bu platformlar, tüm bunlara karşı ne yapmışlardır? Aradan tam bir yıl geçmiştir, bu bürokratlar İstanbul gibi bir kentt26 Eylül ‘93 toplantısından beri bir yeni işçi temsilcileri toplantısını neden gerekli görmemişlerdir? 5 Nisan’dan sonra, 1 Mayıs’tan önce, 20 Temmuz’dan önce ve sonra, böyle toplantılar kesin bir zaruret değil midir? Bu tür toplantılar neden yapılmamıştır ve yapılmıyor? Bu tür toplantılar neden kurumlaştırılmıyor? Genel grev üzerine bunca laf ediliyor da, neden tabanda, fabrika ve işyerlerinde işçi komiteleri, genel grev komteeri oluşturulmuyor?

Bu sorular çoğaltılabilir. Fakat sendika şube platformlarının gerçekte ne oldukları, ne ifade ettiklerini anlamak, ortaya çıkarmak için bu türden birkaç sorunun sorulması bile yeterlidir. Sonuç bu platformların pasif ve bürokratik bir reformizmi temsil ettikleridir. Bu halleriyle, sınıf hareketinin önüne örülmüş daha incelikli yeni bir barikattan başka bir şey olmadıklarıdır. Bu platformda yer alan ve platformun “sol” kanadını oluşturan bir kısım sözde “sosyalist” şube başkanının 27 Mart seçimlerinde 2. cumhuriyet programını açık açık savunan SHP adayı Zülfü Livaneli için kamuoyuna yönelik açık destek çağrısı yaptığını hatırlatmak, belki de çok şey söylemekten daha açıklayıcıdır.

Fakat liberal kuyrukçularımızda liberal yanılsamaları yaratan Türkiye’nin bugünkü kendine özgü koşullarıdır. Sermaye düzeninin çözümsüz sorunları ve yaşamakta olduğu yapısal kriz ortamında, mevcut merkezi sendika bürokrasisi sınıfın iktisadi ve kısmi demokratik istemlerine bile sahip çıkamamaktadır. Böyle olunca, bu dar ve sınırlı istemlere belli bir biçimde sahip çıkanlar, böyle bir mücadeleden yana olanlar ya da öyle görünenler, liberal kuyrukçular için “namuslu ve dürüst”, “dinamik ve mücadeleci”, “sınıftan yana ve sınıf kaygusu güden” sendikacılar payelerini rahatlıkla kazanabiliyorlar. Oysa böyle bir mücadele platformu, her yerde ve her zaman burjuva reformist sendikacılığın ve onun politik alandaki izdüşümü olan liberal işçi politikacılığının gerçek zeminidir. Bu formist platform hain sendika merkezleri karşısında işçi sınıfının seçeneği olmak bir yana, sınıf hareketinin devrimci gelişmesi önünde yeni bir engeldir. Böyle bir platformu desteklemek, sarı sendikacılık karşısında pembe sendikacılığı, burjuva gericiliği karşısında burjuva reformizmini desteklemektir.

Fakat hemen ekleyelim ki, alt kademe sendika bürokratlarına bu payeleri bu kadar kolay verenlerin tutumu basit bir liberal yanılsama değildir. Bu gerçekte böylelerinin son yıllarda ulaştığı yeni konumun sınıf hareketine yaklaşımda ortaya çıkan doğal bir yansımasıdır. ‘80 öncesinde devrimci-demokrattılar. Şimdi devrimcilik aşınıp eridi, geriye yalnızca demokratlık, yani o kaba burjuva demokratik ufuk kaldı. Burjuva ya da küçük-burjuva demokratizminin sınıf hareketi alanındaki yansıması ise her zaman ekonomizm, kendiliğindenciliğin kutsanması, liberal bir işçi politikacılığı olmuştur.

İşçi sınıfı hareketinin kendini az çok göstermeye başladığı her burjuva toplumda, sınıfın dar iktisadi istemleri ve bunlarla bağlantılı demokratik siyasal istemleri üzerine oturan burjuva liberal bir işçi politikası için uygun bir zemin var demektir. Bu temele dayalı bir mücadele genellikle işçi sınıfının kendiliğinden gelişimi ile oluşur ve Lenin’in trade-unionculuk olarak ifade ettiği bir sendikalizmde ifade bulur. Trade-unionculuk burjuva anlamda politikleşmiş bir işçi hareketini anlatır. “Sendikacılık (trade-unionizm), kimilerinin sandığı gibi, ‘siyaseti’ tümüyle dışlamaz. Sendikalar her zaman bazı siyasal (ama sosyal-demokrat olmayan) ajitasyon ve mücadele yürütmüşlerdir” (Lenin, Ne Yapmalı?). Çoğu kere sınıf hareketinin ilk politizasyonu böyle gerçekleşmiştir. Türkiye işçi sınıfı hareketi tarihinde DİSK’in oynadı&curen;ı olumlu rol de budur.

İlk ifadesini reformist bir sendikalizmde bulsa da, bu, bu politik zeminin salt sendikalar tarafından tutulduğu anlamına gelmez. Tersine bu zemin üzerine politika yapan burjuva ya da küçük-burjuva politik akımlar her ülkenin kendine özgü tarihsel koşulları içinde ve kendine özgü bir biçimde oluşur ve bunlar zaman içinde reformist sendikacılık akımı ile buluşurlar. Bu reformizm ile reformist sendikacılıkta ifade bulan bir sınıf hareketinin buluşup birleşmesidir. Reformist politik partiler bu buluşmanın temsilcisi ve taşıyıcısıdırlar. Reformist politik akım ya da parti, kendiliğinden gelişmenin sınıf hareketinde yarattığı sınırlı ufku bir program haline getirir, bunun üzerine oturur ve sınıf hareketini bu çerçevenin içinde kötürümleştirir. İşçi sınıfı, burjuva politik akımların dümen suyunda, kendi bağımsız devrimci sınıf kimliğinden ve tutumundan yoksun kal.

İngiltere’de İşçi Partisi sendikalizmden doğdu. Birçok Avrupa ülkesinde başlangıçta sosyalist bir çizgiyi temsil eden partiler sonradan yozlaşarak ya da ondaki geriliğe boyun eğerek burjuva reformist işçi partileri haline geldiler. Sonradan benzer bir evrimi revizyonist çizgiye kayan komünist partileri yaşadı. Bütün bu partilerin politik çizgisinin özü ve esası, sınıfın düzen içi kısmi çıkarları ile burjuva düzenin genel çıkarlarını bağdaştırmaktan oluşmaktadır. Bunun artık olanaksızlaştığı koşullar (emperyalist savaş, kapitalizmin krizi, faşizm, vb.) bu parti ve akımların çöküntüsünü de beraberinde getirmiştir genellikle.

Sınıf hareketi böylesi süreçleri Türkiye’de yaşamıştır. ‘60’lı yıllarda, liberal bir işçi politikası izleyen TİP’in burjuva sendikacılık hareketinden (Türk-İş) doğması, sonra bir başka çizgide DİSK’le buluşması yaşandı. ‘70’li yıllarda DİSK (başta TKP) revizyonist akımların sosyal-reformizmiyle içiçe geçti. Ardından ikisi birden burjuva reformist CHP’nin eklentisi haline geldiler.

Bu bizi tartışmamız bakımından canalıcı olan soruna getiriyor. 12 Eylül’den itibaren eski DİSK artık yoktur. Kısmi istemler uğruna mücadele üzerine oturan eski sosyal-reformist akımlar iflas etti ve ‘80’li yıllarda çöktü. Oysa ‘80’li yılların ikinci yarısından itibaren işçi sınıfının ekonomik ve kısmi demokratik istemlere dayalı bir kendiliğinden hareketi oluştu ve dalgalı bir seyir içinde sürekli gelişti. Tam da bu koşullarda, DİSK’in ve liberal bir işçi politikası izleyen sosyal-reformist akımların yokluğu, liberal işçi politikacılığı alanında temelli bir boşluk demektir. Doğa gibi toplumun da boşluğu uzun süreli kaldıramadığı herkesçe bilindiğine göre, soru şudur: Bu boşluk ‘80’li yılların ikinci yarısından itibaren ve bugün, sendikal planda ve politik planda, nasıl ve kimler tarafından doldurulmaktadır ya da doldurulmaya &cceil;alışılmaktadır? (...)

20 Temmuz Dersleri, Eksen Yayıncılık, s.59-64
(Seçilen parçaya uygun olarak başlık tarafımızdan konulmuştur -KB)