26 Haziran'04
Sayı: 2004/25 (17)


  Kızıl Bayrak'tan
  Kürt halkı özgürlüğü için emperyalizme ve siyonizme karşı mücadeleyi yükseltmelidir!
  Emperyalizme kölelikten kurtulmak için siyasal sınıf hareketini yükseltelim!
  Fabrikalarda mücadeleyi yükseltelim!
  Emekliye vergi!
  “Demokrasi” makyajı tutmuyor!
  Adalet Bakanı DEP’lilere devlet sopasını gösterdi
  “Misafir”le değil emperyalist haydut takımıyla yüzyüzeyiz!
  Irak’ta işgalci fabrikada ücretli köle olmayacağız!
  GOP NATO karşıtı çalışmalardan...
  NATO karşıtı eylem, etkinlik ve faaliyetten
  Mamak’ta NATO Karşıtı eylem ve etkinlikler
  NATO Zirvesi ve düşündürdükleri...
  Kızıl Bayrak 10. yayın yılını geride bıraktı!-2
Daha güçlü, başarılı ve işlevsel bir yayın faaliyetine doğru
  Almanya’dan genç komünistler:
  Dinci gericiliği meşrulaştırmak EMEP’li liberallere kaldı
  Birleşik Metal-İş Sendikası Temsilciler Kurulu Toplantısı yapıldı...
  Ortadoğu halklarını hedef alan saldırgan ittifak güçlendiriliyor
  Irak’ta “yönetim devri” kirli savaş şeflerinin gözetiminde
  Emperyalist barbarlığın yeni simgesi “Gizli İşkence Merkezleri”
  “Sonumuzu kendimiz hazırlıyoruz!”
  Kapitalizm ve çocuk sömürüsü
  Bültenlerden
  Tüm emperyalistler Ortadoğu’dan çekilsin!
  Sincan F Tipi’nde iki Ölüm Orucu direnişçisi yaşamını yitirdi...
  Sermaye Zirve için hükümetin arkasında
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
“Sonumuzu kendimiz hazırlıyoruz!”

(Ryszard Kapuscinski ile yapılan bu röportaj, 6 Haziran 2004 tarihinde Alman Tageszeitung gazetesinde yayınlandı. Ryszard Kapuscinski, 72 yaşında. Edebiyat çevrelerinde ve basın dünyasında yüzyılın röportajcısı olarak da bilinir. Yaklaşık 40 civarında savaşın ve devrimin canlı bir tanığıdır. Yok satan kitapları arasında “Futbol Savaşları”, “Kralların Kralı” ve “Afrika Ateşi” vardır. )

Taz: Üçüncü dünya ülkeleri olarak da tanımlanan, Afrika’ya yolculuğa başladığınızda, bu ülkelerde bağımsızlıkçı ve anti-sömürgeci hareketlerin dorukta olduğu bir dönemdi. Bugün bütün bu tarihin unutulduğuna tanık oluyoruz. Yanılıyor muyum?

Büyük bir coşkuyla yığınların özgürlük diye sokaklara döküldüğü bir dönemdi. 20. yüzyılın ortalarında bağımsızlığını elde eden ilk ülke bir Afrika ülkesi olan Ghana oldu. Beklentiler oldukça büyüktü. Bağımsızlığın elde edilmesiyle herşeyin düzeleceği zannediliyordu. Bu iyimser bakışaçısı çok kısa sürdü. Bu süreci takip eden, “Afrika pesimizmi” olarak da adlandırabileceğimiz yeni bir dönem başladı. Siz buna askeri darbeler dönemi de diyebilirsiniz. Yani sivil iktidarların mevcut sorunlara bir çözüm gücü olamamasının bir sonucu olarak bu askeri darbeler gündeme geldi. Fakat herhalükarda görülen şey, yeni sömürgeciliğin de en az klasik sömürgecilik kadar sorunlara çözüm üretemediği olmuştur. ‘90’lı yıllarda oğuk savaşın bitimiyle beraber farklı bir sürece girilmiş oldu. Bu süreç, Afrika kıtasına emperyalist güçlerin ilgisinin azaldığı bir dönemdir. Uzmanların kıtayı terkettiği, ekonomik yardımların kesildiği ve tam anlamıyla bir karmaşayla başbaşa bırakılan bir durum sözkonusuydu. Sanırım yeni bir döneme girmiş durumdayız. Bu yeni dönemde, Afrika kıtasında herşeye rağmen istikrarı korumaya çalışan ülkelerin varlı&curen;ı ile Kongo, Liberya, Somali vb. ülkelerin parçalanması sözkonusudur.

Görüldüğü kadarıyla değişen sadece Afrika’daki sistemler değil. Batının da üçüncü dünya ülkelerine bakışaçısında bir değişiklik olduğu gözleniyor. Birinci dünya ülkeleri artık bu kıtayı, kendilerine yönelmiş tehditlerin ana merkezlerinden biri olarak tanımlamaktadırlar...

Tarih, Roma İmparatorluğu dönemini yeniden yaşıyor sanki! Gelişmiş ülkelerle az gelişmiş ülkeler arasındaki uçurum korkunç boyutlara ulaşmış bir durumdadır. Günümüzde geleceğe dair umutlarını tüketmiş ve herhangi bir yerden yardım alamadan yaşama imkanı bulunmayan toplumlar vardır. Ne yazık ki gelişmiş ülkelerin bu ülkelere ve toplumlara bakışaçısı, bunları tanımlama şekli, sadece ve sadece “riskli bölgeler” olmuştur.

Terörizmden göç olgusuna her türden tehlike fenomeni bu bölgelerle anılıyor...

Evet. Batı dünyasının üçüncü dünya ülkelerini tanımlama şekli ne yazık ki böyledir. Her türlü suç bu ülkelerle bir biçimde ilişkilendiriliyor. Zengin ülkelerin içinde bulunduğu atmosfer, yoksul ülkelere böyle yanlış bir bakışaçısını da beraberinde getiriyor.

Bu durumu karakterize etmek isteseniz, “trajik mi, tehlikeli mi” nasıl karakterize edebilirsiniz?

Tabii ki çok tehlikeli olarak görüyorum. Sonuçta dünya nüfusunun %80’inden bahsediyoruz. Bu ülkeleri sadece güvenlik problemiyle anmak, gelişmiş ülkelerin intiharvari politik bir açmazıdır. Ayrıca bu ülkeler kültürel olarak öyle sanıldığı gibi geri ve bilinçsiz değildirler. Gelişmiş ülke toplumlarının bakışaçısındaki saygısızlık, bu toplumları batı dünyasına karşı daha da öfkeli bir hale getiriyor.

Globol düzeyde yaşanan politik sorunlar, ki kültürler çatışması olarak da adlandırılıyor, buna neden olarak bu toplumlara bakışaçısında bir aşağılamanın varolduğunu ve bunu da haklı olarak insanların kabul etmediğini söyleyebilir miyiz?

İnsanlara aptal muamelesi yapmaktan daha aptalca bir şey olamaz. Neden Irak’ta sadece öldürülen ABD ve müttefiklerinin asker sayıları veriliyor da Iraklılar’dan bahsedilmiyor? Bu insanlar için bundan daha büyük bir aşağılanma olabilir mi? Bunlar unutulacak şeyler değildir. Batı dünyasına karşı nefreti ve öfkeyi büyüten etmenlerden sadece bir tanesidir. Bu toplumların her geçen gün kültürel olarak geliştiğini ve kendi ayakları üzerinde durmaya çalıştıklarını unutmamak gerekir. Günümüz Latin Amerika’sında, Afrika’da, Avrupa’nın daha önceden varolan etkisi gün geçtikçe azalıyor. Bu ülkelerin kendi aralarında ilişkileri gelişiyor ve bu pazara son yıllarda giren, oldukça da geniş ilişki ağları kuran Çin ve Hindistan var.

Bunu pozitif bir element olarak da değerlendirmek mümkün mü?

Pozitif olan, bu ülkelerin kendine olan güvenlerindeki gelişmedir. Üçüncü dünya ülkeleri yeni bir kimlik kazanma çabasındadır.

Afrika kıtası ve Arap dünyasının tarihinde bu toplumlara büyük haksızlıklar yapıldığına tanık oluyoruz. İslamdaki fundamentalist yükleşin bu tarihle bir ilgisi var mıdır?

Afrika kıtası yaklaşık 500 yıl gibi bir zaman dilimi içerisinde katı bir sömürgecilik yaşadı. Ki bunun 300 yılı, bugün aklınıza getiremeyeceğiniz kadar kötü şartlar altında bir kölelik dönemiydi. Bu tarihsel süreç, Afrika kıtasına insansızlaştırma, ekonomik olarak korkunç bir sömürü ve insanların psikolojik imhası olarak yansıdı. Bu sıraladıklarımızın hepsi aşağı yukarı İslam aleminin bir kesiminde de aynı şekilde yaşandı. Hiç kuşkusuz bütün bu faktörler ve özellikle de psikolojik faktör bugün yaşanan çelişkilerin temel nedeni durumundadır.

Günümüzün en büyük problemi radikal İslam mıdır?

Yeryüzünde kendine müslümanım diyen 1.2 milyar insan var. Ayrıca İslam dini bugün yaşayan dinler içerisinde en dinamik ve en fazla gelişenidir. Fakat islam alemi içerisinde de farklı farklı eğilimler vardır. Bu eğilimler içerisinde en büyük yeri işgal edenler Sunniler ve Şiiler’dir. Genel anlamda da İslam tarihinde gelenekselciler ve reformcular her zaman için iki farklı kanat olarak varolagelmiştir. Gelenekselci kanat içerisinde şimdi daha militan ve radikal yöne bir kayış vardır. Bunlar İslamı dışarıdan etkilemiş olan faktörleri temizlemeye çalışarak dinde bir arılaşmaya gitmeyi amaçlıyorlar. Bunu yapmaya çalışırken Batı’yı hedef aldıkları söylemi doğru değildir. Kendi ülkelerinde iktidara gelmeye çalışıyorlar.

Bu radikal İslami hareketleri klasik anti-sömürgeciliğin mirası olarak da değerlendirmek doğru olur mu?

Anti-sömürgeci ulusal hareketler birer kitle hareketiydi. Oysaki bu radikal gruplar oldukça marjinal durumdadırlar. Bana göre bu ikisi çok farklı iki şeydir. Ayrıca müslümanlar içerisinde intihar eylemlerini cennete gidişin yolu olarak görmeyen koca bir çoğunluk var.

Bir muhabir ve röportajcı olarak hep büyüleyici olayların peşinden koştunuz. Günümüzün büyüleyici yönelimleri, gelişmeleri sizce Çin ve Hindistan yükselişleri mi, Latin Amerika’nın uyanması mı, yoksa Arap ülkelerindeki kriz mi?

Bence temel problem, dev boyutlardaki gelişimin itme gücü ve buna paralel olarak büyüyen sosyal problemlerdir. Zenginlik ve yoksulluk arasında büyüyen korkunç uçurum nasıl giderilebilir ve yine bunun sonucu olarak ortaya çıkan sorunlarla bu toplumlar nasıl yönetilebilir, ben de bilemiyorum. Ama bu haliyle daha fazla gidemeyeceğini iyi biliyorum.

Belki de yerel düzlemde bu sorunlara bir çözüm vardır...

Global olarak bu sorunlara bir çözüm bulunabileceğine inanmadığım gibi lokal düzlemde de bir çözüme inanmıyorum. Çünkü lokal düzlemi etkileyen muazzam derecede büyük kuvvetler vardır.

Sayın Kapuscinski, dünyayı dolaşmaya hala devam ediyor musunuz?

Yakın zamanda Latin Amerika’dan geldim. Dolaşmak zorundayım. Başka türlü dünyada ne olup bittiğinden haberdar olamıyorum. Herşey değişiyor. Ben bu değişimi görmediğim zaman kendimden bir şeyler yitirmiş zannediyorum.

Yaşamınızı hala tehlikeye atıyor musunuz?

Hiçbir zaman en öndeki mevzide bulunmak gibi bir kompleksim olmadı. Ayrıca ben öyle savaştan savaşa koşanlardan da değilim. Muhabir olarak tabii ki yaptım. Savaşların nedenleri aynılaştıkça benim ilgim de o oranda azaldı. Daha çok toplumların iç dinamik hareketleri ilgimi çekiyor. Sanırım tarihin motorize gücü olarak da tanımlamak mümkün bu iç dinamik hareketleri. Yaklaşık 40 yıldır devam eden bir savaş var bu ülkede.

Niçin 40 yıl?

Bir savaşı başlattıktan sonra sanırım en zor olan şey o savaşa son verebilmektir. Bir ülkenin mevcut statükosu sarsılmaya görsün, yeniden bir istikrar yaratmak öyle sanıldığı gibi kolay değildir.

(Çev. M. Sinan)