5 Şubat 2005
Sayı: 2005/05(05)


  Kızıl Bayrak'tan
  Seçim oyunu ve şoven kışkırtmalar
tutmayacak.
  Amerikancı Tayyip sözlerinin arkasında bir
gün bile duramadı
  Emperyalist haydutların seçim oyunu
bitti
  Halkların cellatlarına bu topraklarda yer
yok!
  CHP operasyonunda son perde
  SEKA işçisinin kazanma kararlılığı!.
  SEKA işçilerinden
Unakıtan'a yanıt
  Direnişteki bir UNO işçisiyle konuştuk
  TEKSİF’in başındaki ağalar satışa imza attı!
  GOP BDSP kampanya
faaliyetinden
  Esenyurt ve Kıraç BDSP faaliyetlerinden
  Ankara BDSP kampanya faaliyeti
  İ. Ü.’nde soruşturma
skandalı
   Ulusal sorun ve Kürt hareketi/1 (Orta sayfa)
  Eğitim-Sen’in dünü ve bugünü
  Gayrimeşru seçimler işgali meşrulaştıramaz
  ÖDP 4. Kongresi üzerine
  Filistin halkı direnme kararlılığını koruyor!
  ABD-İngiliz emperyalist ittifakında çatırdama belirtileri
  “Başka bir dünya mümkün”, ama nasıl?
  Sempozyumda sorunlarımızı tartışmaya
hazırlanıyoruz
  PSAKD Maltepe Şubesi röportaj
  Irak seçimleri ve Kerkük üzerine koparılan
fırtına
 AB, kadın sorunu ve Türkiye
 Bültenlerden
 Mumcu cinayeti ve devletin “tuğladan duvar”ı
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



Ulusal sorun ve Kürt hareketi/1

Ulusal sorun ve hareketlerin ‘yeni dünya düzeni'ndeki yeni tablosu

H. Fırat
(Yakın zamanda verilmiş bir konferansın elden geçirilmiş kayıtlarıdır...)

Devrimler dönemi ve devrimci ulusal kurtuluş hareketleri

Ulusal sorun ve hareketler üzerine toplu bir yeniden değerlendirme temel bir ihtiyaç olmayı sürdürüyor. Bu aslında daha genel planda, geride kalan yüzyıla damgasını vurmuş devrimci sürecin deneyimlerini değerlendirmeye ilişkin ihtiyacın bir parçasıdır. Zira tarih içinde ve siyasal açıdan geçen yüzyılın ulusal kurtuluş mücadelelerini dünya devrimci sürecinden ayrı düşünmek ve değerlendirmek olanaklı değildir. 20. yüzyılın ilk üç çeyreğinde büyük siyasal sarsıntılara yolaçmış olan ulusal kurtuluş mücadeleleri Ekim Devrimi'nin açtığı çığır içinde kendini bulmuş, emperyalizme, ondan ayrı düşünülemeyen sömürgecilik sistemine ve bu sistemin iç sosyal-siyasal dayanaklarına yönelmiş, bu nesnel yönelimleriyle dünya devrimci sürecinin bir bileşeni olmuş ve dünya proletarya devriminin yedek gücünü oluşturmuşlardı. Özünde hiçbir biçimde burjuva ufkunu ve kapitalizmin sınırlarını aşmayan burjuva demokratik kurtuluş hareketleri oldukları halde, bu mücadeleleri ve onların taşıyıcısı akımları 20. yüzyıl devrim sürecinin bir parçası haline getiren de bu nesnel siyasal konum olmuştu.
Bugün artık ulusal hareketler cephesinde çok şeyin değiştiğini biliyoruz, zira dünya tarihinin genel akışı bakımından çok şey değişmiş bulunuyor. Yüzyılın ilk çeyreğinde Ekim Devrimi'yle başlayan büyük devrimci dalga, yüzyılın son çeyreğine varıldığında artık geride kalmıştı. Ekim Devrimi idealleri ve amaçlarıyla bağlarını çoktan tüketmiş bulunan yozlaşmış Doğu Avrupa rejimlerinin ‘89'daki zincirleme yıkılışı bu dönemin sonunu biçimsel yönden de simgelemiş oldu.
Geçen yüzyılın devrimci sarsıntıları içinde özel bir yer tutmuş olan ulusal kurtuluş mücadeleleri, sömürgecilik sistemi ve ona dayanak oluşturan geri toplumsal koşullarla bağlantılı olarak boy vermişlerdi. Bu mücadeleler klasik sömürgeci sistemi yıktılar, bu mücadele içinde kapitalizm öncesi toplumsal ilişkileri değişen ölçülerde darbelediler, böylece dünün sömürge uluslarının tarihsel ilerlemesine önemli katkılarda bulundular. Fakat sınıfsal kimlikleri, toplumsal dayanakları ve hiçbir durumda bundan ayrı düşünülemeyecek olan politik ufukları ve amaçları yönünden özünde demokratik burjuva kurtuluş hareketleriydi bunlar; bu nedenle de ulusal kurtuluşu toplumsal kurtuluşla birleştirmek olanağından ve yeteneğinden kategorik olarak yoksundular. Nitekim bu hareketlerin zaferi toplumsal kurtuluşa yönelimi değil, fakat zamanla kapitalist dünya ile yeni temeller üzerinden yeniden bütünleşmeyi getirmiş; emperyalizme karşı sömürgeci kölelikten kurtulma mücadelesi içinde ulaşılan devlet bağımsızlığı, çok geçmeden yeni sömürgeci ilişkiler içinde gerisin geri emperyalizme bağlanmak ile sonuçlanmıştı.
Sonuç ve gerçek böyle olsa bile, bu akımların hiç değilse bir bölümünün ulusal kurtuluş mücadelelerini sosyal kurtuluş söylemi eşliğinde ve sosyalizm iddiası ile yürüttüklerini biliyoruz. Bunun gerisinde, emperyalizm çağının ulusal soruna ve ulusal kurtuluş mücadelelerine kazandırdığı kendine özgü tarihi konum, kapsam ve nitelik vardı. Emperyalizm çağı ulusal sorunu şu veya bu çok uluslu ülkenin sınırları içindeki özel bir sorun olmaktan çıkarmış, sömürge ve yarı-sömürge halkların emperyalist kölelik ve sömürü ilişkilerinden kurtuluşu sorununa bağlayarak genelleştirmiş, sağlam bir devrimci temele oturtmuştu. Bu nesnel tarihi konum ve kapsam, uluslararası devrimci işçi hareketinin her yerde emperyalizme karşı kurtuluş mücadelelerini yürekten ve her yolla desteklemelerinin, ve tersinden ise, kurtuluş özlemi içindeki halkların dünya devrimci işçi hareketiyle yakınlaşmasının nesnel zemini olmuştu. Ekim Devrimi yalnızca ezilen ulusların uyanışını hızlandıran ve kurtuluş umutlarını güçlendiren tarihi sarsıntısı ile değil, fakat açtığı ufuklar, bu çerçevede ortaya çıkardığı ilişki ve kurumlaşmalarla bu yakınlaşmayı bizzat yaşamın içinde gerçekleştirmişti. Ekim Devrimi batıdaki devrimci işçi hareketi ile doğunun ezilen halkları arasında sağlam bir köprü kurmuş, böylece dünya ölçüsünde emperyalizme karşı güçlü bir cephe oluşturmuştu. Komünist Enternasyonal'in formüle ettiği ‘Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşiniz!' çağrısı ve sloganı bu enternasyonal cepheyi dile getiriyordu. Bu devrimci cephenin emperyalizme güçlü darbeler vurduğunu, özellikle geçen yüzyılın ilk yarısında sistemi bir hayli zorladığını, ulusal kurtuluş mücadeleleri yönünden ise sonunda klasik sömürgeciliği çökerttiğini biliyoruz.
Ulusal kurtuluş hareketleri birçok durumda bu mücadeleyi devrimci bayrak altında yürüttüler. Dünya devrimci işçi hareketinin örgütlü güçleriyle yakın ilişkileri içerisinde, onların çok yönlü desteğini alarak, politik ve manevi bakımdan onların temsil ettiği tarihi akıma yaslanarak, gerektiğinde ideolojik olarak da bu akımın cephaneliğinden yararlanarak hareket ettiler. Bununla birlikte, ulusal kurtuluş mücadelelerine önderlik eden burjuva demokratik akımların sınıfsal kimlikleri ve ufuklarıyla çelişki halindeki sosyal kurtuluş söylemi ve sosyalizm özlemi, gerçekte bu tarihi ortam ve ilişkilerin duygusal bir yansıması olmaktan öte bir anlam taşımıyordu. Nitekim ulusal kurtuluş mücadelelerinin tarihi bilançosu da bunun böyle olduğunu göstermiş, bundan öteye bir anlam taşımadığını tüm açıklığı ile ortaya koymuş, böylece yüzyılın ikinci yarısında buna dayandırılan revizyonist teorileri temelden yıkmıştır.

Yeni dönemin yeni tablosu

20. yüzyıl devrimleri bir yandan başta Sovyetler Birliği olmak üzere kapitalizmden miras ulusal sorunlara köklü çözümler getirirken, (ki sosyalizme karşı gerici karalama kampanyaları içinde unutturulmaya çalışılan bu temel önemde tarihi gerçekler üzerinde ayrıca durmamız gerekecek), öte yandan klasik sömürgeciliği sistem olarak çökerten büyük bir tarihi atılımı gerçekleştirmişti. Fakat emperyalist dünya sistemi ve kapitalist sınıf düzeni ayakta kaldıkça ulusal sorunlar bitmez; emperyalist sistem ve kapitalist düzen ulusal baskı ve eşitsizlikleri, ulusal husumetler ve çatışmaları, ve nihayet her biçimiyle emperyalist kölelik ilişkilerini yeniden ve yeniden üretir. Bencil burjuva sınıf çıkarlarına dayanan kapitalizm her yerde şovenizmin, ulusal önyargıların, düşmanlıkların, çatışmaların, zorla baskı altına almaların, hak ve özgürlüklerden yoksun bırakmaların, topraklarını komşuları aleyhine genişletme niyet ve hesaplarının yeniden yeniden boy verdiği alabildiğine verimli bir topraktır.
Bunu görebilmek için ‘yeni dünya düzeni' döneminin ulusal sorunlar tablosuna bakmak yeterlidir. Nerede kapitalizm tüm ilişki ve kurumlarıyla yeniden geri gelmişse orada gerici milliyetçilik, şovenizm, en ölçüsüz ulusal düşmanlıklar ve giderek boğazlaşmalar yeniden boy vermiştir. Bu kadarı yarattığı korkunç trajediler nedeniyle sorunun en kolay görülebilen yanıdır. Oysa bundan daha önemli olanı ise, dayatılan küreselleşme politikalarıyla emperyalizmin sistemin bağımlı ülkelerini artık neredeyse doğrudan yönetir hale gelmesi gerçeğidir. Bununla da yetinmeyerek dosdoğru klasik sömürgecilik yöntemlerine geri dönmesidir. Bunu görebilmek içinse NATO birliklerinin işgali altındaki Balkanlar'a, Afganistan'a ve nihayet günümüz Irak'ına bakmak yeterlidir. 20. yüzyılla birlikte klasik sömürgecilik ilişkilerinin artık geride kaldığı düşünülüyordu; oysa daha bu yüzyıl bitmeden, daha ‘90'lı ilk yıllarda, emperyalist Amerikan basını ‘sömürgeciliğin rönesansı'ndan, ‘kendini yönetme yeteneğinden yoksun' ulusların ülke yönetimlerine el konulmasından sözedebilmekteydi. Bugün Bosna'da, Kosova'da, Makedonya'da, Afganistan'da ve Irak'ta olan, yarın başka bazı ülkelerde olacak olan bundan başka nedir ki' Demek ki emperyalist sistem ayakta kaldıkça ulusal sorunların her biçimiyle, tarih oldu sanılan klasik sömürgeci biçimleriyle bile boy vermesi kaçınılmaz olabilmektedir.
Yeni ya da klasik biçimler içinde yeniden boy veren ulusal sorunların kaynağı aynı olmakla/kalmakla birlikte, yeni dönemin sözde ulusal hareketleri artık geçmiştekinden tümüyle farklı bir konum ve tutum içindedirler. Günümüzde devrimci kurtuluşçu değil fakat liberal işbirlikçi sözde ulusal akımlarla yüzyüzeyiz artık. Çünkü bugün, geçmiş devrimci süreci yaratan ve ulusal hareketleri de bu aynı mecranın içine çeken, onları derinlemesine etkileyen ve devrimcileştiren uluslararası devrimci işçi hareketi, onun öncü kuvveti durumundaki dünya komünist hareketi, bu hareketin temsil ettiği devrimci sosyalizm akımı geçici bir kırılmaya uğramış durumdadır.
Bugün ulusal sorunlar birçok durumda artık emperyalizme karşı mücadelenin dayanakları olmaktan çıkmış, bizzat onun elinde halkları biribirine düşürmenin, bölüp yönetmenin, ölçüsüzce köleleştirmenin araçları haline gelmişlerdir. Ulusal sorun ya da anlaşmazlıklar artık emperyalizmin şu veya bu bölgeye kendi çıkar ve hesapları doğrultusunda müdahale etmesinin sıradan bahanesi işlevi görebilmektedirler. Emperyalizm bu sorunları kullanarak şu veya bu bölgeye müdahale ediyor, bunun için önden halkları birbirine düşürüyor ve ardından kurtarıcı rolleriyle ortaya çıkıyor, ‘barış gücü' adı altında bölgeleri ve ülkeleri uzun yıllar boyunca işgal altında tutuyor. Emperyalizm, kendi çıkar ve hesapları doğrultusunda istismar ederek en haklı davaları bile kirletiyor, en mazlum halkları bile kendi suç ortaklarına dönüştürerek haksız konumlara düşürebiliyor. Dün Kosova'da ve bugün Güney Kürdistan'da olduğu gibi.
Bu tür müdahalelere konu olan ülke ve bölgelerdeki ulusal akımlar ise çoğu durumda aynı müdahale doğrultusunda emperyalizmin yanında saf tutmakta, emperyalistlerin himaye ve desteğini sözde ulusal özgürlüğün biricik olanağı ve güvencesi saymaktadırlar. Bunun ilk çarpıcı örneğini Kosova'da görmüştük, son örneğini ise Güney Kürtler'i üzerinden hala izliyoruz. Dünün devrimci ulusal kurtuluş akımları emperyalizmin karşısında yeralırlar ve tüm dünya halklarının desteğine güvenir, mücadelelerinde buna dayanırlardı. Bugünün gerici milliyetçi akımları ise gerekirse tüm öteki halkları karşılarına alma pahasına ve onların çıkarlarına zerre kadar aldırmaksızın emperyalizmin yanında ve safında yeralmakta bir sakınca görmeyebilmektedirler.
Bu yeni dönemde ulusal sorunlar artık ulusların emperyalist ve sömürgeci kölelikten özgürleşmesi, ulusal kimliklerine ve bağımsızlıklarına kavuşması olmaktan çıktı, emperyalizmin kışkırtması, yönlendirmesi ve himayesi altında ulusal düşmanlıkların, çatışmaların ve giderek boğazlaşmaların gelişip serpilmesi anlamına geldi. Ulusal sorunun böyle bir yönü kuşkusuz geçmişten beri vardı; fakat bu onun farklı ulusların ya da ülkelerin burjuvazilerinin elinden aldığı gerici ve yozlaşmış biçimden öte bir şey değildi. Sosyalizmi ve dünya devrimci hareketini güçten düşüren ve etkisiz kılan aynı tarihi koşullar ulusal sorunun bu biçiminin bugün güç ve yaygınlık kazanarak önplana çıkmasına yolaçmış bulunuyor. Bu yolla ise ulusal sorunlar çözülmüyor, tam tersine, ulusal düşmanlıklar güç kazanıyor, halklar arası kin ve husumetler büyüyor, ulusal boğazlaşmalar, giderek ‘etnik temizlik'ler gündeme geliyor. Tüm bunlar ise birarada ve istinasız her yerde, emperyalizmin halklar üzerindeki köleci egemenliğini güçlendiren ve pekiştiren sonuçlar yaratıyor. Balkanlar'da, Kafkasya'da, giderek Ortadoğu'da ve nihayet ‘90'lı yıllarda tüyler ürpertici jenositlere sahne olan orta Afrika'da olup bitenler bunu anlatıyor.
Bütün bunlardan çıkan sonuç, hiç değilse bugün için, içinden geçmekte olduğumuz bu özel dönemde, ulusal sorunlarda inisiyatifin önemli ölçüde emperyalizmin eline geçmiş olmasıdır. Bu ise tarihin bir ironisi sayılmalıdır. Emperyalizmin bizzat kaynağı olduğu sorunlarda çözüm etkeni olarak ortaya çıkması başka nasıl nitelenebilir ki' Emperyalizm her zaman ve her yerde özgürlük değil fakat egemenlik peşindedir. Emperyalizm halkların köleleştirilmesi, buna dayalı egemenlik ve sömürü ilişkileri demektir. Emperyalizm ulusal sorunları çözmez, tam tersine, varlığıyla bizzat yaratır, yaygınlaştırır, şiddetlendirir ve katmerleştirir. Bütün bunlar emperyalizmin özüne ilişkin teorik ve tarihi gerçeklerdir. Bunlar düne kadar sıradan ilerici bir insanın bile bilincinde olduğu ve paylaştığı temel önemde gerçeklerdi, oysa dünün devrimcisi bugünün dönekleri durumundaki Kürt burjuva milliyetçiler bu gerçekleri artık unutmuş görünüyor, bilmezlikten geliyorlar.

Kürt hareketinde gecikmeli değişim

Süreçlerin akışında ve dolayısıyla dünya tablosunda yaşanan bu köklü değişimin Kürt sorununu ve hareketini etkilememesi doğal olarak beklenemezdi. Kaldı ki Irak'a ilk emperyalist müdahale sonrasında Güney Kürtler'i ile ABD arasında gelişen yeni ilişkiler bu etkiyi hızlandıracak bir güç ve mahiyet de taşıyordu. Dahası Talabani gibi deneyimli bir burjuva lider, bu yeni dönemin anlamını ve ulusal hareketler için yarattığı ve yaratacağı akıbeti oldukça erken sayılabilecek bir tarihte en veciz şekilde ortaya koyuyor, bunu bir mektupla Abdullah Öcalan'a tebliğ ediyordu. Mektubunda devrimler döneminin bittiğini, artık tarihe karıştığını söyleyen, ‘ABD'nin himayesinde, serbest piyasaya dayalı, burjuva demokrasiler sistemi'nin biricik olanaklı düzen olduğunu vurguluyan Talabani, daha ‘90'lı yılların başında PKK'nin sonraki akıbetini adeta önden görerek, ‘Sizin de bunu kabul etmekten başka bir çareniz yoktur' diyordu. Zamanın bu konuda onu haklı çıkardığını artık biliyoruz.
Buna rağmen gelişmelerin bizdeki Kürt hareketine yansıması geciktiyse eğer, bu büyük ölçüde Kürt halkının özgürlük mücadelesinin ulaştığı düzeyin bir sonucuydu. Kürt halk hareketi tam da ‘89 yıkılışının hemen sonrasında büyük kitlesel patlamasını yapmıştı ve günden güne de güç kazanıyordu. Hareketin önünü devrimcilik iddiası ile tutanlar isteseler de o aşamada bu gelişmenin yönünü değiştiremez, ‘yeni dönem gerçekleri'ni hesaba katan başka bir yol tutamazlardı. Kaldı ki arkalarında böyle dinamik bir halk desteği varken ve daha da güçlenecek gibi görünüyorken, bunu istemeleri için henüz ortada zorlayıcı bir neden de yoktu.
Gerçekte ise güven ve iyimserlik yaratan bu görüntüye rağmen hareket hızla bir tıkanmaya doğru ilerliyordu. Bu tıkanıklık ya devrimci bir stratejik doğrultuda derinleşme ya da düzenle (Türk devleti) ve sistemle (emperyalizm) uzlaşmaya yönelim temelinde aşılabilirdi. Kürt hareketi devrimci siyasal kimliğine rağmen özünde burjuva demokratik bir hareket olarak devrimde derinleşme çizgisini izleyemezdi, bu onun kendi imkanlarını aşan bir sorundu. Ancak kendinden ileri bir devrimci sınıf hareketinin etkisi ve önderliği altında ve dahası kendi içinde bir iç ayrışmaya uğrayarak buna yönebilirdi ki, o günün dünyasında ve Türkiye'sinde bunun koşullarının olmadığını biliyoruz. Bu durumda geriye ikinci yol kalıyordu ve nitekim daha tıkanmanın hissedildiği andan itibaren bu doğrultuda bir yönelime girildiğini de biliyoruz. ‘Siyasal çözüm' arayışları ile emperyalist merkezleri sürecin hakem gücü yapma gayretleri bu anlama geliyordu. Bu doğrultuda bir yeni arayışa girilmesi ise Talabani'nin tebliği ile aşağı yukarı aynı döneme rastlıyor. Öcalan işin içyüzünü daha ilk İmralı savunmalarında açıklamış; hareketin ‘92 yılından itibaren tıkandığını, kendisinin bunu aşacak arayışlara girdiğini, fakat PKK'den olduğu kadar devletten de bu konuda bir destek ve anlayış göremediğini söylemişti. (Savunma adı altında çıkan son kitabında bu konuda daha da değerli itiraflarda bulunmakta; mutlaka dönülmesi gereken, fakat katedilmiş bulunan mesafe nedeniyle dönüşü kendi niyet ve tercihlerini aşacak denli de zor olan bir yola girildiğini söylemektedir. Zorluğun İmralı ile birlikte aşıldığını, dönülmek istenen yoldan bu sayede nihayet dönülebildiğini ise anlatımın devamından anlıyoruz).
Kürt hareketini dünya ölçüsündeki gerici rüzgardan alıkoyan bir başka temel etken de paradoksal biçimde Türk burjuvazisinin/devletinin inkarcı çizgideki ısrarı, yani talep edilen ‘siyasal çözüme' hiçbir biçimde olumlu bir yaklaşım göstermemesiydi. Kürt halkının özgürlük ve eşitlik isteminin zorlayıcı gücü konusunda sermaye düzeni kendi içinde belli görüş ayrılıkları yaşasa da temelde ‘ez ve çöz' yaklaşımı üzerinde güçlü bir ‘milli mutakabat' yaratılmış durumdaydı. Öncelikle ezmeye dayalı bu uzlaşmaz tutum, Kürt hareketinde kendini daha ‘90'lı ilk yıllarda ortaya koymuş bulunan düzen tabanı üzerinde uzlaşmaya dayalı çözüm politikasının köklü bir konum ve tutum değişikliği ile sonuçlanmasını zora sokuyor, geciktiriyordu.
Bu uzatmalı zoraki devrimciliğin İmralı süreciyle birlikte son bulduğunu biliyoruz. İmralı çizgisi ve tutumu, Kürt hareketinin askeri-politik yenilgisinden önce ideolojik ve moral yenilgisi, daha doğrusu çöküntüsü oldu. PKK'nin devrimci ideoloji, politika ve değerlerle bağları bütün bir ‘90'lı yıllar boyunca zaten bir hayli erezyona uğramış durumdaydı. Temel ilkeler adım adım terkedilmiş, içerik çoktan yitirilmiş, devrimcilik daha çok biçimsel bir söylem düzeyine inmişti. Abdullah Öcalan ilk İmralı savunmalarıyla birlikte devrimci düşünce ve değerlerle, politika ve programla büyük ölçüde zaten artık anlamını yitirmiş, biçimsel hale gelmiş ilişkileri de köklü bir biçimde koparıp attı. Yerini düzenle barışmaya ve bütünleşmeye dayalı açılımlarla ‘demokratik uygarlık' olarak kodlanıp olumlanan kapitalist-emperyalist dünya düzeninin savunusu aldı.
Dünün devrimci Kürt kadroları ile ilerici-devrimci aydınları arasında bugün genel tutum haline gelen devrim ve sosyalizm düşmanlığının düşünsel ve moral koşullarının bizzat İmralı açılımlarıyla yaratıldığı, Öcalan'ın bu konuda da bir liderlik kapasitesi va başarısı gösterdiği, tüm kanatlarıyla neredeyse bütün bir Kürt hareketini ardından sürüklediği, üzerinde yeterince durulmayan temel önemde bir olgudur. Düne kadar devrimci olan ya da öyle geçinen bugünün en öfkeli Öcalan muhalifleri bile gelinen yerde tam bir arsız savunuya varan liberal burjuva görüşlerini gerçekte büyük ölçüde ona, sabah akşam saldırdıkları Öcalan'ın kendisine borçludurlar. Öcalan gerçekten cüretli olan liberal ideolojik açılımları ile onları emperyalist sistem ve burjuva düzenle barıştırmış, giderek bu sistemi ve düzeni savunur hale getirmiştir. Kuşkusuz Öcalan bu hiç de onurlandırıcı olmayan başarıya tam da, aldığı tutum ve yaptığı savunma yoluyla Kürt hareketini demoralize ederek, yani manevi yönden çökerterek ulaşabilmiştir. Bugün bazı Kürt çevrelerinde en arsız bir Amerikan savunuculuğuna varan tutumların gerisinde, İmralı teslimiyetinde ifadesini bulan siyasal-moral yenilgi ve yıkımın yarattığı derin sarsıntı, hayalkırıklığı, bunun ürünü savrulmalar vardır.
İmralı'nın Kürt hareketinin sonraki ideolojik yönelimlerini belirleyen etkisi öylesine bir gerçektir ki, kardeş Öcalanlar'ın Amerikancı PWD'si ilk açıklamasında, Abdullah Öcalan'ın ‘ideolojik düşünceleri'nden yararlanmayı sürdüreceğini vurgulama ihtiyacı duymuş, yaşadığı ayrılığın daha çok politika planında olduğunu ifade etmiştir. PWD'nin bugün Kürt sorunu dışında kalan tüm öteki temel önemdeki sorunlara bakışı hala da Öcalan'ın ilk İmralı açılımlarına dayalıdır. Denilebilir ki PWD, ilk İmralı açılımlarının en dolaysız bir ürünü, özbeöz çocuğudur. Devrime ve sosyalizme düşmanlık ile emperyalist-kapitalist dünya düzeninin savunusuna dayalı görüşler özü itibariyle oradan, daha sonra inceltilerek derinleştirilen ilk İmralı açılımlarından alınmıştır. (Özü itibariyle diyoruz, zira Öcalan artık bu ideolojik açılımlarını ‘demokratik sosyalizm' sosu içinde sunmayı izlenen özgül amaca olduğu kadar Kürt hareketi tabanının ilerici eğilimlerine ve sosyal duyarlılıklarına da daha uygun bulmaktadır ve bunda hiç de haksız sayılmaz). Kaldı ki PWD'nin ABD'nin Ortadoğu'ya emperyalist müdahalesine ve bu çerçevede Kürt sorununun çözümüne bakışaçısı, KADEK döneminde tüm hareketin ortak yaklaşımı durumundaydı. Farklılaşma Türk devleti ile ABD arasında Güney Kürtleri'yle bağlantılı çelişkilerin giderek daha belirgin biçimde yüzeye çıkmasıyla kendini gösterdi. (İkinci tezkereye rağmen ABD Güney Kürtleri'nin tepkisi üzerine Türk askerinin işgal gücü olmasını reddetmek zorunda kalınca, İmralı'daki Öcalan, bulunduğu konumun zorunlu bir gereği olarak Türk devletine paralel bir tutum içine girerken, Güney Kürdistan'daki PKK yönetiminin bir kesimi ABD ve Barzani-Talabani ittifakının safında yeraldı ve bundan da çok geçmeden bugünkü PWD doğdu).

(Devam edecek...)

-------------------------------------------------------------------

Devrimci ulusal kurtuluşçuluk ve gerici burjuva milliyetçiliği

Tıpkı büyük sosyalist Ekim Devrimi sonrasında olduğu gibi ikinci emperyalist savaş sonrası dönem de, dünya ölçüsünde emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı büyük bir ulusal kurtuluş savaşları dalgası meydana geldi. Sovyetler Birliği'nin faşizme karşı kazandığı büyük tarihi zafer; Asya'da Çin halk devriminin yarattığı büyük devrimci sarsıntı; bir dizi ülkede ‘Halk Demokrasisi' rejimlerinin kurulması ve bir sosyalist kampın oluşması; özetle dünya ölçüsünde devrim ve sosyalizm akımının büyük bir güç kazanması, ezilen ve sömürge ulusların emperyalizme karşı kurtuluş mücadelelerine muazzam bir ivme kazandırdı. 20. yüzyılın büyük devrimci ulusal kurtuluş akımı ikinci savaş sonrasındaki bu büyük patlamasıyla emperyalizme büyük darbeler vurdu ve klasik sömürgeciliği çökertti. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin bu büyük dalgası, ‘70'lerin ortasında Çin-Hindi halklarıyla Afrika halklarının birbirlerini izleyen zaferleriyle doruğuna ulaştı.
‘90'lı yıllar, 20. yüzyılın bitmekte olan şu son on yılı ise, dünya ölçüsünde, özellikle de eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa topraklarında, yanısıra orta Afrika'da, gerici milliyetçilik akımlarına ve bunlar arasındaki kanlı çatışmalara ve boğazlaşmalara sahne oldu. Bunun tam da, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa'daki yıkılışla birlikte dünya ölçüsünde devrim ve sosyalizm akımının büyük bir güç ve prestij kaybına uğradığı, ezilen sınıflar ve halklar arasında insanlık tarihinin gördüğü en birleştirici ve bütünleştirici ideal ve akım olan sosyalizmin geçici olarak bu gücünü kaybettiği bir tarihsel evreye denk gelmesi elbette rastlantı değildir.
Buradaki kısa sonuç şudur: 20. yüzyıl tarihinde, proletarya önderliğindeki uluslararası sosyalizm akımının büyük güç kazandığı ve devrimci gelişmeleri ivmelendirdiği tarihi dönemler, dünyanın mazlum ulusları için de kölelikten kurtularak özgürleşmek ve kendi aralarında kaynaşmak dönemi olmuştur. Bu büyük tarihi akımın güç kaybettiği 20. yüzyılın şu son dönemi ise, tersinden gelişmelerin önünü açmıştır. 20. yüzyılın birbirinin zıddı durumundaki bu büyük tarihsel deneyimleri, onların ihtiva ettiği paha biçilmez dersler, bugünün sorunlarına nasıl yaklaşılması, çözüm ve çıkışın nerede aranması gerektiği konusunda da büyük tarihi ve teorik açıklıklar sunmaktadır.
Emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı büyük ulusal kurtuluş mücadeleleri dalgası tarihin çarkını ileriye doğru hızlandırmış, ezilen halklar arasındaki birlik, dayanışma ve sempatiyi besleyip güçlendirmiş, emperyalizme ise büyük darbeler vurarak onun teşhirini ve tecridini hızlandırmıştı. Vietnam halkının ‘60'lı ve ‘70'li yıllarda Amerikan emperyalizmine karşı yürüttüğü kahramanca mücadelenin dünya çapında yarattığı derin sempati ve sarsıntı, bu olumlu etkinin ve sonuçların doruğu olmuştu.
Oysa ‘90'lı yılların gerici milliyetçi dalgası, içiçe ya da birbirine komşu olarak yaşayan halklar arasındaki birlik ve kardeşlik bağlarını parçalamış, onlar arasında kin, düşmanlık ve nefret ilişkilerinin gelişmesine neden olmuştur. Bu arada emperyalizm, halklar arasındaki bu bölünme ve çatışmaları bizzat körükleyip kışkırtmakla kalmamış, bu gerici ve kısır kanlı çatışma ve düşmanlıklardan yararlanarak halklar üzerinde köleci egemenliğini ya yeniden kurmuş ya da varolanı daha da pekiştirmiştir. Emperyalizmin kuklası durumundaki kendi gerici sınıf ve yöneticilerinin aleti olan halklar, birbirleri karşısında emperyalizmin hakemliğine ve sözde korumacılığına sığınmışlardır. Böylece gerici milliyetçilik akımı, halklara özgür bir ulusal varlık ve kimlik kazandırmak bir yana, tersine, onların tümden köleleşmesinin, çağımızda her türlü ulusal baskı ve köleliğin gerçek kaynağı olan emperyalizmin hükümranlığı altına girmelerinin aracı olmuştur.
‘90'lı yıllardan itibaren Orta Afrika'da, Kafkaslar'da, Balkanlar'da yaşanan trajik gelişmelere bunun ışığında bakmak gerekir. Gerici Sırp burjuva milliyeçiliği ile Hırvat ve Sloven milliyetçiliği karşılıklı birbirini besleyerek, emperyalizmin üzerine ‘böl ve yönet' işlemi yapacağı zemini olgunlaştırdılar. Bosna-Hersek'de en kanlısı yaşanan trajediler böylece birbirini izledi. Süreç gelinen yerde Balkanlar'ın bir kez daha ‘balkanlaşma'sına vardı. Kosova'daki Arnavutlar'ın haklı ulusal istemlerine burjuva milliyetçi bir karakter kazandıran gerici akımlar, sorunun sözde çözümünü emperyalizme ve onun savaş aygıtı NATO'ya sığınmada buldular. Böylece, Kosova Arnavutları'na özgürlük kazandırmadıkları gibi, bütün Balkanlar'ın bir savaş alanına dönmesinin, emperyalistlerin bir dizi Balkan ülkesini büyük askeri kuvvetlerle işgal etmesinin basit bir aracına ve vesilesine dönüştüler.
Baskı altındaki ulusu ya da ulusal azınlığı özgürleştirmediği gibi bölgedeki diğer halkların daha çok köleleştirilmesine vesile olan bu tür gerici milliyetçi ulusal akımlar hiçbir biçimde desteklenmemeli, tersine, emperyalizmin uşakları ve piyonları olarak teşhir ve mahkum edilmelidirler. Aynı şekilde, emperyalistlerin mazlum ve güçsüz halkları birbirine kırdırmak, sonra da hakem ya da kurtarıcı pozlarında sahneye çıkmak şeklindeki alçakça ve canice oyunları sistematik bir biçimde teşhir edilmelidir.
Ulusların köleliği, yaşadıkları sorunlar ve acılar, ulusal hak yoksunlukları emperyalizmin umurunda olmadığı gibi, çağımızda emperyalizm, bütün bu türden sorunların doğrudan ya da dolaylı olarak kaynağını oluşturan asıl güç durumundadır. ABD emperyalizminin başını çektiği ittifak da, savaş makinası NATO'yu Yugoslavya'ya karşı harekete geçirip Balkanlar'ı ateşe verirken, Kosova Arnavutları'nın ulusal hakları değil fakat kendi egemenlik planlarını uygulamak peşindedir.

(H. Fırat, Dünya, Ortadoğu ve Türkiye,
Eksen Yayıncılık, s.168-171)