26 Şubat 2005
Sayı: 2005/08 (08)


  Kızıl Bayrak'tan
  SEKA’nın çaktığı kıvılcım büyüyor!
  ABD emperyalizmine yanıtımız: Uşaklarını da al ve ülkemizden defol!
  Savaş kundakçılarından uşaklarına sert emir
  Özelleştirmeler Avrupa Birliği için!
  Öğrenci affı neyi gizliyor?
  SEKA direnişi ve acil görevler
  SEKA direnişine ziyaret
  Cevizli Tekel işçileri eylemde
  Adana BDSP ve DHP’den TEKEL ve SEKA işçileriyle dayanışma çağrısı
  Emek Platformu’nu kim kurtaracak?
  Eğitim-Sen eylemleri
   Mersin’deki katliam protesto edildi
  Sermayenin alternatif muhalefet arayışı
  Ulusal sorun ve Kürt hareketi/3: Kürt hareketinde ideolojik silahsızlanma
  Suriye’ye yönelik tehditler sürüyor
  AB şeflerinin Bush'la suç ortaklığı!
 Filistin halkı “barış” yalanına kanmayacak!
Lübnan’da “Lübnanlaşma”
belirtileri
 Kadın emeği ve sendikal katılım
Sosyalizm, kadının kurtuluşu ve
Sovyet deneyimi
İstanbul Eğitim-Sen 4 No’lu Şube Genel Kurulu...
AB ve Kürdistan sorunu
Bültenlerden
Kapitalizmde mutluluk ancak anketlerde olur!!
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 

AB ve Kürdistan sorunu

Gerçekler ve yanılsamalar

Geçtiğimiz yılın son günlerine kadar AB, TC'nin AB'ye üye olma ve bununla ilgili müzakere tarihini alma, AB'nin Kürt sorununa getireceği “açılımlar” gibi alt başlıklar gündemin en çok tartışılan konuları oldu. Biz de bu konudaki görüşlerimizi birkaç makale ve bildiride ifade etmeye çalıştık. AB, AB-TC ilişkileri, AB ve Kürt sorunu eksenindeki tartışmalar belli yönleriyle devam ediyor, birçok politik eğilime damgasını vurmayı sürdürüyor. Ancak bu tartışmalarda ve buna yön veren politik eğilimlerde gerçekler ile yanılsamalar ve sanal “gerçekler” karışmış bulunuyor. Dolayısıyla süren bu tartışmayı, gerçekleri ve yanılsamaları net ve kesin çizgileriyle ayrıştıracak bir biçimde sürdürmek gerekiyor. Özellikle bu konuda “bizim” Kürtler'de derin bilgi yetersizliği ve liberal yanılmaların olduğunu peşinen teslim etmemiz gerekiyor. Bu nedenle tartışmayı daha kapsamlı bir biçimde yapmak ve derinleştirmek durumundayız.

AB hakkındaki yanlış bilinç, zincirleme yanlışların da temel nedeni olmaktadır.

AB nedir?

İşte can alıcı ve merkezi soru budur!

AB nedir sorusuna doğru bir yanıt verilmeden AB ile Kürdistan sorunu, AB ile TC arasındaki ilişkilerin özü, özellikleri, bu ilişkilerin getirip götürecekleri konularında da sağlıklı bir değerlendirmeye ulaşılamaz; bu bağlamda doğru politikalar da geliştirilemez! Ne yazık yaşanan da bundan başkası değildir!

AB'yi “demokrasi ve barış” merkezi olarak algılarsanız, temel işlevinin bu olduğunu vaaz ederseniz, tutumunuz, bunun gönüllü savunuculuğunu yapmaktan başka bir şey olmayacaktır.

Yok, AB'yi dünya çapında “Rekabet gücü yüksek sosyal piyasa ekonomisini” (AB Anayasası) geliştirmeyi “en yüksek amaç” olarak belirleyen kapitalist ve emperyalist bir “uluslararası ittifak” veya “Birlik” olarak değerlendirirseniz, “demokrasi ve barış” hayallerini değil, ABD karşısında rekabet etme gücü kazanmayı eksen alan, dünyayı paylaşma kavgasını, emekçileri sömürme düzenini yeni bir aşamaya taşımaya hazırlanan bir blok gerçeğini görürsünüz!

Elbette AB'ye nereden, hangi göz ve perspektifle bakıldığı, kimin çıkarlarının esas alınarak yaklaşıldığı önemlidir.

Ezilen halkların ve emekçilerin durduğu yerden ve onların perspektifiyle mi, yoksa burjuva liberal bir eksenden mi bakılacak? Ya da gerçeklerin ışığında mı, yoksa yaratılan “sanal gerçeklerle” mi?

İşte yukarda sözünü ettiğimiz can alıcı sorunun doğru kavranmasında diğer bir can alıcı soru da budur!

AB nedir sorusuna, gerçeklere sadık kalarak ve objektif bir perspektifle bakmaya ve bu sorunun özünü ve ana çizgilerini ortaya koymaya çalışacağız. Bunu başarabildiğimiz ölçüde yaratılan yanılsamaları, sanal sis perdesini yırtabileceğiz...

I. AB nedir?

19. ve 20. yüzyıl, Avrupa için savaşlar yüzyılları olmuştur. Savaş ve çatışma, kendisiyle birlikte “barış” ihtiyacını ve istemini de getirmiş ve bunun hep ilgi odağında kalmasında tetikleyici bir rol oynamıştır. “Birleşik Avrupa” ya da “Avrupa Birleşik Devletleri” sloganı, 20. yüzyılın başlarında birçok çevrenin gündeminde yer tutmuştur. Aslında Avrupa Birleşik Devletleri düşüncesi, Fransız Devrimi ile birlikte burjuva ideologları tarafından dile getirilmiş ve tartışma konusu yapılmıştır. 1867 tarihinde İsviçre'de kurulan “Barış ve Özgürlük Birliği” adlı oluşum, Avrupa Birleşik Devletleri fikrinin Avrupa'da savaşları önleyebileceğini savunmuştur. Aynı tartışmanın I. Paylaşım Savaşı'nın arifesinde “Sosyal demokrat” partileri ve onun önemli şahsiyetlerini kapsayacak şekilde alevlendiğini görüyoruz. II. Enternasyonal'in en önemli otoritesi sayılan Kaustky, bu tartışmaya “ultra emperyalizm” teorisiyle katılır. Bu teoriye göre, kapitalizmde yaşanan “uluslararasılaşma” eğiliminin, giderek bir dünya tekeline, bir dünya devletine, ultra emperyalizme götüreceğini, dolayısıyla rekabet ve savaşların yerini uzlaşma, dünyayı ortak sömürme ve barış eğilimine bırakacağını, bu anlamda Avrupa Birleşik Devletleri sloganının bu genel eğilimin teorik ve politik dışavurumundan başka bir şey olmayacağını anlatır. Yine Kaustky, “silahlanma ve savaşın mutlaka emperyalizmin bir ürünü olarak görülemeyeceğini” ileri sürer ve Avrupa Birleşik Devletleri sloganı ile “sürekli barış” arasında kopmaz bir ilişki kurmaya çalışır.

Rosa Luksemburg, ulus-devlet ve ekonomik rekabetin, kapitalizmin bir ürünü olduğunu, bunun da ulusal düzeyde sınıf savaşlarını, uluslararası düzeyde ise hegemonya savaşlarını koşulladığını vurgular, sürekli barışın koca bir yalan ve demagoji olduğunu belirtir.

Lenin ise, Avrupa Birleşik Devletleri sloganını, 1915 tarihinde yazdığı bir makalede ana çizgileriyle eleştirir. Bu sloganın ekonomik bakımından ya olanaksız ya da gerici olduğunu savunur.

AB, gerçekleşme yolunda olan Avrupa Birleşik Devletleri mi?

AB, ulus-devletlerin aşılması, onun inkarı mı? Bu anlamda AB, ulus ve ulus-devlet olgularını aşma iddiasında olan globalizmi doğrulayan en çarpıcı örnek mi?

Yoksa AB, ulus-devletlerin gerçekleştirmek istedikleri bir “devletler konfederasyonu” mu, ulus-devletlerin toplamı mı?

Bu önemli soruların yanıtı geniş bir tartışmayı gerektirmektedir. Bu soruların geniş tartışmasına girmeden bu konudaki yanıtımızı çok kısa bir biçimde özetlemek istiyoruz.

Bu soruların yanıtı, AB'nin katettiği tarihsel gelişim çizgisinde, onun oluşum ve kuruluş gerekçelerinde, Birlik ile ulus-devletler arasındaki ilişki ve çelişkilerde, Birlik'in işleyiş, karar süreçleri ve kurallarında, bunların dile getirildiği temel belge ve kurumların kendisinde gizlidir!

Bilindiği gibi II. Dünya Savaşı'ndan sonra Batı Avrupa baştan sona bir yıkıntı içinde ve harap haldeydi. Doğu Avrupa ülkelerinde ve Doğu Almanya'da Sovyet ordularının da desteğiyle sosyalist sisteme bir geçiş süreci başlamıştı. ABD savaştan güçlü olarak çıktı, kapitalist-emperyalist sistemin lideri olarak dünya siyasetinde rol oynamaya başladı. Avrupa, ABD'ye muhtaç durumdaydı. Hem ekonomik açıdan, hem de siyasal ve askeri açıdan... 1947'de ABD tarafından geliştirilen Marshall Planı, başta Batı Almanya olmak üzere Avrupa ekonomilerini yeniden canlandırmak içindi. Avrupa ABD'ye muhtaç olduğu kadar ABD de Avrupa'ya ihtiyaç duyuyordu. Sovyetlerin varlığı, ekonomik ve sosyal çöküntü içindeki Avrupa'nın karşı karşıya kalacağı toplumsal devrim korkusu, bu iki korkunun birleşik etkisi, ABD'yi Avrupa'ya destek vermeye zorluyordu. Avrupa ülkeleri ABD'nin liderliğini, siyasal ve askeri vesayetini kabul ettiler; bu, on yıllar boyunca böyle devam etti, Sovyet siteminin dağılışına kadar...

Öte yandan belli başlı Avrupa ülkeleri, kendileri için stratejik değerde ve ekonomileri için kilit önemde olan kömür ve çelik sanayini korumak ve rekabet gücünü artırmak amacıyla 1952 tarihinde Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu'nu kurdular. Bu anılan topluluk bugünkü AB'nin de ilk çekirdeği niteliğindedir. Başka bir deyişle AB, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu'nun bugüne doğru evrilmesidir. Bu topluluğun altı kurucu üyesi var ve “Altılar” olarak anılmaktadırlar. Fransa, B. Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg, bugün aynı zamanda AB'nin eksenini oluşturmaktadır. Altılar, 1957'de Roma Anlaşmasıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu'nu (AET) kurdular. Anılan anlaşmada topluluğun temel amacı, malların, hizmetlerin, sermayenin ve işgücünün serbest dolaşımını sağlayacak ortak bir pazarın ve gümrük birliğinin kurulması olarak tanımlanmaktadır. 1968'de gümrükler kaldırıldı ve ortak bir gümrük tarifesi belirlendi. 1980'lerden itibaren AET, bir kez daha adını değiştirdi, Avrupa Topluluğu (AT) adını aldı. 1980'lerin sonlarına kadar AT'ye damgasını vuran ekonomik kaygılar ve beklentilerdir, “ekonomik” kimlik daha öndedir. Politik kimlik çok belirleyici bir öğe olmamaktadır. Ancak Sovyet sisteminin dağılması ile birlikte AT, politik kimliğini de örme, geliştirme ihtiyacını duydu ve bunun bir sonucu olarak adını bir kez daha değiştirerek Avrupa Birliği (AB) adını aldı. AB, ABD karşısında ekonomik ve siyasal bir güç, dünya çapında rakip bir blok haline gelme amacında olan kapitalist-emperyalist bir uluslararası ittifak, ulus-devletler topluluğu veya “devletler konfederasyonu”dur.

AB'nin ekseninde ekonomik amaçlar her zaman önemli bir rol oynamıştır, “malların, hizmetlerin, sermayenin ve işgücünün serbest dolaşımını sağlayacak ortak bir pazarın ve gümrük birliğinin kurulması” öncelikli hedef olarak belirlenmiştir. Ortak para birimi olarak Euro'nun kabulü de bu bağlama oturmaktadır. Euro'nun ortak para birimi olarak kabulü, AB'nin ABD karşısında ekonomik ve giderek siyasal bir güç hedefi doğrultusunda atılmış bir önemli adımdır. Bu adımı, ortak “savunma gücü” oluşturma, “ortak dış politika” geliştirme çabaları izlemektedir. Bu konularda Fransa ve Almanya ekseninin motor rol oynamaları rastlantı değildir.

AB, açık ki, ABD emperyalizmine karşı ekonomik ve politik bir güç olma amacıyla geliştirildi. Bir dünya gücü olma, rakip bir blok olarak dünya hegemonyasında yeralma hedefi, AB'nin en temel varlık nedenidir.

Bu ne kadar doğruysa, AB'nin eşitler ilişkisi olmadığı da bir o kadar doğrudur. Bu noktanın açılımına geleceğiz, buna geçmeden önce “ulusal parlamentolar” tarafından onay bekleyen AB Anayasası hakkında birkaç söz söylememiz gerekir. Anılan anayasa, AB'nin amacını çok net ve tartışmaya yer bırakmayacak açıklıkta ortaya koyuyor: “Rekabet gücü yüksek sosyal piyasa ekonomisi en önemli amaç”!

Rekabet gücü yüksek bir ekonomi için, ekonomi politiğe göre yapılması kaçınılmaz olan “önlemler” şunlardır: Bir, işçilik, işgücü maliyetlerini düşürmek; iki, teknolojiyi daha da geliştirmek ve yükseltmek; üç, bu ikisini birlikte yapmak!

Bu üç önlemin anlamı, daha fazla sömürü, daha fazla işsizlik ve yoksullaştırmadır. “Sosyal devlet”in terkedilmesi, emekçilerin işsizlik ve esnek çalışma kıskacına sıkıştırılması, kazanılmış hakların tek tek gaspedilmesi, neo-liberal politikalarla çok boyutlu saldırıların gerçekleştirilmesi boşuna değildir; anılan amacın gereğidir.

Somut olarak yaşandığı ve sıradan bir okuyucunun bile gözlemlediği gibi, AB ülkelerinde, sosyal haklar kısıtlanıyor, haftalık çalışma saatleri 40-45 saate çıkarılmak isteniyor, AB Anayasası'yla “sosyal sorumluluk” ilkesi kaldırılıyor, sendikalar zayıflatılıyor, kazanılmış demokratik hak ve özgürlükler budanıyor, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı körükleniyor, AB Anayasası'yla “demokratik yapıların” içi boşaltılıyor, yine bu anayasa “yürütme” erkine karar alma ve uygulama yetkisi veriyor, Parlamentonun gücü, komisyon üyelerini onaylamakla sınırlandırılıyor, politika belirleme hakkı tümden ortadan kaldırılıyor, yine bu anayasa ile demokratik örgütlenmeler üzerinde baskılar arttırılıyor. Bütün bu neo-liberal saldırıların sonuçları bugünden ortaya çıkmaktadır. Basına da yansıyan rakamlara bakılırsa, AB'nin motor ülkelerinden biri olan Almanya'da toplumun %13,5'i yoksulluk sınırının altında yaşıyor, bu yılın başında yürürlüğe sokulan Hartz IV ile bu yoksullaşma süreci daha da derinleşecektir. Yine Almanya'da 1,2 milyon çocuk yoksul. İlaç için para ödeme zorunluluğu getirildi, sosyal ve sağlık sistemi neo-liberal politikalar doğrultusunda yeniden düzenleniyor. Sınıflar arasındaki farklar büyüyor, zenginlerle yoksulların okulları birbirinden ayrılıyor... 1990'lı yıllardan önce emeğe, soysal haklara karşı bu kadar pervasız saldıramıyorlardı. Her şeyden önce Sovyet bloku şahsında sosyalizm ciddi ve caydırıcı bir tehdit olarak algılanıyordu. İkincisi sendikalar bu kadar düzenle bütünleşmemişlerdi. Ama Sovyet sistemi dağılınca, neo-liberal politikalarla sendikaların da son güç kırıntıları ortadan kaldırılınca, karşılarında yakın ve orta gelecekte engelleyici barikat da kalmamış oldu. Yine dünya dengeleri daha saldırgan olmalarını koşullayan ideolojik, moral, politik ve ekonomik olanaklar, fırsatlar sundu.

Kuşkusuz AB, salt bunlar değil, dahası var.

Dünya çapında hegemonya mücadelesinde kendine bir yer edinme hedefi, ABD karşısında ikinci bir kutup olma eğilimi, kaçınılmaz olarak militarizmi körükler. Bu, yeni savaş veya savaşlar demek! AB Anayasası'nın silahlanmayı zorunlu hale getirmesi de bundandır. Militarizm, büyük bir savaş bütçesi gerektirir, bu ise daha fazla sömürü, talan ve kazanılmış hakların gaspedilmesi demektir. Bugün yürütülmekte olan ekonomik ve sosyal politikaların bir yönü de budur! Siyasal düzeyde ise militarizm, en genel anlamda anti-demokratizm demektir, siyasal gericiliğin, ırkçılık ve şovenizmin derinleştirilmesi demektir. ABD nasıl ki, “terörizme karşı mücadele” adına “önleyici savaş doktrinini” resmen benimseyip açıkladıysa, AB de “önleyici savaş” doktrinini benimsemiş bulunmaktadır.

Bütün bunlar neyi gösteriyor? Kapitalist-emperyalist bir blok olan AB üzerine içi boş hayaller kurmanın bir anlamı yok. AB, geleceğe ciddi bir biçimde hazırlanıyor, ortaya çıkan işaretler, sınıf mücadelelerinin şiddetleneceği, dünya çapında rekabet ve savaş hazırlıklarının giderek tırmanacağıdır. Dolayısıyla AB'yi bir demokrasi seçeneği olarak görmek, ABD karşısında bir barış şansı olarak değerlendirmek, liberal ham hayallerden başka bir değer ifade etmiyor.

Eğer bu eğilimler ve gelişme yönleri birer olguysa, devrimcilerin sosyalistlerin yapması gereken, bunları görmek, değerlendirmek ve geleceğin sert mücadelelerine hazırlanmaktır. Yoksa boş hayaller kurmak, liberal düşlerle avunmak değil.

Devam ediyoruz. AB'ye üye olan ülkelerin ilişkisi bir “eşitler ilişkisi” mi?

Gerçeklere sırt çevirmeden bu soruya olumlu yanıt vermek mümkün değildir. AB'ye üye ülkeler arasındaki ilişki, eşitler arası bir ilişki değildir. AB'nin merkezinde Almanya-Fransa eksenindeki “çekirdek ülkeler”, Hollanda, Belçika ve belli ölçülerde İtalya var. İskandinavya ülkeleri Euro'yu kabul etmediler. İngiltere ise belli bir ekonomik ve siyasal ağırlığı, geçmiş sömürge deneyimlerinden gelme refleksleri olsa da daha çok ABD'nin AB içindeki uzantısı konumundadır. Portekiz, İspanya ve Yunanistan ikinci derecedeki halkada konumlanmaktadırlar. 2004 yılında kabul edilen ve kabul sırasını bekleyen ülkeler ise sözcüğün gerçek anlamında “çevre” konumundadırlar. Burada sözünü ettiğimiz ilişki, kendine özgü ve her gün yeniden üretilen bir sömürgecilik ilişkisinden başka bir şey değildir. Bu ülkeler, “merkez” ülkeler için ucuz emek deposu işlevini görmekte ve aynı zamanda metropollerdeki “emeği terbiye” etmede bir baskı unsuru olarak kullanılmaktadır. “Biz zaten tüm Avrupa'yı kesen tek bir pazarda hareket ederek, üretimi farklı yerlerdeki tesislere dağıtmanın yarattığı büyük avantajlardan yararlanıyoruz” (ERT, Avrupa İşadamları Yuvarlak Masası) [Aktaran Çiğdem Çidamlı, www.sendika.org] sözü gerçekliği çok çarpıcı bir biçimde özetlemektedir. Çiğdem Çidamlı'dan yapacağımız uzun bir aktarma bu konuda önemli bir bilgi ve fikir verir kanısındayız.

”AB henüz bu tür bir sürecin başındadır ve Avrupa işçi sınıfının geleceğini belirleyen de artık eski toplumsal sözleşme düzeni değil, AB'nin genişlediği bölgelere ithal etmekte olduğu radikal pazar merkezli neo-liberal modeldir. Batının ‘sosyal modeli', çok ağır bedeller karşılığında girdikleri müzakere süreçlerinden sonra nihayet 2004 Mayıs'ında AB'ye kabul edilen 10 adet eski Doğu Avrupa ülkesine ithal edilememiştir. AB'ye katılım sürecine ‘Avrupa'ya geri dönüş' ideolojisi altında önce büyük bir umutla bel bağlayan Doğu Avrupalı işçilerin yaşam ve çalışma koşullarında önemli iyileşmeler elde edileceği beklentisi, büyük bir hüsranla sonuçlanmıştır. Doğu ile Batıyı birbirine bağlayan üretim hiyerarşisi, bu durumun geçici olduğu iddialarını geçersiz kılmakta; Doğu Avrupa'daki endüstriyel ilişkiler sistemi AB'den çok ABD'dekini andırmakta ve Doğu, AB açısından ABD'nin NAFTA bölgesiyle kurduğuna benzer bir ilişkiyle tanımlanmaktadır. Sosyalizmin yarattığı insani mirası ve sosyalizmin yıkılmasının yol açtığı çöküntüyü alabildiğine suiistimal etmekte olan AB kurumları ise, bu durumun vebalini yine ‘sosyalizmin geri yapısına' yüklemeye çalışmaktadırlar.

“Bu ideolojik çarpıtmalar bir yana bugün Avrupa'nın her iki parçası, farklı çalışma koşulları, farklı endüstriyel ilişkiler sistemleri ve refah düzeyleri ile karakterize olmaktadır. 2002 yılında doğudaki ortalama işsizlik batının iki katı (yüzde 11.7 ve yüzde 6.7) iken, çalışma saatleri daha uzun (43 saate karşı 37.7 saat) ve ücretler çok daha düşüktür (ortalama 394 euro aylık ücrete karşılık ortalama ayda 1930 euro). Bu ülkelerdeki işçilerin 2011 yılına kadar diğer AB ülkelerinde serbest dolaşım hakları bulunmamaktadır ve 1990'larda yüzde 51 olan sendika üyeliği 2002'de yüzde 26'ya düşmüştür. Üstelik bu ülkelerle çekirdek AB üyeleri arasındaki gelişmişlik farkı da azalmamakta tersine derinleşmektedir: Her yıl yüzde 4 büyüseler bile AB'yi yakalamak için Slovakya'ya 40, Polonya'ya 60 yıl gerekmektedir. Müzakere sürecini 10 yeni aday ülkenin hepsini birbirine karşı kışkırtma, rekabete sürükleme ve bütün bunlar karşılığında en yüksek tavizleri koparma yoluna dönüştürmüş olan AB, bu bölgede köklü ekonomik ve politik temellere dayalı bir bağımlılık sistematiği ile güvence altına alınan bir ‘sömürge kapitalizmi yapısı' yaratmıştır.

Ekonomik bütünleşmenin yaşam standartlarını yükseltmemesi ve ‘sosyal modelin' doğuya doğru yolculuk etmemesinin sahici nedeni, Doğu'nun AB sistemi içinde çokuluslu Avrupa sermayesinin emek-yoğun üretim atölyesi olarak işlevlenmesi; bu bütünleşme biçiminden doğan ihracat merkezli ekonomik yapının derinleşmesi ve bütün bunların emekle-sermaye arasındaki herhangi bir ‘uzlaşma'yı tamamen gereksiz kılmasıdır. Doğuya ithal edilen, Batı Avrupa'da 1945 sonrasında kurulan ‘toplumsal uzlaşmanın' temelini oluşturan sermaye-yoğun tüketim ve üretim malları sanayileri değil, emeğin yalnızca bir üretim ve maliyet öğesi olarak önem taşıdığı emek-yoğun ihracat malı sanayileridir. Tekstil, ayakkabı, mobilya, elektronik Doğu'nun motor sanayileri haline gelirken, çokuluslu Avrupa sermayesinin tüm meta zincirlerinin en emek yoğun parçalarını da bu ülkelere kaydırmalarıyla birlikte, 1994-2000 arasında emek yoğun sanayilerin bu ülkelerin genel üretimleri içindeki ortalama ağırlığı yüzde 34'den yüzde 44'e yükselmiştir. ‘90'lı yıllarda çok büyük yabancı sermaye yatırımları çekerek AB ile bütünleşen bu ülkeler, gerek ÇUŞ'ların doğrudan yatırımları, gerekse emek yoğun sanayilerde egemen olan alt-taşeronlaştırma sistemleri sonucunda kalıcı biçimde yarı-çevre ekonomilerine dönüşmüşlerdir. Doğu Avrupalı tekstil ve giysi sanayi işçilerinin, kendi ürettikleri ürünleri değil, ancak Çin ve Türkiye'de üretilen daha ucuz tekstil mallarını tüketebiliyor olmaları, bu durumun gerçek anlamını özetlemekte ve Türkiye'nin de geleceğine ışık tutmaktadır. Ancak bu sürecin bazı ülkelerde nasıl gerçekleştiğine bakmak birçok bakımdan çok daha aydınlatıcıdır.

AB ile bütünleşme sürecinde ‘dünyanın en dinamik 10 ekonomik bölgesinden birisi' ilan edilen ve elektronik alanındaki yoğun yatırımlar nedeniyle ‘General Electric ülkesi' adı verilen Macaristan, bu süreçte Mannesmann, Philips, IBM, Kenwood, Samsung, Siemens gibi birçok ÇUŞ'un öncelikli yatırım bölgesi haline geldi. Macaristan'ın en büyük yerli elektronik şirketi olan VİDEOTON ise bu şirketlere tesis sahibi ve işgücünün işvereni olarak üretim altyapısı ve emek gücü kiralayan iki ayrı ağ oluşturarak, ÇUŞ'ların asgari sabit maliyet ve azami esneklikle çalışmalarını sağlıyor. Bu sistemde örneğin IBM, Ericson ve Philips gibi ÇUŞ'lar mevsimlik göçmen Slovak işçi kiralama, işçileri sürekli işten çıkartarak kıdem düşürme sistemleriyle çalışırken, ücretler asgari ücrete doğru bastırılıyor ve Macaristan'ın Doğu'nun en büyük elektronik ihracatçısı olması yarı vasıflı, çoğunlukla kadın bir işgücünün güvencesiz koşullar altında çalıştırıldığı bir istihdam rejimi yaratıyor.” (Çiğdem Çidamlı, “Sosyal Avrupa” İthal Edilemez Doğu Avrupa Deneyimi, www.sendika.org)

Aktardığımız bu uzun alıntı, AB ülkeleri arasındaki ilişkilerin ne düzeyde eşitsiz ve dengesiz olduğunu anlatmaktadır. Dolayısıyla bu konuda daha fazla söze gerek olduğunu sanmıyoruz. AB'ye girecek Türkiye'yi Doğu Avrupa ülkelerinden daha iyi bir gelecek beklediğini düşünmek, kendi kendini aldatmaktan başka bir şey değildir.

Özetlemek gerekirse; AB, çekirdek devletlerin çıkarlarını esas alan, kendi içinde “merkez-çevre”, başka bir ifadeyle yeni türden bağımlılık ilişkisini kurumlaştıran, ABD karşısında rakip bir güç odağı olarak çıkmaya hazırlanan, bu nedenle neo-liberal politikalarla sosyal ve demokratik hakları sistematik bir biçimde tırpanlayan, sömürü ve baskıyı derinleştiren, geliştirmek istediği hukuksal, siyasal yapısıyla militarizmi körükleyen, ulus ve ulus-devletleri aşan değil, yeni bir örgütlenme düzeyine çıkarma çabası içinde olan kapitalist-emperyalist bir birliktir! Böyle bir oluşumdan, ekonomik gelişme, sosyal adalet ve refah, demokrasi, özgürlük ve barış beklemek tarihsel ve güncel gerçeklerle alay etmekten başka bir şey değildir!

AB, kendi içinde çelişkili ve paradoksal bir “birliktir”! Kısaca:

Bir: Ulus-devlet (çokuluslu tekellerin) çıkarlarının yönlendirdiği politik reflekslerle ortak davranma, uluslararasılaşma eğilimi arasındaki paradoks;

İki: “Merkez devletler ile çevre ülkeler” arasındaki kapanmaz hiyerarşi, çelişki ve paradoks;

Üç: Her gün biraz daha açılan ve büyüyen emek sermaye çelişkisi;

Dört: Neo-liberal politikalar ile “sosyal devlet” mevzileri arasındaki çelişki;

Beş: Oligarşik kurumlaşma ile demokratik haklar ve özgürlükler çelişkisi;

Altı: Militarizm, savaş ve ırkçılık ile barış ve demokrasi arasındaki çelişki;

İşte AB gerçeğini özetleyen çelişki ve paradokslar bunlardır!

(Devam edecek...)

Sosyalistên Şoreşgên Kurdistan

(Kürdistan Devrimci Sosyalistleri)